Sayın Baki Murat'ın 'Yemek yapmak ve aşk' adlı yazısına naziredir

04 Ağustos 2012 22:15 / 1895 kez okundu!

 


‘Erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer’ lafını kayınvalideler çıkarmıştır. Günün her saati evinde esaslı yemek bulmak isteyen uyanık erkekler de desteklemiştir. Hem kayınvalideyi hem kocayı hem hısımları her yönden kazanmak, kuşatmak gerektiğini düşünen uyanık kadınlar da neden olmasın, demiştir.

Öyle midir sahiden?

Aşkı bilen mi, yemek yapmayı bilen mi deseniz, erkek taifesinin yanıtının dünyanın her yerinde aynı olduğunu belirtmeye gerek var mı?

Kalbe giden yol muhtelif yerlerden, yollardan geçiyor, doğrudur. Da, bu yolların kara tava, yağ, bulaşık yalağı, dibi tutmuş tencere, havan, mangal, rende, tencere falan olduğu tartışılır.

Yemek yapmakla sevmek arasında en kısa ve kolay yol, soğuk algınlığında özlenen yağsız pirinç çorbası olsa gerek...

Bu gerçekten aşk yapmak, aşka ulaşmak istediğiniz yahut arzuladığınız yüreğe aşka düşürmenin, yazarın tümcesi böyle değildi, iyi saatte olsunlar karıştı, kalbe aşk düşürmenin en hızlı ve cezbedici yolu olabilir, aşk, öyle diyordu...

Dil faktörü önemli elbet, dilin damakta bıraktığı unutulmaz tat, bu fasıl da böyle değildi, yazı önümde değil, dervişin fikri zikri gibi oldu affola... Dilde unutulmaz tat bırakan her yemeği eğer aşık kişi pişirmiş ise...

Pişirmese de olur, ko bankonun üstünde çiğ dursun, sebze de et de...

Hedef iki damakta unutulmaz tat bırakmaksa eğer, elin ağzına yetmesine bile gerek yok esasen... Değil aşk, A harfi bile yeterlidir, zaten peşine Ş ve K eklendikten sonra, dibi tutuyor. A harfi yahut peşinden gelen tehlikeli harfler yahut yazarın belirttiği gibi aşksı ilgi ve duyguya gerek var mı derseniz, aşk, muhabbet ve aşki lezzet babında harflere hiç gerek olmadığını söyleyebilirim, naçizane. Gökgürültüsü, şimşek, bad-ı saba olsa fena olmaz ama.

Virginia Woolf ‘İyi bir akşam yemeği yememiş biri ne iyi düşünebilir, ne iyi aşk yapabilir ne de iyi uyuyabilir’ derken aşk ile yemek arasındaki o uçrak ilişkiyi vurguladığını belirten yazar, H. V. Horne'un aşk ve yemek buluşmasının farklı yanına ‘Yemek pişirmek aşk gibidir. Ya tamamen coşkulu ve kendinden geçercesine girilmelidir işe ya da hiç’ diyerek değindiğinin de altını çizerken, Dalai Lama'nın da, Harriet’in sözlerine arka çıktığını söylüyor ‘Aşka ve yemek yapma işine hesapsız, kitapsız kendinden geçercesine girilmelidir.’

Öyle ediliyor zaten, sonra mide fesadına uğranıyor, insanların fesatlığına uğranılıyor. Aşk bab'ında anoreksiya olanların kem gözü üstünüze gelip yapışıyor.

'Bu cümlelerden de anlaşıldığı üzere yemek yapmak ve aşk kelimeleri öyle şans eseri yan yana gelmiş değil' dediğine ise tümüyle katılıyorum, da, onlar şans eseri yanyana düşmüyor elbet, çocuk yapmak üzere düşüyor, yok bu da ayıboldu şimdi, ama, aşkın temelinin atılmasıyla su basmanının çıkılmasının temelinde ilkin o ilahi paket program ağır basmıyor mu Allahaşkına? Doğa bu işin maestrosu, 'üre ey insan!" buyuruyor, gerisi ve sofradaki malum artık...

Aşk ile çocuk yapmak, gene yanlış yazdık, aşkla yemek yapmak üzerine yazarımızın kurmaya çalıştığı muhabbete kim karşı çıkabilir? Muhabbete itiraz olmaz, çarpılırsınız...

