Birleşik, demokratik bir Sol özlemi - Halil Berktay

04 Mart 2008 05:16 / 1894 kez okundu!

 

Türkiye'nin yüz akı akademisyen tarihçilerden Halil Berktay, Taraf gazetesinde seri olarak yazdığı yazılarla Türkiye Marksist solunun geçmişine panoramik bir bakışla eleştiriler yöneltti. Kendini cesurca eleştirmeden yeniden devrimcilik oynamaya çalışanla

80'lerin sonunda kaçan fırsat: Birleşik, demokratik bir Sol özlemi



Batı Avrupa ve ABD'de 1960'lar, Eski Sol'dan, yani KP'ler geleneğinden bağımsız, çok daha demokratik bir Yeni Sol'un doğuşuna tanık oldu. Türkiye ise farklı bir gelişme gösterdi. Bugün, keşke böyle bir kuşak ayrışması oluşsaydı, diyeceğim geliyor. Onyıllarca bastırılmış eski lider ve çevreler özgürleşip ortaya çıktı -- ve birbirleriyle sadece güncelliğin değil, geçmişin de kavgalarını kaldıkları yerden vermeye koyuldu (bu, 1951-52 tevkifatının "Eski Tüfek"leri gibi, Aybar ve etrafı, Behice Boran ve etrafı, Kıvılcımlı ve etrafı için de geçerliydi). Aynı zamanda (a) Üçüncü Dünya'nın yükselişi reel sosyalizmin iflâsını örtüyordu; (b) yasaklar alanına büyük bir ilgi ve merak duyuluyordu; (c) Türkiye dünyadan bugüne kıyasla çok daha habersizdi, yani geriliği bir de düşünsel azgelişmişlik boyutuyla malûldü.



Bu koşullarda, aslında hayli taşlaşmış bir Komintern Marksizmi, taze bir rüzgâr gibi esip yayın hayatında öne çıktı. Keza "Eski Tüfekler" bu zeminde, başta TİP olmak üzere bütün sol akım ve örgütler nezdinde bir hak ve ispat-ı vücud mücadelesine girişti. Etkili de oldu. O kadar ki, o günlerde bir arkadaşım (İkinci Yeni şiirine atfen) "biz İkinci Eski'yiz" demişti, genç MDD'ciler için. Espri nefisti de… içeriği canımı yakıyor, şimdiki kafamla. 1970'lerde hepsinin üstüne, yurtdışındaki TKP'nin artan nüfuzu ve kâh Sovyetlerin, kâh Çin'in, kâh Arnavutluk'un, kâh Küba'nın ve Tricontinental'in "temsilciliği" rekabetleri bindi.



Önemli ölçüde bu aidiyetler yüzündendir ki, SSCB'nin çöküşüyle birlikte, (Batı'da Yeni Sol bir ölçüde yaşayabilirken) Eski-Eski Sol öldü, bitti Türkiye'de. 1980'lerin sonunda hâlâ zaman ve mekân (Birleşik Sosyalist Parti süreci) varken, bu son fırsatta dahi basiretli davranıp kendini dürüstçe yenilemeyi başaramadı. Bir yanda TKP önderliği, gene benmerkezcilik yaptı; birleşmeden önce sırf kendi özel muhasebesiyle yetinecek yerde, bir bütün olarak Marksizmin özeleştirisini herkesten önce ve tek başına yapmaya (ve bunun ardına sığınmaya) kalkıştı. Buna karşılık TKP'den nefret eden bütün diğer gruplar, çok kısa vâdeli ve dar kafalı bir intikam oportünizmine saplandı. Nisbeten tecrübeli liderleri vardı gerçi. Ama nedense hemen herkes, "hah işte bak, gördünüz mü, Marksizmi terk etmek suretiyle gerçek yüzlerini gösterdiler" ucuzluğunu tercih etti. Zaten bazı kötü niyetli capoistorico'lar da son çare olarak "reformculuk" şantajına başvuruyordu. BSP'de toplanmaya başlayanların önemli bir bölümü bu tuzağa düştü; samimiyetten uzak bir "devrimcilik" pozuna girdi. "Devrim-reform" fantezisi, bir kere daha Solu bölmeye (veya bölünmüş tutmaya) yetti. Ciddi bir devrim projesi mi vardı ortalıkta? Ne gezer! Marx'ın dediği gibi, ilk seferinde gerçek bir trajedi olarak yaşananlar, 89-90'da bir farce, sahte ve yapay bir komedi olarak sahnelendi. Ankara konferansında bir konuşmacının kullandığı anlamlı ifadeyle "Yeni'nin militanlığı" yeşeremedi. Bazıları ruhsuz bürokratlık yaptı. Bazılarının "devrimcilik" fiyakası, adam gibi bir birleşmenin gerektirdiği derin ve topyekûn angajmandan kaçıp eski klişelerle idare etmenin gerekçesine dönüştü.



