DOSTOYEVSKİ'NİN KADERİ

26 Temmuz 2018 00:12 / 1704 kez okundu!

 

 

(Eski devrimci arkadaşlarımızdan AK Parti’ye o kadar da soğuk bakmayan kesimlerin önemli bir kısmı daha sonraki bir anda topluca makas değiştirip neden tekrar düşmanlık pozisyonuna geçtiler? Bugün onun üzerinde durmaya çalışacağım. Arkadaşlarımızın düşmanlıklarına gerekçe olarak ortaya koydukları otoriterlik ve özgürlükler meseleleri bana göre hakiki meseleler olarak görünmüyor. Asıl mesele bana göre, bir ben var bende, benden içerü meselesidir.)

 

****

 

DOSTOYEVSKİ’NİN KADERİ

 

Dostoyevski ile ilgili görsel sonucu

 

(Eski devrimci arkadaşlarımızdan AK Parti’ye o kadar da soğuk bakmayan kesimlerin önemli bir kısmı daha sonraki bir anda topluca makas değiştirip neden tekrar düşmanlık pozisyonuna geçtiler? Bugün onun üzerinde durmaya çalışacağım. Arkadaşlarımızın düşmanlıklarına gerekçe olarak ortaya koydukları otoriterlik ve özgürlükler meseleleri bana göre hakiki meseleler olarak görünmüyor. Asıl mesele bana göre, bir ben var bende, benden içerü meselesidir.)

 

Dostoyevski çarlığa karşı, devrim propagandası yapmaktan ve komplo planlamaktan 1849 yılında ölüme mahkum edilmişti. Onu gece yarısı idam için uyandırmışlardı. Bundan sonrasını S. Zweig’ın şiirinin ve devamının bir kısmıyla anlatalım:

 

Dokuz yoldaş; tek laf bile çıkmıyor ağızlardan

Zira hepsi seziyor nereye götürüldüklerini

Bu arabanın

Ve hayatının

Altında dönüp duran şu tekerlekli dile bağlı olduğunu

İşte,

Silahı görmemesi için gözlerini bağlayacak olan Kazak,

Aceleyle bu tarafa gelmekte,

Ve o bu gördüklerinin

Sonsuz körlükten önceki son görüntü olduğunu biliyor

Ve bakışlarının etrafına

Ölümsüz bir gece bağlanıyor…

 

Şiir böyle devam eden dizeleri ile Dostoyevski'nin kurşuna dizilmeden önceki son anlarını anlatmaktadır. Sabah kızıllığında uzakta babasını, anasını, kardeşi ve karısını seçer gözleri. Ardından tüfeklerin şakırdayan mekanizmaları. Pırıl pırıl parlayan infaz birliğinin üniformaları. Havayı parçalayan trampet sesleri. Dostoyevski, bu beş dakikayı nasıl geçireceğini, karanlığa yuvarlanmadan önce gizli sevincin tadını nasıl çıkaracağını aklından geçirir. Gizli sevinç çünkü artık endişe bitmek üzereydi. Yaşamın son dakikalarını üçe ayırır. İki dakikası veda etmek için. İki dakikası düşünmek için. Ve kalan bir dakikası da sonuncu kez dünyaya bakmak için.

 

Sonra bir mucize olmuş Çarın, onların cezasını Sibirya’da mahkumiyete dönüştürdüğünün haberi oraya ulaşmıştı ve tüfeklere sürülen mermiler onun gözü bağlanmışken son anda geri çekilmişti.

 

Dostoyevski ile kaderi arasındaki bu ölçüde şiddetli olmasa da daha nice bitimsiz psikolojik oyunlar oynanacaktı. Dostoyevski ile kaderinin kovalamacası ömrü boyunca bitmedi. Sürekli acılar heyecanlar, korkular, endişeler içinde geçen bir hayatı oldu. Sonra onun kadere karşı düşmanlığı zaman içerisinde heyecanlı, sevgi dolu bir düşmanlığa dönüştü. Sorun kaderin onu kafasına takmasında mıydı? Yoksa onun insani duygusal tutarsızlıkları, kaderin trajedisini kışkırtıyor muydu? Bilinmez. Bence Dostoyevski oldukça duygusal bir adamdı. Kaderi ona musallat eden de buydu.