'Sanat, eğer duygu ve düşüncelerimizi etkileyen, harekete geçiren bir olgu ise aşk zaten o duygu ve düşüncelerin cümbüşü değil midir?' Amenna, öyle elbet. 'Hele de Thomas Munro'nun deyişiyle "sanat, doyurucu estetik yaşantılar oluşturmak amacıyla dürtüler yaratma becerisi’ ise insanın dürtülerinin temelinde oturan ‘yemek’ eylemi nasıl dışında kalabilir ki bu işin?' Kalamaz, haklı... Kadın argo sözlüğü okumuştum bi tarihte, bi çalışma için, ah bulabilsem kütüphanemde şimdi şuracığa ne hikmetli sözler düşerdim, hayır var dilden düşmeyen yemek temelindeki muhabbetengiz sözler de, rtükle başımız derde girer şimdi, hayaledin ey insanlar, neler de neler, maydanozlu köfteler... HerkeŞ haklı, aşk yapmak yani yemek yapmak bir sanattır, fazla kişi de gerekmez üstelik, W. Allen'a bakarsan öylesine ağır yemektir ki aşk, üç kişi anca taşır... Yemek eyleminin elbet aşkla doğrudan ilişkisi var, seyretmenin daha da çok...

'1878 - 1943 yılları arasında yaşamış Fransızların en ünlü aşçısı. Boulstein ‘Yemek pişirmek kimyasal bir işlem değil, bir sanattır. Kesin ölçülerden çok sezgisel bir kabiliyet ve lezzet duyusu gerektirir’ diyor. Gerçekten sanatı da ortaya çıkarıp, insanın dünyasında önemli kılan o sezgisel kabiliyet değil midir? Hani işin hamuru misali. Bu çıkarsamadan iyi yemek yapanların iyi aşık olduğunu düşünebilir miyiz? Yahut en iyi aşıkların mutfakta -yahut döşekte- ellerinden uçanla kaçanın kurtulamayacağını? Bu fasıl, atom altı parçacığı kadar gizemli, bilinemez bir iş.

'Yemeklerin yaradılış sırrı sezgisel yatkınlıkların varlığında gizli. Ve güzel bir yemek yapmanın olmazsa olmazı olan sezgisel kabiliyet ve lezzet duyusu en basit tanımı ile ‘aşk ile pişirmek’ deyiminin temel unsurları bence' diyen yazara katılmamak ne mümkün? En iyi aşk-ı muhabbet ve en güzel yemeklerin sırrı o üç hınzır harfte değil mi, hem onduran, hemi öldüren? Yoksa şu mu, hayal edelim haydi hep birlikte, soğan, sarmısak, karnıbahar, kıyma falan konulmuş bir tepsi mi cezbeder sizi, esaslı bir öpüşmenin bırakın hakikisini yalnızca hayali bile mi? Belki bu fasılda sevgilinin dilinin sarmısağa, soğana değmemiş olması yeğlenir, sakız yahut karanfil olabilir ama...

Bedenlerin birbiriyle buluşması öncesi, kuş sütü eksik donatılmış bir sofra açılsa erkekle kadının önüne, acaba ne söylerler, dilden ve bedenden?Hadi oturalım, yiyelim, güzelleşelim mi derler, sofra da beklesin, fasıl da, kainat beklesin, ama vuslat beklemesin mi?...

Kalpten ve bedenden ne ırmaklar ne çaylar akıyor evet, huşu içinde mi, önüne katanı sürükler biçimde mi artık onu ben bilemem, aşıklar bilir, ancak aşksız kalanların ağzını bıçak açmadığını bilirim, yemekten içmekten kesildiklerini de... O en ünlü şefler, kitabi aşçılar bile kimbilir aşık olunca dut yemiş bülbüle dönüyordur nasıl...

'Tutulduğunuz yahut size aşık olması için ölüp bittiğiniz kişinin tenini aheste dokunuşlarla uyarıyor' demek 'yemeğimizin cezp edici kokusu...' Artık aşk defterini kapatmış bir aşk ve vuslat mütekaidi olarak ben buna el insaf derim ancak... O tenler öylesine uyarılmış olsaydı keşke, aah ah, evet var ağızdan dilden dudaktan yana bir uyarıcı ama ne çare o da manavda, kasapta bulunmuyor, ayrıyetten tehlikeli, kaç esaslı adam onu yedi yani yuttu ve ellerin koynunda ömürleri hitam buldu, rezillik de cabası...