Sonuçta, fraksiyonel örgütlenmesinin son demlerindeki bu Sol, parçalanmışlığından yeni bir sentez çıkartamadı. BSP dahi böyle bir sentez olamadı, çünkü sosyalizmin 150 yıllık teorik mirasının elbirliğiyle, canıgönülden revizyonu süreci idare edilemedi. Güvenilir bir cazibe merkezi, uğrunda tekrar fedakârlıklara katlanılabilecek bir proje oluşmayınca, aydınların siyasetten kaçışı büsbütün hızlandı. Meydan vasatlığa (mediocrity) kaldı. Ufuk Uras gibi birkaç istisnayla ÖDP, Eski-Eski Solun belki hep vasatlığı simgelemiş bileşeninin eline geçti. Maoculuk, tarihselliğini yitirip mutlaklaşmış, genel bir dış dünya fobisine dönüşmüş bir "anti-emperyalizm" üzerinden, nezih bir tanım arayışı içinde ulusalcılık dedikleri, düpedüz faşizan bir neo-nasyonalizme katıldı.



Sonuçta, siyaset sahnesinin sol yanına, 1960'lar, 70'ler ve 80'lerden, anlamlı bir örgütsel devamlılıkla birlikte, geniş ve özenli bir demokrasi vizyonu da intikal edemedi.



Sol ve demokrasi (9) :



Bugünkü Türkiye'den kesitler



Halen bir Sol var mı, veya nerede? Küçük parti kırıntılarının fikir hayatına etkisi sıfır. Buna karşılık basında ve sivil toplumda çok ciddi bir demokrasi birikimi söz konusu. Ama bu ikisi artık apayrı dünyalarda yaşıyor.



21. yüzyıl başında en temel iki sorun, demokrasi ve milliyetçilik. Üstelik ikisi tamamen iç içe. Sırasıyla 1912-22, 1925-27 ve Büyük Bunalım dönemlerinde şekillenen ulus-devletin dayanakları, öncelikle bu iki açıdan sorgulanıyor. Ulusalcılığın yükselişi hepimize çok şey öğretti. Milliyetçiliği geriletmek, özgürlükleri iğneyle kuyu kazarcasına genişletmeye bağlı. Egemen Sünni-Türk milliyetçiliğinin "öteki"lere bakışını değiştirmeden, daha büyük demokrasi hamleleri olanaksız.