 

Yeni yeni öğrenmeye başladığımız bir şey var. Bir kavramın aslında ne olduğunu daha iyi anlamak için onun etimolojik kökenine bakmamızın gerekliliği. Mesela “duygu” bu kavramlardan birisidir. İngilizcesi “emotion” olan bu kavram “hareket etme” kelimelerinden türetilmiştir. Yani sürekli hareket eden fikirlerden (ama bir an içinde bile bir durumdan diğerine geçiş gibi) ortaya çıkacak olan istikrarsızlıktan türetilmiştir. Buradan duygusallığın aynı zamanda yaşamın pratik akışında insani bir istikrarsızlık çıkarabileceğini kavrayabiliriz. Bu duygusallık büyüdükçe istikrarsızlık artar, sonunda kaderin trajedisi ile kovalamaca hızlanır. Dostoyevski aslında kitaplarında hep kendisini anlatmıştır. Dolayısı ile kaderin onun peşini bırakmamasının ardında yatan gerçek “emotion”dur. Kader aşırı duygusallığı yüzünden sürekli olarak onu yeni bir şeyin kölesi yapmaktadır.

 

Onun trajedisi çocukluğunda aile ilişkilerindeki “otorite” meselesinde şekil almaya başlamıştır. Mesela, “Kumarbaz” hikayesinde değindiği karakter kendisidir aslında. Neden duygusal adam son kuruşuna kadar (yarın zerresine kadar ölüm kalım anlamında) ihtiyaç duyacağı parasını kumara yatırmaktadır? Çünkü onun iflah olmaz umudu hiç bitmemekte ama buna karşın duygusallığı kendisini sürekli olarak istikrarsızlığa doğru iteklemektedir. Oysa bu durum erişkin bir ruh hali değildir ama insanların ondan tümüyle kurtulacağı bir şey de değildir. Spinoza’ya göre “insan her zaman duygunun şiddetli taarruzuna maruz kalır” ve bundan kaçınmanın imkanı yoktur. Burada “maruz kalma” kavramı önemlidir. Çünkü Spinoza’ya göre hayat zorunlulukların görüntüsüdür. Hayat insanın tamamen özgür olduğu bir alan değildir ve insan özgür doğmaz. Dostoyevski’nin modern çağın en büyük tragedya yazarlarından birisi olmasının nedeni kendi yaşanmışlıklarını duygunun getirdiği sanatçı ruhuyla anlatabilmesindedir. Sanatçıyı sanatçı yapan duygu, siyaset alanında sorunun kaynağı olur.

 

Konumuzu siyasi ayrışımlara, kopuşlara ve kırılmalara getirdiğimizde de olmakta olan yine aynı durumdur. Tekrar istikrar ve olgunluktan çocukluğa dönen bu arkadaşlarımızın kırılması açıktır ki “gezi olayları” ile ivme kazandı. Oysa Gezi meselesinde düşmanlığa kadar yol açabilecek hiçbir şey yoktu. Ama Gezi olaylarının asıl önemi bu kesimlerdeki bir şeyleri depreştirmiş olmasıdır. İşte o depreşen şey neydi? Özetlersek, olan yine geçmişte (1968-1980) olmuş olandı. Onları sürükleyen şey tabiidir ki o zamanlardan beri sol kesimin tekrar ettiği gibi “bilincin gelişmesi” değil, varlığın geçmişinden getirdiği kitlesel “emotion/duygu”nun ortaya çıkardığı çocuksu tepkisellikti.

