TÜRK SOLUNUN SEFALETİ
11 Nisan 2023 21:03 / 602 kez okundu!
"Sol’a gelelim…
Marx’ta sınıf bilinci üzerinden devletin, özel mülkiyetin ve ailenin bitirildiği, sınıfsız, devletsiz, ham bir cennet ütopyası vardır. Hegel’de ise muhafazakar bir kavrayış görürüz. Marx'tan Lenin'e geçtiğimizde emperyalizm artık dünyanın temel meselesidir… İşin ilginç yanı, PKK’nin de kendini “Sol” olarak tanımlamasına karşın, “dost düşman” ve “örgüt çıkarı” siyasetini ideal sosyalist siyasetinin (anti-emperyalizm) üzerine çıkardığı görülmektedir."
***
TÜRK SOLUNUN SEFALETİ
Eğer özgürlük bizler için önemli imkanlar yaratan bir hal ise, özgür olduğumuz için bir arada değilizdir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra daha iyi anladığımız gibi, tersine, bu topraklar üzerinde bir arada olduğumuz için özgürüzdür. Yani, filozofun dediği gibi, “sınırları belli olan bir devlet teşkilatı tarafından belirlenen toprak (topos) senin özgürlüğünün koşuludur. Aksini düşünüyorsan ve devlet küçülünce ya da yok olunca gerçek özgürlük gelecek diyorsan, insanı tanımıyorsun ve ayakların yerden kesilmiş (ütopyadasın) demektir.” Bu, azınlıkları yok saymak da değildir. Azınlık çoğunluk demeden, ortak insani ilkeler doğrultusunda bir arada yaşamanın özgürleştiriciliğine inançtır…
Bu doğru, devletin yapabilecek olduğu hataları, yanlışları ve sorunları görmezlikten gelmemizi gerektirmez. Elbette onun yanlışlarını sonuna kadar ifade edebiliriz. Fakat devletin küçülmesi ile bireyin büyümesi arasında bir ilgi yoktur. Bireyin büyümesinin ancak kendini aşabilmesi ile ilgisi vardır. Onun da ekonomiyle elbette ilgisi vardır. Yani, ekonomik sıkıntılarını gidermiş insan, öncelikle kendini tanıma gayretine girme çabasını daha fazla göstererek birey olma yolunda yol alabilir.
Olmakta olan malesef acıdır ve doğada ana kural, dost düşman ilişkisidir. Ve insan doğa alanından sıyrılıp tamamen kendi yarattığı değerler alanında kendisini yeniden ve başka bir varlık olarak var edebilmiş bir varlık da değildir. Dolayısı ile Eric von Holst “İnsanlığın saldırgan ve kavgaya hazır oluşunun nedeni, birbirine düşman kamplara bölünmüş olması değildir, tersine bu biçimde yapılanmış olmasının nedeni, bu yapılanmanın, toplumsal saldırganlığın deşarj olabilmesi için gerekli olan uyarı durumunu oluşturuyor olmasıdır” der.
İnsan, çıkarlarına bağlı, aynı zamanda güç istenci içerisinde olan ve kendini parlatma gayreti ile hareket eden ve dost düşman ayrımından kopamamış bir varlıktır. Bunu yaşayarak da gözlemleyebiliyoruz…
Tarihsel süreçte bu trajik bakış açısını Antik Yunan’dan sonra ilk kavrayan ve hayatın öngörülemezliğini temel alan, Machiavelli’dir. Dolayısıyla, ülkenin birliğinin sağlanmasının ne kadar önemli olduğunu kavrayarak siyasi bilincini bunun üzerine kurmuştur.
Bu yüzden, o, henüz politik birliğini sağlayamamış, onlarca düşman parçaya ayrılmış ve bu yüzden sürekli dış tehdit ve saldırılara maruz kalarak bitap düşmüş olan İtalya’da politika öğretisinin sadece özünü değil, tarzını da radikal biçimde değiştirdi. Ve bunun için ilk defa politik idealizm ile politik realizmi birbirinden ayırdı. Bu “olması gereken” ile “olmakta olan”ın net biçimde ayrılmasıydı.