Kaç seçim geldi geçti; ÖDP "şimdi sosyalizm" istemek veya "sokak süpürmek"ten uyanacak da böyle bir stratejik tesbit yapacak diye galiba boşuna bekliyorum. Canalıcı mücadeleler: kuruluş efsanelerimiz; Kürt sorunu; Ermeni soykırımı; Kıbrıs çıkmazı; 301. madde; devletin kamusal alanı yutması; derin devletçi YÖK başkanları; üniversitelerde hem bilim, hem kılık kıyafet özgürlüğü; azınlık vakıfları; patrikhanelere baskı; çeteler; darbecilik; Hrant cinayeti; Malatya katliamı; Nokta baskını; Susurluk rezaleti ve Şemdinli fiyaskosu; hukukun hukuksuzluğu; homofobinin kırılması; vicdanî red… etrafında dönüyor. Hepsinin başını, eleştirel aydınları, köşe yazarları, öğretim üyeleri, liberal ve sol-demokratları, Baskın Oran'ın yokluktan fışkıran seçim kampanyası, sair "platform"ları, "imza" ve "insiyatif" grupları, internet listeleri ve web siteleriyle örgütsüz Sol çekti. Buralarda, eski "proleter enternasyonalizmi"nden çok daha içten ve kapsamlı bir evrenselcilik de çiçek açıyor.



Buna karşılık örgütlüler "eski teori" bataklığında boğuluyor. Cumhuriyetin 85. yılında, bazıları (kâh emperyalizmin, kâh irticaın) "karşı-devrim"ine karşı hâlâ Kemalist Devrimi "sürdürmek" iddiasında. Kendini ya 1919-20'de (Sevr) ya 1925-27'de (Takrir-i Sükûn) zannediyor. "Her şeyi mübah" görüp "TSK'nın silâhları"na sığınıyor.



Başka grupçuklar otoritarizme iltihakın değişik yollarını buluyor. Ergenekon'un çözülmesine, yalnız güzide yazarı Veli Küçük'ten mahrum kalan nasyonal sosyalist işçi partisi değil, yeni TKP de (liberaller haklı çıkacak diye) hayıflanıyor. Jose Marti Derneği, Ufuk Uras'ı ha Che tişörtleri, ha türban dediği için kınıyor. Ellerine üç kuruşluk iktidar geçse, bir "Guevara'nın anısına hakaret" yasası da onlar çıkaracak. Uras'ın geçmişte "Küba demokrasisi"ni eleştirmeye yeltendiğini ayrıca hatırlatmışlar (ve ben bu satırları yazarken ajanslar, Raul Castro'nun "oybirliğiyle" cumhurbaşkanı seçildiğini, böylece iktidarın aynı Platonik yaşlılar oligarşisi içinde 81 yaşındaki ağabeyden 76 yaşındaki kardeşine "demokratik" biçimde geçtiğini duyuruyor).



Türban tartışmalarında bir kısım solcu, "materyalizm doğru, din yanlış, öyleyse türban talebi de yanlış, öyleyse türbana serbestlik tanınmamalı" mantığının dışına çıkamıyor. Bianet sitesindeki Selim Evren imzalı yazı, "postmodern özgürlük dini"ne saldırıyor. "Lenin'in 'burjuva demokrasisi' dediği biçimsel özgürlük sahnesi"ne aldanmamamızı talep ediyor. "Belirlenmiş koşullar içinde seçme serbestliği özgürlük değildir" buyuruyor. "Bizzat bu koşulların seçilebileceği konum" olarak "komünizm evresi"ni "gerçek özgürlüğe kapı" sayıyor. Peki, oraya nasıl geleceğiz? Gene "proletarya diktatörlüğü"yle mi? Ama orada da bir başka tür [parti tarafından] "belirlenmiş koşullar" söz konusu değil mi? Örneğin Küba'da, her koltuğa tek aday gösterilebiliyor. Öyle ya, "biçimsel" değil "gerçek" özgürlük! Pardon, halk asıl bu "sınırlı seçme serbestliği"ni reddederse ne yapacağız? Çavuşesku gibi, orduya ateş emri mi verelim? Devamında yazar, "özgürlüğün teolojik bir kategori olmadığını" vurgulayarak sorunu çözdüğünü sanıyor.



Kendimi bunun bir şaka, bir dogmatizm hicvi olabileceğine inandırmaya çalışıyorum. Değilse? Sırf bu yazı, realiteye ve topluma sırtını dönüp kendi "teori"sinin tabutuna kapanmış bir Solun mezar taşı gibi duruyor.

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.