 

Yavaş yavaş olgunlaşmakta olan ve liberalleşmekte olan bu kesimler pek karşı koyamayacakları, beklemedikleri bir şeyle karşılaştılar. Gezi olayları ile kitlelerin heyecanlı hareketleri ve  başkaldırıları, onların muhtemelen farkında bile olmadıkları eski bir içgüdüsünü (duygularını) tam ortasından vurdu. Uzun süre sakince zamanının gelmesini bekleyen kitlesel psikoloji açığa çıkıverdi. Bu kez sloganlarda ve heyecanlı nutuklarda görünen ideoloji iş, ekmek, sosyalizm ve sınıf mücadelesi değildi. Bu kez “emotion”, otoriteye olan çocukça bir hasımlılıktı. Bu, “otoritenin” bütüncül kötü bir şey olduğuna dair yanlış bir bilinçti. Oysa otorite daha çok olumlu anlamda kullanılması gereken bir şeydi. “Otorite” denilen kavram, sol kesimlerce “tahakküm” ile de karıştırılmaktadır. Oysa otoritekelimesinin etimolojik kökenine girdiğimizde de farklı ama doğru bir şeyle karşılaşırız. ”Authority” sözcüğünün kökeni yazardır (author); yazar sürekli üretir yani otorite üretkenliği çağrıştırır. Oradan türetilmiştir.

 

R.Senett’e göre “otorite” temel bir gereksinimdir. Ayrıca yetişkinler için diğerlerine gösterdikleri ilgidir. O ayrıca şöyle diyor: Sadakat, otorite ve kardeşlik bağları olmadan hiçbir toplum ve bu toplumun hiçbir kurumu işlevselliğini uzun süre koruyamaz. Horkheimer’e göre “otorite” gereksinimi, psikolojik eğilimin yanı sıra tarih ve kültür tarafından biçimlenir. Zamanımıza özgü olansa şudur: Egemen kurumlardaki resmen meşru güçler, bu güçlere bağımlı kişilerin gözünde yoğun bir gayri meşruluk hissi uyandırmaktadır. “Modern toplumda otoritelerle aramızda ‘ret bağları’ oluşturma ustasıyızdır ve bu bağlar korktuğumuz kişilere bağımlı olmamızı ya da gerçek olandan yararlanarak ideal olanı hayal etmemizi sağlar.” Modern toplumda bu ret bağları üç şekilde ortaya çıkar. Birincisi, otoritenin gücünden korkmayla ilgilidir. Buna “itaatsiz bağımlılık” denebilir. İkincisi, var olan negatiften yola çıkarak pozitif, ideal bir otorite resminin basılmasıdır. Üçüncüsü ise, otoritenin yok olması fantazisi üzerine kurulu algıdır (benim notum: bu aynı zamanda çocuksu bir algıdır). Bazı arkadaşlarımız bu noktada durmaktadırlar.

 

Freud’un her görüşü mutlak doğruyu yansıtmaz ama doğru söylediği şeyleri görmemezlikten de gelemeyiz. O otoriteye olan tepkiyi şöyle açıklıyor: “Bu, tepkiyi duygusal bir olguya bağlayıp anne baba ve çocuk ilişkisinde çocuğun ergenlik döneminde babanın otoritesine bir karşıtlık geliştirmesidir. Ona göre “bu duygusal tepkisellik, çocukluk döneminde biçimlenen ve erişkinlik döneminde süren otorite imgelerinden oluşur. Sonra ona göre hayatın bir döneminde insanın yeniden geliştirdiği tepkiyle hareket edip kırıp dökmeye yönelmesi hatta düşmanlık geliştirmesi aslında kitlelerin yeniden çocuklaşmasıdır.”

