Çetin Altan ve Ahmet Altan

12 Şubat 2009 16:12 / 1964 kez okundu!

 

“Talih bazen, insanı kuşkulandıracak kadar iyi davranır birine.
“Ben bunu hak ediyor muyum” diye sorarsın kendine.
Bu çağın en büyük yazarlarından birinin, Çetin Altan’ın oğluyum ben.
Ve hep “ben bunu hak ediyor muyum” diye sorarım.”

Çetin Altan’ın aldığı ödülden sonra Ahmet Altan bu satırları yazmış.

Ne mutlu Ahmet Altan’a ve ne mutlu Çetin Altan’a! 

Baba oğul ilişkilerinde çeşitli renkler, dönemler ve depremler olması doğaldır. Ahmet Altan’ın bir de babası ile ilgili romanını hayal meyal hatırlıyorum.

Hakikaten bu huzur safhasına erişmek ancak her iki tarafın da başarısı ile mümkün. Ayrı olduğunu farkedip, darbelerden falan sonra karşılıklı takdir. Baba’nın gölgesi ve Ahmet de bu kadar safkan olmasa, Taraf gibi bu denli cesur bir gazeteyi izleyemeyecektik. Komşuda pişer bize de düşer misali.

Ben de candan tebrik ederim. 

Bundan 18 yıl önce Çetin Altan’ı ben o gün algıladığım şekliyle ismini vermeden, “Serbest ve Serseri” isimli yazıda şöyle paylaşmıştım:

Hoca ile köken olarak ikimiz de İstanbul’un Anadolu tarafındanız. Bundan başka ortak hiçbir tarafımız yok. Arada 20 küsur yaş fark. Tanıştığımızda hoca altmışı geçmiş. Aile efradı ile hala uğraşıyor. İstanbul’da otururken Paris’te bir dairesi var. Ailesinden onun bazı uçuşlarına kızanlar oluyormuş. “Otur oturduğun yerde, işte olacağın kadar oldun.”, “Orada burada para harcayacağına torununa bilmem ne alsan” gibilerinden… 

Hoca ünlü. Dâhiyane anları yanı sıra zaman zaman (kendi kitaplarında kendini tanımlaması gibi sertleşip de “rezil köpek” gibi tabirleri yakıştırmaya gönlüm elvermez, ama sanki ince zekası ile insanları kızdırmaktan haz alan, inadı ile bazen, herhalde en fazla kendisine zarar veren) muzır bir tarafı var. Bir şeyi yazınca kendisini o konunun hakimi gibi gören saf bir inancın yanı sıra epeyce alçakgönüllü bir insan. 

İlk defa bizim eve geldiğinde oğlumu O’na ve ondan sonra o zaman 11 yaşındaki oğluma O’nu: “Bak, bu bey benim tanıdığım en zengin insanlardan biri” diye tanıştırmıştım. Gerçekten binlerce yazı, bir gençliğin ideallerinde pay sahibi olmuş ve dolayısı ile “bugüne” değme politikacıdan fazla şekil verebilmiş bir sanatçı idi.

Ben O’na “siz” diye hitap ediyorum. O bana “sen” diye. Bazen “evladım” falan gibi hitaplarını sırtımdaki agresyon tüyleri dikleşmiş bir şekilde dinliyorum, epeyce yorularak. Onu öğleye doğru saat 11.00’den önce aramıyorum, üstat uyanmasın diye. O benim yatma zamanım ile alay ediyor. Hatta akşam 10.00-11.00 gibi kalkmak istesem alınıyor. Ama iki insan arasında olabildiğince dostça söyleşilerimiz oluyordu. 

O bana “serseri” diye isim taktı. Benim de senli benli olacak kadar kendimi yakın hissettiğim zamanlar oldu…

Türkiye’de yeterince otopsi yapılmamasını o bazı doktorların çıkarlarına, ben ise sadece tıbbın ve “hacı-hocaların” ve de sistemin fukaralığına, tembelliğe bağlıyorum. O’nun için yazı bir amaç, bence fikirleri paylaşmak için bir araç…

Hoca İstanbul’da yetişmiş, frankofil ekolden bir büyük senyör. Delikanlılığı kesinlikle üst sınıf. Ben ise gençlik yıllarımda tek odalarda yaşamışım –sülalemin büyük senyör tarafı var ise; daha ziyade hikâyelerden, bulanık anılardan veya yaz tatillerinden biliyorum- İhtilal olmuş dokuz-on yaşımda, genç yaşta Alamancı olmuşum. 

Lokantada bol bahşiş bırakan cinsten. Ben ise talebeliğimdeki garsonluk günlerimden kalma alışkanlık ile olsa gerek, yemek yerken bir bahşiş bırakacak olan varsa bana bıraksın gibi bir yaklaşımdayım. İstanbul’lu, büyük burjuvalığı yaşamış. Bir hak ve dürüstlük arayışı ile biraz da ilginç olmak, mersine tersine durumlarından, anlaşılan komünist olmuş. 