Aşktan yana umarsız kişilerin aşk uğruna Emine Beder kitabı hatmettiğini yahut Oktay ustanın yemek kursuna yazıldığını görmedim, içtirecekleri tılsımlı su için, yahut yedirilecek mahlukat beynini okutmak için tılsımcıların kapısını arşınladıklarını gördüm ama, vergi veren, ilacı ve teşhisi güçlü falcıların pıtrak gibi her yerde açılıverdiğine bakılırsa...

'Tanrı’nın içinize üflediği bütün mucizelerin, sihirlerin, kerametlerin ete kemiğe bürünürcesine mutfağınızda bir bedene dönüştüğünü görebilir gözleriniz o anlarda. Sonrasında olansa duygularınızın mutfağınızdan evinizin bütün odalarına, sokağınıza, mahallenize dokunmak isteyen bir şelaleye dönüşüp çağlamasıdır zaten' derken yazar, ben bu musikiyle sersemlemiş, işin Tanrı'nın üflediği o mucize ile aşkın ete kemiğe bürünmesi ve mutfağınızdan döşeğinize uzanan hat üzerinde bir bedene dönüşüp, dokuz ay on günlük bir dinlenme faslına gerek duyduğu biçiminde okuyorum, hay Allah...

'Milyonlarcası için sadece yemek yapmak işi olan izzet sizi arzuladığınız bir yüreğin karşılık veren coşkusuyla' yemekten sonra oluyor değil mi efendim bu, aç karnına değil, 'tanıştırır bir zaman sonra -ki evrenin bir başka büyük patlamasına doğru' hah işte ben de onu diyorum, o big bang için açlık tokluk gerekmez diyorum, erkekler gözünün görüp dilinin tattığını değil, elinin altındakini bilir diyorum, elbet çizmeyi aşıyorum, 'arzularınızın panayır çılgınlığıyla doludizgin koşmasıdır o an, rahat olun', işin bir panayır şenliği olduğu doğru da, üç halka yirmi beşe mi, gözü bağlı motosiklet sürmek mi, altına ağ gerilmemiş tramplenden partnerinizin sizi tutacağı zannıyla yere çakılmak mı, bilemem gayrı hangisidir kastedilen, ama, hedeflenen rahat olmak mı yoksa rahatsız olmak mı, aşkın amberi mi, to bee or not to bee mi, işte o fasılda yaya kalıyorum...

'Peki, hangi aklı başında yüreğin itirazı olabilir lezzet coşkusuna kapılmış öyle bir hale itiraz etmek? Sonra gerekli midir, arzuları hidayete erercesine kanatlanmış bir bedeni cenderelere çekip günahını üstlenmek?'

İşte ben de onu diyorum... Kanatlanmış beden yahut başka yerler ne tabak ister ne meyve, yemeden tok, içmeden serhoştur onlar ve öylesi bedeni ister sevdiği ister kamu (!) cendereye sokar ise, günahtır, yazık ve dahi ayıptır...

Memleket kalkmış oynarken biz bunları yazıyoruz diye ayıplamayın ey okur, unutulmasın ki bir memlekette huzur eğer döşeklerde huzur tamsa sağlanabilir. Kimse enflasyon yahut tüfe rakamı, kalkınma yüzdesi, memura zam, key mey demesin, çatlak ses çıkarmasın. İnanmayan sosyolog, psikolog ve karakollara sorsun.

Ey aşk, sen nelere kaadirsin...

(Bunu diyen, aşki hikayeler yazan, artık konunun mütekaidi olması gereken yaşa erişmiş, darısı cümlesinin başına ve aşkın koca ve beyhude bir hayal olduğunu, hatta fuzuli iş olduğunu, bütün olayın doğa denen o en büyük şefin dünyaya yeni bir canlı gelsin diye ağızdan burundan gönülden dipten ve temelden dokuz şiddetinde sarsıntıyla insanı haşat edip sonunda dediğini yaptırmak olduğunu ilmen ve hissen ve bedenen yaşayıp görmüş bir kişidir.)

Gene de aşk çok şeylere kaadirdir...