 

Sol kesimler özgürlüğün tamamının dışsal olduğuna dair bir inanca da sahiptirler. Bu durum, Spinoza’nın ortaya koyduğu bilginin hiyerarşik 3 aşamasından (duy(g)u, akıl, sezgi) daha 1. aşamasında durmalarından kaynaklanmaktadır. Bu 3 aşama meselesi İmam Gazali’de de vardır. Dolayısı ile onları harekete geçiren şey daha çok duyguları ve bu duygudan neşet eden, itekleyen, çocuksu heyecanları oluyor. Yoksa Gezi olayları ile bir anda bilinçlenme olup arkadaşlarımızın kafası net bir düşmanlığa evrilmiş olamaz (Baştan bu yana düşman olanlara söyleyecek bir şeyim yok. Onlar zaten hayatı hep ilericilik-gericilik ekseninde tahayyül ettiklerinden koflukları biliniyordu). Asıl mesele duygusallık ve onun getirdiği psikolojidir.

 

Freud bu konuda “iktidar ve düşmanlık ve otorite mücadelesinin ardında çocukluk döneminde biçimlenen, yetişkinlik döneminde süren, iktidarın ne olması gerektiğine ilişkin arkaik imgeler yatar. Bu nedenle yetişkinler olarak bizler, daha güçlü mesajlara sahip gizli bir metni okur gibi hali hazırda var olanı değil, bir zamanlar hayatımızda olmuş olanı yorumlarız.” diyor.

 

Dönelim Gezi olaylarının hakikiliğine. O dönemi hatırlayalım. Kürt açılım meselesi gizli açık yürütülmekteydi ki bugüne kadar kimse buna cesaret  edememişti. Dil meselesi çözülmek üzereydi. Kürtçe yasağı kaldırılmıştı. Artık derin devletin beyaz torosları yoktu. Alevi meselesinde önemli gelişmeler oluyor, cemevi sayısı arttırılıyordu. İktidarın cemevlerini ibadethane olarak görmemesi, onların özgürlüğünü kısan bir şey değildi. Sadece muhafazakarların kendilerine has anlayışıydı. Ek olarak alevilere özel bir baskı yoktu. Askeri vesayetin kaldırılması için olağanüstü bir gayret gösteriliyordu ki oldukça tehlikeliydi. OHAL kaldırılmıştı. Gazetecilerden hapse atılan filan da yoktu. İşinden atılmış öğretim görevlileri filan da yoktu. Doğuda tek tük çatışmalar olmakta, zımni bir barış ortamı sürdürülmekteydi. Yani bu arkadaşlarımızın elinde bugünkü argümanlar da yoktu. Peki Gezi komitesinin meşruluğu ya da çoğu taleplerinin meşruluğu var mıydı? Yoktu. Mesela, 3. köprünün yapılmasından derhal vazgeçme, 3. havaalanından vazgeçme, AKM’nin yıkılmasından ve Kanal İstanbul’un yapımından vazgeçme meşru talepler miydi? Peki, Gezi parkındaki dört ağacın yer değiştirilmesinden doğan tepki hakiki bir tepki miydi? Mesela, aynı dönemde yol genişletilmesi nedeni ile Yalova belediyesinin kestiği yetişmiş çınar ağacı sayısı ondan çok fazlaydı. Eskişehir ve İzmir belediyelerinin kestiği ağaç sayıları çok daha fazlayken o belediyelere neden böyle tepki gösterilmiyordu? Çünkü Gezi parkındaki ağaç sökümüne tepki hakiki bir tepki değildi. Sonuçta benim zaviyemden görülen şudur: Gezi olayları dolayısıyla tekrar düşmanlıklara dönen eski devrimci arkadaşlarımız, asıllarına ortak temel içgüdüleri (duyguları) nedeni ile rücu etmişlerdir.

 

İnsan kaderini kendi yazar” dedi solcu, “Bence de doğru... Bizler hayatlarımızın yazarları olsak da yalnızca ve sadece onu geriye dönük yazabiliyoruz” dedi erişkin olan…

 

Nihat ÜSTÜN

25.07.2018

 

Son Güncelleme Tarihi: 27 Temmuz 2018 19:03

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.