Solcuların çoğu gibi inatçı, ama sistemin işlemediğini görmüş. “Dönek” demişler. Daha çok insan dönene kadar bu denli akıntıya karşı kürek çekmiş olsa bu dünya daha ilginç, daha dürüst olurdu herhalde. Hala idealler olarak komünist komünist olmasına da, sadece idealler söz konusu olunca; dincilere bile komünist demek mümkün değil mi?

O, nüktedan, hoş sohbet, sahne hâkimiyeti olan bir insan. Orhan Veli, Ahmet Haşim’den dizeler okurken hayran olmamak mümkün değil, müthiş bir belleği var… Ben ise neredeyse tutuk konuşan, iki kelime arasında sıkça “ı ı ı” diye bir ses çıkaran, unutkan, sıkça sıkıcı. O gür sesli, ben daha ziyade alçak sesle konuşan ve lafını, anlatacağını bolca karışık sunan bir insan. Hadi bir de şaşırmayıp anlatsam; yazsam da, çizsem de insanları büyüleyemeyip zaman zaman uyutan. 

Hoca bedence de kıvrak, ben hantal. O solcu, ben ise herhangi bir şey isem liberal. Ben takım oyunu için yetişmişim, o assolist. 

Söylediğim gibi dış görünüşte ortak yanlarımız köken dışında pek yok. Ben sabah saat altıda kalkıp, akşam saat 10.00’da –hadi olmadı on bir- yatarım. Yatmazsam da kendi başıma dolanırım. TV seyrederim, okurum. Hoca sabah 11.00’de kalkıp sabaha karşı 02.00-03.00’ten önce pek yatmaz. Hoca’nın içki ile arası epeyce iyi. 

O kadar iyi ki, “Viski” diye oturup bir kitap yazmış. Ben ise ayda yılda birkaç kere, o da ayıp olmasın diye içki içerim. Yazıp çizmeye merak bende var. Onda ise dâhiyane bir yetenek yanı sıra yazmak bir meslek. Gazete sütunlarında kalem darbelerindeki ince farkları birkaç yazısında algılayıp: 

“İşte deha ile uçuruma yuvarlanma arasında gidip gelen bir insan” diye takdir ederek okumuştum. Az bilinen modern bir romanı var ki, çok sonra okudum: Tek kemanlık bir virtüöz konçerto. 

Tanıştıktan sonra beni evine davet etti. İlk gün12 saat konuştuk. Ondan sonra da bu kadar zıtlığa rağmen İstanbul tevazusunu bir tarafa bırakıp “dost olduk” diyebilirim. Benim haddim dışında konuşmalarımız 10-12 saatten az olmuyor. Bu sebepten belki arzu ettiğimizden daha az görüşüyoruz. 

On oniki saat bir insan ile bu denli yoğun konuşma, ne kadar zengin ve engin bilgisi ve tecrübesi olursa olsun, ben ipin ucunu kaçırıyorum. Konuşmalarda ne kadar “sen bir dahisin! Harikasın!” gibilerinden üstadın iltifatına mazhar olsam da aklıma zengin bir Bursa tabiri geliyor “deli bal yer gibi”. İşte konuşmalarımız öylesine ilginç ve yoğun oluyor. İnsan hele bir de sonra gündüz çalışmak gibi alışkanlığı var ise bir-iki gün hoşaf gibi dolaşıyor. Bu enerjisi ile; daha az inatçı bir yapısı, daha düzenli bir hayatı olsa idi diye hayıflanıyorum. 

Bu düzensizlik içinde çalışkan bir insan. 60 kadar kitap, piyes yazmış. Fikir uğruna hapiste yatmış. Kitapları yakılmış. Türkiye fakir bir ülke. Bu ülkenin bu sanatçıya tepkisi ve takdiri de fakirce olmuş. Yurtdışında frankofil solcu basında isim yapmış. Değerli ve bazen alçakgönüllü bir insan. Ama bir egosu ve olur-olmaz şeylerde inadı var ki, maşallah azman. 

Bazen egosu, zekâsı ve tecrübesini eline alıp Ramazan davulu çalar gibi “Ben-ben de ben-ben! Ben-ben de ben-ben.” diye çalıyor uzun monologlar halinde… İnsan sevecen bir gözle ormanda kayıp bir çocuğun unutulma korkusundan davulu çalmasını anımsamasa pek dayanamayacak bu kadar davul sesine! Bu kadar egolu babaların nispeten nadir, başarılı çocukları olur. Kökenine bağlılığından mı, tanıyamadığım analarının etkisiyle mi, bilemem ama başarılı çocuklar yetiştirmiş. 

