TARİHİMİZDEN BİR OLAY

16 Ağustos 2023 21:09 / 311 kez okundu!

 

 

"Bugün size vaktiyle “canlı” izlediğim bir olayı anlatayım. 1963 yılında ilkokul beşinci sınıftayım. Soğuk Savaş’ın doruğa çıktığı yıllar. Okulların koridorlarına, atom bombası atıldığı zaman ne yapacağımızı gösteren renkli afişler asılmış. İşte merkezde tam tahribat, biraz dışında yangın rüzgarı, ötesinde radyasyon serpintisi filan. Biz de sıraların altına girip korunacakmışız, nasıl olacaksa. Küba krizi, Amerikan donanması, Rus tehdidi, Jüpiter füzeleri, Kıbrıs sorunu... Bu arada darbeler birbirini izliyor, ancak sanki ahalimiz bunları biraz kanıksamış gibi..."

 

 

***

TARİHİMİZDEN BİR OLAY

1963 yılında ilkokul beşinci sınıftayım. Soğuk Savaş’ın doruğa çıktığı yıllar. Okulların koridorlarına, atom bombası atıldığı zaman ne yapacağımızı gösteren renkli afişler asılmış. İşte merkezde tam tahribat, biraz dışında yangın rüzgarı, ötesinde radyasyon serpintisi filan. Biz de sıraların altına girip korunacakmışız, nasıl olacaksa. Küba krizi, Amerikan donanması, Rus tehdidi, Jüpiter füzeleri, Kıbrıs sorunu... bu arada darbeler birbirini izliyor, ancak sanki ahalimiz bunları biraz kanıksamış gibi. 
...

21 Mayıs sabahı alacakaranlıkta muazzam bir gümbürtüyle uyandım. O saatte ne olabilir. Atom bombası tabii. İşte başladı dedim. Ruslar Ankara’nın göbeğine füzeyi indirdi. Atom bombası filmleri gözümün önünde. Zaten Kızılay’da, Selanik Caddesinde oturuyoruz, kurtulma şansımız yok. “Birkaç saniye ömrüm kaldı, yazık oldu, çok da erken gidiyorum valla ama ne yapalım bu kadarmış” diye sakince ve okuma hızıyla düşündüğümü son derece net hatırlıyorum. Ama saniyeler geçti, bir şey olmayınca atom bombası olmadığını anladım, sevindim tabii. Yataktan fırladım. Jetler ara sıra ses duvarını aşıp, diğer yanda da dalış yapıyordu. Batıya bakan yan dairede oturan halamlara geçtik, en üst kattan Harp Okulu’na doğru dalıp daha çok uyarı mahiyetinde ateş ettiklerini gördük. Bulunduğumuz yere mesafeleri yaklaşık iki bin metreydi. Bir jetin rengi garibime gitti. Normal metalik renk değil, yeşilli bir kamuflaj gibiydi. F-84’e benzemiyor ama olabilir de, acaba F-86 mı, 89 mu diye düşünürken uçup gittiler. Olay Talat Aydemir’in ikinci ve saçma sapan darbe girişimiydi. Ne önceki yılın 22 Şubat girişiminde, ne de 21 Mayıs için ne istediğine dair dişe dokunur en ufak bir şeye rastlamadım. İhtilalse ihtilal, işte o kadar. 27 Mayısçılar beceremedi, o halde devam. İyi de neyi beceremediler, sen ne istiyorsun? Hiç belli değildi ve kendileri de bilmiyordu ki, hele ilk girişiminde Ankara garnizonlarının en az yarısı ona katılmak istemişti. Düşüp dururum yani, o kadar Harbiyelinin ve subayın hiç biri mi sormamıştı “iyi de ne istiyoruz, bu işler nasıl olur” diye. 
...

Sonraki yıllarda, hem 27 Mayıs, hem de sonraki darbeleri içinden yaşamış bazı emekli subaylarla görüştüm. Hepsinin söylediği aynı şeydi. Evet, politize olmuşlardı ama ne yapmak istedikleri konusunda hiç bir net fikirleri yoktu ve siyasi bir programın “p” harfinden bile habersiz buluyorlardı. Yönetim kötü, o halde iyisini getirelim. Eee!, nası yani? Yanıtı yok. Adeta ihtilali sadece heyecanı için istemiş gibiydiler. Yönetim kötü, eee anladık da... Bu ihtilalci heyecanın bundan kısa bir süre sonra Ankara gençliğinin önemli bir kısmı gibi bizi de saracağı muhakkak gibiydi. Nitekim Nisan 1967’de meşhur Sıhhiye mitingine katıldım. Bunu başka bir zaman anlatırım ama işte ihtilal tek başına çok heyecanlı, adrenalinli bir şeydi. Sonrasında mutlaka bir şey yapılırdı. Hem biz zaten gelmiş geçmiş en akıllı nesil değil miydik. İktidarı alınca mutlaka en iyisini yapardık. ... İşte Türk solu bu ortam içerisinde ilk atılımını yaptı ki, bu sarsak hali hiç bir zaman üzerinden atamadı. Bazıları sonradan teori uydurmaya kalktı. O olmadı, bir de bu uyar mı bakalım. Sanki dükkandan gömlek seçiyorsun. Yirmi bir, yirmi iki yaşındaki çocuklar daha politikanın ilk adımını öğrenmeden boşuna öldüler. Bazıları Sinan Cemgil’e mal edilen (bu kadar salakça bir şey söylemiş olamaz,o ayrı şey) bir lafı tekrarlamayı sever: “Biz ODTÜ’de sadece üç kelime öğrendik, Yanki go home.” Sanki kimse bilmiyordu da onlardan öğrenecektik. İşte bu kadar öğrenirsen, kopya teorileri uyarlamaya çalışıp boş yere ziyan edersin toplumcu potansiyeli. Elli küsur yıldır boşuna bunlara laf anlatmaya çalışırız, “kopyacılığı bırakın, düşünmeyi öğrenin” deriz. Porsuğa anlatsaydık anlardı, kunduz, saksağan, yunus hepsi anlardı, ardıç ağacı ile mermer bile anlardı ama solcular anlamak istemez çünkü düşünmekten nefret ederler, çünkü düşünce ezberlerini bozar. Öyle olmasa niye kızayım, ne derdime. Ama işte 1960’larda Ankara sadece bir ihtilalci heyecanlardan ve genel bir anti-emperyalizmden ibaretti. Bu ortam içerisinde ihanet çemberleri yabancı akıl hocalarının talimatlarıyla örgütleniyordu ve onları kolayca silip süpüreceğimizden o kadar emindik ki, buna ancak gaflet denir.

Mehmet Tanju AKAD

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.