Ayşe KİLİMCİ

04.08.2012

***

> Yemek yapmak ve aşk… - Baki MURAT

> Çizim: Firuz Kutal

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
06 Ağustos 2012 14:48

Baki MURAT

Sayın Kilimci,

Öncelikle yazımı nazire niyetiyle de olsa dikkate almanıza sevindim. Ama itiraf edeyim nazireniz çokca haksız noktalar içeriyor ve ben maalesef çoğuna katılmıyorum. Hem bu yazının niyeti açısından hem benim dünyaya, hayata ve çok doğal olarak hepimizi ilgilendirmesi gereken bir olgu olması sebebiyle kadına dair düşüncelerim açısından bu fikirdeyim...

O yüzden şimdi kalkıp size sizin yaptığınız gibi hızlı, alelacele ve uzunca bir nazire de ben yapmayacağım. Hatta cevabı bir şeyler yazar mıyım yazmaz mıyım doğrusu onu dahi bilemiyorum şu an. Ama cevap yazma hakkımı baki tutuyorum, söz.

Yalnız sizden naçizane ricam, lütfen yazımı biraz daha sakin ve nazirenin olmasa olmazlarından latife ve şakayı da yanınıza katarak tekrar okuyun. İnanıyorum ki şakası eksik, alayı bol, yanlış anlaması çok bu uzun nazireyi size yazdıracak denli ne kadına yüklenmiş gelenekselliklerin devamına methiye düzmeler ne de bir cinsiyeti yüceltip birini aşağılamalar bulacaksınız yazımda...

Sevgiyle,
06 Ağustos 2012 11:36

kilimciayse

Sayın yetkili yayın yönetmeni, bu sizin yazar ne söylemeye çalışmış, anlayamadım ...Tersinden okudum, düzünden okudum, nafile...Yoksa oruç başıma vurdu ondan mı, Güzin ablacığım?

- Yavrucuğum ve herkes, yazılandan yazılamayandan çuvallayan herkes, yazar çalıyı baştan dolanmış, çok laf edeyim derken, bam telinde penayı kırmış. Mevzuu şudur;

1) Sofra, aşklı yahut aşksız çok mübarek bi yerdir, mübarek Ramazan günü, oruç yerine nelerden sözaçıyoruz, adımızla müsemma, ah İzmir gavur İzmir...

2) Sofra aşk olsun olmasın, aşkla değil, parayla kurulur, parasız, barışsız, yarayışlı sofra nah kurulur!

3) Küçük oğlanı annesi yıkarken, densiz bi yerini gösterip sormuş çocuk, 'anne benim beynim burası mı?' diye, kadıncağız da, 'daha değil oğlum, daha değil' demiş.Küçük oğlanları proteinden yana zengin besleyiniz, mümkünse dört yaşına kadar da emziriniz, 15'inden sonra nasılsa fastfood ve tek naneyle beslenecektir.Taa ki azgın teke sendromuna duçar olasıya...Ondan sonrası malum, hapı yutmak.

4) Erkeğin kalbine giden yol ne gözden, ne midedendir, daha alt sokaklardandır, kadının çektiği de dünyanın her yerinde ve her çağında, kaderindendir.

5) Bu erkek milleti Tanrı'nın yırtıp yırtıp dünyanın dört bi yanına attığı kaput bezidir, fazla önemsemeye gelmez, kalite aynıdır, karat ve hedef de öyle.Zaten kendileri taslaktır bilindiği üzre, ilk imalattır, elbet defo çok.

6) Yemesi içmesi pek hoştur, araya mutfağı ve giysileri katmadan, sivil olanı, herşeyin, demokrasinin de yemenin içmenin de sivil ve üryan olanı...

7) Yazarı hoşgörün, bu memlekette yaşı altmışa çeyrek kalan herkesin düşünüp söyleme, derdini hakkıyla dile getirme konularında uğradığı dumur onda da tezahür ediyor, yayın yönetmenlerinin ettiğinden sekte-i kalp olmaz ise, bi beş yıl daha böyle götürsün, sonu siz sağ o selamet...

6) Tek yol Devrim!

- Yahut Aşk

- Yahut Sofra,

- Olmazsa olmazı Barış, artık size uyan hangisiyse, yazarsınız, ancak bu fasılda 'hiçbiri' şıkkı yok.

Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.