DEDELERİMİZ CEHENNEMDE OLMASINLAR SAKIN?
09 Temmuz 2011 01:26 / 2922 kez okundu!
Dersimli dedelerimiz için...
Çağırdı beni. Hemen gittim. Öyle özleşmişiz ki; nice yıllar geçmişti aradan. Buna karşın, sarmaşamıyor, koklaşamıyorduk. Öpemiyordum ellerinden; O da benim gözlerimden. Ama yine de duyumsuyordum sıcaklığını ve Gökova’mızın kokusunu bedeninin. Aynıydı; hiç de istemeden ayrıldığımız günkü gibiydi. Gökova’nın dalgaları alnında, gülümsemesi yüzündeydi. Yine nasırlıydı elleri, parmakları küt ve kalın, gövdesi gemice. Ensesindeki baklava baklava çizgiler duruyordu hâlâ.
Dedeciğim, dedem benim!
O da bana dikkatli ve uzun uzun baktı. Baktı; biraz da hayret ve şaşkınlıkla, “Beni yakalamışsın, neredeyse akran olmuşuz.”
Evet, dedim, evet. Sesim kısılmış titremiş, boğazım yanmıştı doğrularken O’nu.
“Ağartmışsın sakalları da. Sen de dede oldun ha?”
Yine sadece evet diyebildim.
“Kaç tane torunun var?” Şimdilik iki tane, biri kız diğeri erkek; Karya ve Doruk. İsimleri yadırgadığı belliydi.
“Pek de azmış. Ömürlü olsunlar. Benim otuz beş torunum ve bir de sen vardın.”
Beni ayırmıştı yine. O’nun gibi üç karım, on çocuğum olmadığını söyledim usulca ve usûlünce. Bir kızım bir oğlum… Ağzımda kaldı lâfım.
“Biliyorum, biliyorum. Benim seninle olduğum gibisindir torunlarınla herhâlde?”
Bir şey diyemedim; olası mıydı ki bu?
“Güreşte yeniliyor musun sen de?” derken gülümsüyordu.
Oyuncaklarını satın aldığımı söyleyince, boynunu bükerken dudaklarını kıvırdı. Satın almak yerine emek harcamalıymışım. Hatta torunlarımla birlikte yapmalıymışım oyuncaklarını.
“İki çocuğa oyuncak yapmak da ne ki? Öyle değil mi? Hem o zaman başka seversin torunlarını. İnsan emek harcadığını sever, sevdiğine emek harcar.”
Başım eğildi.
“Sıkma canını, denizden artık oyuncak yapılacak temiz tahtalar da çıkmıyor ki; hep yağlı ve kirliler.”
Gönlümü alıyordu. Denize götürüyorum ama dediğimde “Aferin sana” dedi. Bodrumlu bir dedenin de ilk işi torunlarına denizi sevdirmek olmalıymış zaten. Yüzme, dalma kendiliğinden gelirmiş ardından. Adaboğazı’na, Haremten’e gidiyoruz dedim. Durgunlaştı, Karada’ya doğru döndü; “Karaada’ya, mağaraya gitmiyorsunuz, demek ki?” Hayır dedim, seninle gittiğimiz günlerdeki gibi değil artık oralar. Biliyormuş.
“O mağaranın ağzında havuz oluşsun diye set çekilir mi hiç? Üç kuruş para için yok ettiler fokları. Girip çıkamadılar yuvacıklarına; içerde kalanları öldüler, dışarıdakiler de çekip gittiler çaresiz. Şimdilerde de balıkları kafesliyorlar; denizleri kuruttular ya… Dipleri çamur pislik; yaşam yok, Üstü Gökova, altı Çölova…”
En çok da beyazın bu kadar kirletici olduğuna şaşırıyormuş.
“Ankara’daki, pisliklerini taşıdılar bu beyaz evleriyle kıyılarımıza öbek öbek. Sadece kıyılarımıza mı? Ta tepelere kadar beyazla kirlettiler memleketimizi.” Bizim evlerin ruhu varmış da onlarınkilerin yokmuş. “Harcında alnımızın teri var bizim evlerimizin, taşlarında el izlerimiz…”
Öfkeliydi, hem de nasıl? Durmak, susmak bilmiyordu.
“Bu kadar kirlenmeselerdi Ankara’da, kirletmeselerdi Ankara’yı, buralar da böylesine kirletilemezdi. Gökova’da kömürlü santralin ne işi var? Koylar kapatıldı. Ormanlar yakıldı. Hayvancıklar yana bağıra attılar kendilerini denize, boğuldular bu sefer de. Dolduruldu kıyılar. Oteller yapıldı havuzlu havuzlu; koca denizi yok ettiler ya. Şimdi, cehenneme çevirdikleri Gökova yerine, bir bardak suda tepiniyorlar. Yazık oldu Gökova’mıza, cehenneme çevirdiler, cehenneme!..”
Daha o kadar çok konuda yakındı ki, vakitsiz ayrılmak zorunda kaldım yanından; biraz da yeterince mücadele etmediğime utanarak…
Gökova’mızı cennetten güzel bilirdim. Dedem sonsuza kadar oralarda diye sevinirdim. Dedelerimiz cehennemde olmasınlar sakın?
Ertuğrul BARKA
08.07.2011