Günümüzde görülen odur ki, salt “olması gereken”, mesela, tümüyle özgür ve barışçıl bir dünya idealinin peşinde koşan tutkulu insan maalesef dünyada “olmakta olan”ın üzerinin örtülmesine de neden olmaktadır. Ve sen ideal peşinde koşarken o, politik realizm ile hükmünü sürdürmektedir…
Örnek vereyim.
Batı ülkelerindeki yargı gibi diğer kurumlar da (medya vs.) devletlerin “ulusal çıkarlar” üzerinden oluşturduğu siyasetten bağımsız davranamamaktadır. Mesela, ABD, İran’a ambargoyu delen bir Fransız bankasının yöneticilerini tutuklamazken, aynı konumda Türkiye’yi sıkıştırmak için tutuklama yöntemini kullanabilmektedir. Bu durumda, ABD’de yargı nasıl devletten bağımsız olabilir? Belçika’da Sabancı cinayetinin katilleri bütün kamera görüntülerine karşın Belçika yargısı tarafından serbest bırakılabiliyor. Yunanistan da aynı şeyleri yapıp teröristleri serbest bırakabiliyor. Bu durumda, Belçika ve Yunanistan devletlerinin Türkiye’ye siyaseten bakış açısı etkin olmakta, devletten bağımsız bir yargı kararı ortaya çıkmamaktadır. Ayrıca, Irak’ta “kitlesel imha silahları” yalanı üzerinden bir milyon insanın ölümüne yol açan İngiltere ve ABD, Ege Denizi’nde birçok mülteciyi ölüme iten Yunanistan ve Mısır’da darbecilerin katlettiği insanları görmezlikten gelen, sonra darbeciyi kırmızı halıyla karşılayan ABD ve Fransa gibi ülkelerin uluslararası insan hakları örgütlerince alt sıralara indirildiğini görebiliyor muyuz? Peki, bu insan hakları kriterlerini kim, nasıl belirliyor?
Ne yazık ki, gerçek yargıya, müzakereye ve dünya barışına duyulan inancın yerine, yine insanın yapısından kaynaklanan bir rasyonaliteden etkilenen dünya siyaseti, dost düşman tezi üzerinden hareket ederek diyalektik olarak her an kendi kendisini tahrip eden bir antiteze dönüşme potansiyeli taşımaktadır.
Solcu kahraman, kendi durumundan bütünüyle mesul olduğunu düşünür, kaderi (tesadüflerin anlamsız gücünü ve dış etkenleri) yok sayarak bilimsel düşündüğünde ve bilimin ışığında yürüdüğünde başına bir şey gelmeyeceğinden bahseder. Hatta, ham bir şekilde, toplumsal ilerlemenin dahi bilimsel kurallarını keşfettiğinden dem vurur… Bunu devletlere de teşmil ederek her şeyin kontrol edebileceği varsayımına kapılır ve bu minvalde ideolojik idealizmini yaratır… Hatta diyebiliriz ki, bu haliyle hayatın trajedisini yok sayarak ölümcül bir adım atar…
Oysa, bunu psikoloji açısından yorumlayanlara kulak verirsek şöyle bir gerçekten bahsedebiliriz: İnsanın beni, kendi evinin bile efendisi değildir. İnsan zaman zaman kendine bile hükmetme kudretinde değildir… Spinoza şöyle der: “Özgürlük, zorunluluğun bilincidir.” Yani, seni etkileyen bilincin dahi duygularının esaretindedir… İnsanın gücü (potentia) çok sınırlıdır ve her bakımdan çoğunlukla dış nedenlerin gücüne yenik düşer. Bu yüzden, dışımızdaki şeyleri kendi yararımıza kullanmada öyle mutlak bir iktidarımız (potestas) yoktur. Her bilinç durumuna belli bir duygu durumu mutlaka eşlik eder. (Spinoza, Ethica)
Yani, senin bilincin, aslında sende içselleşmiş duygun tarafından sürekli bozuma uğratılmakta olan bir şeydir. Yani, sen bilinç zannettiğin şeyin esaretinde olabilirsin…
T. Eagleton şöyle der: “Dostluk düşmanlık ister, barış çatışma gerektirir ve inanç ise şüpheciliği zorunlu kılar. Bu anlamda, yaşamlarını özgürleştirici politikalara adayanlar, yaratmayı umdukları şeyin asla en doğru imgeleri değildir.”