O’nu tanıdığım zaman yirmi küsur senelik yazıp çizmişliğim vardı. Haftada bir, bir gazeteye yazı yazıyordum Ama yazıyı hep tıbbın yanı sıra –ara ara yazmışım. Oturup da hikâyeler yazmak benim için hep “emekliliğimde” diye düşündüğüm bir uğraş. 

Bana: “Ulan sende yazar olacak nesne var” diye cesaret verdi. Bazı yazılarımı çok beğenerek, bazı yazılarla alay ederek yazı ile yoğunlaşmamı sağladı…
“Kendini yazıya vermiyorsun!”, “Sevdiği kadını döven bir herif gibi yazına özen göstermiyorsun”, “Doktor herkes olur, iyi yazar olmak için gereken hamur nadirdir, o da sende var!” demeleri belki benim yazdıklarımı bir derleme cesaretini toplamamda etkili oldu. 

Böyle bir desteğin arkasından on gün geçmeden: “bu yazı merakı bir çiledir, bir uçurumdur, otur oturduğun yerde adam gibi”. Zaman zaman da: “Boş ver ulan, dünyanın en üst düzeyinde tıp yapabiliyorsun, doğru dürüst bir hastane kur, bin tane yazı yazmaktan daha iyi bir iş yapmış olursun”, “Erkeksen ve yazıya önem veriyorsan, bırak şu sana yakışmayan piyasa doktorluğunu, gel seninle Rus ruleti oynayalım; tetiği ilk ben çekeceğim”, “Ya kendini doğru dürüst doktorluğa ver ya da yazıya” gibi şaşırtmacaları da eksik değildi tabii… 

Çalışkanlığın en önemli öğe olduğunda iyi anlaşıyoruz. Yüzünü hafif buruşturup: “Bizim çocuk çok zeki ama biraz tembel” diyen annelerin taklidini alay ederek yapınca insan yerlere yatıyor gülmekten. 

Ben de Soğanlıköy kahvesinde bile yirmili yaşlarımda kendimi unutup: “İnsanın anasına babasına küfretseler, kızmamak lazım. Gerçek payı olsa bile, o insanın bir seçim hakkı yoktur. Ama TEMBEL demek o insana yapılabilecek en büyük hakaret” diye vaaz verecek kadar çalışmanın önemine inanmış bir insanım. 

Hoca ile bir gün beraber saunaya girerken ve o viski, ben su içerken İstanbul’a 17. yüzyılda girmek isteyenleri “serbest ve serseri” diye iki gruba ayırdıklarını anlattı. İstanbul onun çocukluğunda 500.000, benim çocukluğumda 800.000 nüfuslu, şimdi on milyonu aşan bir kanser. (2009: 14 milyon tahmin ediliyor)
Şehre girmek isteyenlerin bir kısmına “serbest” yani Farsça “ser basti” den başı bağlı veya başı türbanlı derlermiş. Bu kişilerin şehirde bağlı oldukları bir iş kanıtlandığı için, yani şehirde nereye gidip, ne yapmak istedikleri bilindiği için şehre girmelerine izin verilirmiş. 

“Serseri” yani Osmanlıca lügat anlamı ile kası aptal, ebleh, vagabund yani “başı boş” olanlar ise şehre alınmazlarmış. 

Hoca bana isim taktı “serseri” diye… Serseri demesinin bir sebebi oradan oraya 32 defa ev değiştirmiş olmam bir yandan, bir Alamancı olarak İstanbul’da etkin çevreler tarafından kendisinin sevecen bir gözle bakıp da biçmek lütfunda bulunduğu değere –kendi kanaatince- layık bir etkinliğim olmamasından. 

Ben ise bir Alamancı olarak bazen bir serseri bazen de belki de “gereğinden fazla serbest” hissediyorum kendimi İstanbul’da. 

Bu tip bir yazıyı insan genelde dostunun arkasından yani ölümünden sonra yazar… Kim kimin arkasından yazar o belli olmaz. Onun için: “şöyle keyiflice yüzüne karşı yazayım” “Bir de Fritjof Capra’nın ‘Fiziğin Taosu’ kitabının Fransızcasını bulup hediye edeyim” dedim. 

Herhalde gübre olur düşünceleri için. Bu tip kitapların yayınlandıktan sonra en kısa sürede diğer gavurcalara çevrilirken Türkçeye de çevrilmesini görebilmemiz dileği ile, bu yazı… Hocanın “bencesi”…
 
O’nun aradığı ve belki zaman zaman bulamadığı için küsüp isyan ettiği “krallık” veya “serbestlik” tabii sadece birkaç an için olabiliyor hayatta. 

Gerisi çalışma, çabalama, üzülme ve insanın kendi kendini yemesi. Belki bazen; biraz poz kesme, biraz çekinip, biraz hiddetlenme, gülme, ağlama, yiyip-içme, uyuma ve yalnızlık. 

Bir de serbest olanın geçerken bir serseriyle olan sohbeti ve kubbede kalan üç-beş okka hoş seda… 

12.02.2009

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.