Hegel’in Tinin Fenemolojisi’ndeki açılımı, Duygu (algı) – Bilinç (karamsar bilinç, yabancılaşma) – Öz Bilinç (kendini tanıma) şeklindedir. Yani, Hegel’de bilinç, öz bilinçten, yani kendini tanımaktan (olmakta olanı bilmekten) daha alt düzeyde bir haldir…
Sol’a gelelim…
Marx’ta sınıf bilinci üzerinden devletin, özel mülkiyetin ve ailenin bitirildiği, sınıfsız, devletsiz, ham bir cennet ütopyası vardır. Hegel’de ise muhafazakar bir kavrayış görürüz. Marx'tan Lenin'e geçtiğimizde emperyalizm artık dünyanın temel meselesidir… İşin ilginç yanı, PKK’nin de kendini “Sol” olarak tanımlamasına karşın, “dost düşman” ve “örgüt çıkarı” siyasetini ideal sosyalist siyasetinin (anti-emperyalizm) üzerine çıkardığı görülmektedir. Şöyle ki; günümüzde emperyalizmin en cisimleşmiş görüntüsü ABD’dir (bunu yatırım yapma ya da finansman transferi anlamında olmasa da, daha çok güç istenci ve çıkarlarını koruma anlamında kullanıyorum). Fakat PKK bugün Suriye’de ABD bayrakları ile dolaşmaktadır. Çünkü ABD onlara binlerce TIR silah, mühimmat ve para veriyor… Peki ama ne için? Kendine (zorunlu olarak) ekonomik ve siyasal açıdan bağlı olacak bir Kürt devleti için, değil mi? Sosyalistler de kendilerine en yakın siyaset olarak HDPKK’yi görmektedir. HDPKK’nin kendi çıkarları doğrultusunda politik realizmi seçip “anti-emperyalizm” fikrini boş vermesini anlayabiliriz. Çünkü nihai amaç olarak ayrı bir devlet öngörüleri var. Ve siyasi tezlerini yutturabilmek için kurgularını ilericilik-gericilik üzerinden revize ettiklerinde Kemalistlerden de sempati toplayabiliyorlar (Modern siyaseti anlamak için, seküler ve dini akımların birbirine zıt oldukları fikrini bir tarafa bırakmak gerekir. Çünkü her ikisinde de aslolan inançlardır. J. Gray). Fakat sosyalistlerin anti-emperyalizm tezini boş vermelerini anlamak zor. Bu durumda sosyalizmin temel prensibi olarak bilinen anti-emperyalizmi bir kenara atıp, hatta onunla iş birliği içine girerek nasıl sosyalist oluyorsunuz (TİP, TKP, DHKP-C, Halkın Kurtuluşu)? Çünkü bu prensip yerine artık gericilik ve din meselesini ana konunuz yaptınız. Oysa, Marx dine böyle bakmaz. O, dinin egemen sınıflar tarafından kullanılmasını usül açısından “afyon” olarak değerlendirse de, öz açısından değerlendirdiğinde dini “kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz dünyanın ruhu” olarak ele alır…
Modern dönemin siyasetine dönelim.
Muhafazakârların pragmatizmi ve liberal demokrasiyi içselleştirmeleri, liberallerin gerisinde olsa da trajedi ve istikrar kavrayışları, olağanüstü durumlar, istisnai durumlar ve devletin meşruiyetini anlamadaki kavrayışları, genellikle liberallerden daha güçlüdür ve bu kesimlerde toplumsal yaşamda her şeyin birbirleriyle ilintili olduğu anlayışı daha organik bir anlayıştır.
Liberallerin bir kısmı ve Sol idealizm ise, bütün ülkelerde birincil önemi haiz olan ulusal çıkarları görmezden geldiğinde maalesef pratik hayattan uzaklaşıyor ve yanlış bir bilince doğru gidiyor. Aslen doğru olan, gerçekte ise tam olarak var olamayan bir “olması gereken” teorisi (liberalizm veya sosyalizm) pratik hayatla karşılaştığında hakiki de olamıyor ne yazık ki…
Nihat ÜSTÜN
11.04.2023
Son Güncelleme Tarihi: 20 Nisan 2023 13:01