'Yakın zamana kadar medyanın patronu orduydu...'

02 Mart 2010 15:14  

 

'Yakın zamana kadar medyanın patronu orduydu...'

“Medyanın bugüne kadar asıl patronu askerdi. Yani medya, buranın esas sahibi askeriyedir diye düşünürdü. Medya toplumu yönlendirirdi, medyayı da askeriye yönlendirirdi. Medyanın büyük kesimi için bu hala böyledir.”

“28 Şubat’ta daha özel bir durum var. 28 Şubat’ın sanıyorum bugünkü siyasi resmin başlangıcı olması isteniyordu. Yani Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan iktidarı İslami kimliğinin inkar edilmediği ama İslam alemine model olabilecek bir gelişmişliğin tesisine yönelik bir sinyal verildi. Ancak, o hükümet bunu algılayamadı.” “Tuzu kurular orduyu tutar, yoksullar, yığınlar, yani sanayi döneminde burjuva partisini tutması gerekenler bugün ordu taraftarıdır ve komünist partisini tutması gereken yığınlar da cami avlusu etrafındadır.” “Ergenekon sürecinde aslında nasıl bir ülkede yaşadığımızı görüyoruz. Lunaparkta korku tüneline girmiş gibiyiz. Peki bunu nasıl gizleyeceksin? Vatan bölünmesin, laiklik elden gitmesin gibi kendine meşru taban bulmaya çalışan bir propagandayla gizlemeye çalışıyorlar. Bunun aleti olmak yerine aslında bunun amacının, o karanlığın üzerine gidilseydi Refah Partisi yüzde 60 ile yeniden iktidara gelirdi.” “Dünyanın iradesiyle, sistemin iradesiyle bir askeri cumhuriyet olma sürecinden çıkışımızdır bugün yaşananlar.”

Mehmet Altan'ın, Sesonline.net'ten Arife Köse ile röportajı...

NEDEN MEHMET ALTAN?

28 Şubat darbesi, hayatımızın son 13 yılını belirleyecek bir sürecin başlangıcı olmakla kalmadı, dağarcığımıza post-modern darbe, andıç gibi yeni kelimeler ekledi. Andıç olayı, 1998’de yakalanan PKK'nın üst düzey yöneticilerinden Şemdin Sakık'ın soruşturma zabtına, yalan ifadeler eklenerek basına sızdırılması olayıdır. Çevik Bir ve Erol Özkasnak'ın gönderdiği sahte belgeye göre Sakık, ifadesinde bazı gazetecilerin ve sivil toplum kuruluşlarının "para karşılığı PKK’ya destek verdikleri" iddia etmişti. Sabah gazetesi sahibi Dinç Bilgin başta olmak üzere bazı medya patronları adı geçen gazetecilerin işine son verdi. Bu gazeteciler arasında Kürt sorununda devletin resmi politikasına uyum göstermeyen Cengiz Çandar, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Mehmet Barlas, Mehmet Ali Birand gibi gazeteciler bulunuyordu. Bu kişilerden Cengiz Çandar'ın yazıları durdurulurken; Mehmet Ali Birand, Sabah'tan atıldı ve Show TV'deki 32. Gün programı yayını askıya alındı. Belgede adı geçen Akın Birdal ise Türk İntikam Tugayı örgütü tarafından suikasta uğradı. Daha sonra bu belgenin Çevik Bir ve Özkasnak tarafından "Andıç" adı verilen bir yazıyla hazırlandığı anlaşıldı. Belgenin Genelkurmay'ın bir andıçı olduğunun anlaşılmasıyla beraber olay hakkında hiç bir komutandan açıklama gelmedi. Olaydan 11 yıl sonra belgenin sahte olduğunun anlaşıldığı dönemde 2. Başkan olan orgeneral Yaşar Büyükanıt, 32. Gün programında Mehmet Ali Birand'ın sorusu üzerine "Evet hata idi..." açıklaması yaptı. Biz de andıç olayının hayatındaki etkilerini, 28 Şubat’ı ve medyanın 28 Şubat sürecindeki tutumunu o dönemde andıçlanan gazeteciler arasında yer alan Mehmet Altan ile konuştuk.

* * *

» ARİFE KÖSE: 28 Şubat’ta ordu nasıl bir toplum yaratmayı hedefledi?

MEHMET ALTAN: Ordunun böyle toplum yaratmak gibi bir gücü yoktur. Yeryüzü sistemiyle bağlantılı bir taşeron taşıyıcıyı sistemin unsurudur ordu. Yani Türkiye’de ordu hiçbir zaman kendi başına darbe yapamaz. O, bir NATO ordusudur. Onun için, bu darbeler neden oluyor diye bakmak lazım. Bu darbeler neden oluyor diye baktığınız vakit 28 Şubat’ı ayrı bir yere koymak lazım çünkü o, soğuk savaşın dışında Türkiye’de gerçekleşen bir darbedir. Ama iki süperin olduğu iki kutuplu bir dünyada darbeler, Türkiye’nin, kendi kampında, kendi çıkarlarıyla, kendi çıkarı derken de insanının zenginleşmesi ve özgürleşmesi yolunda rasyonel kararlar ile dünyadaki gelişimi denk düşürebilecek bir arzu, akıl, strateji içinde olmamasından gelen müdahalelerdir. Yani bu ne demek? 1960, ithal ikamesine geçmek için olmuştur. 71, dışa açık büyüme modelinin sinyalidir. Siyaset buna itiraz etmiştir, 80’de zorla yaptırmışlardır. Dünyadaki sistemin para kazanma biçimlerinin üslubu, onun buralardaki yansımaları, bunu akılcı bir şekilde lehimize dönüştürmeye yönelik bir tavır… Bunların hepsi birer faktördür. Çünkü gücün kadar varsın, gücünün dışında bir davranış içinde olduğun vakit seni itip kakarlar. Onun için gücünle aklını ve çıkarlarını denk düşürecek şey zaten akılcılıktır. Bunu yapamadığımız için darbeler oldu. 28 Şubat’ta daha özel bir durum var. 28 Şubat’ın sanıyorum bugünkü siyasi resmin başlangıcı olması isteniyordu. Yani Tansu Çiller ve Necmettin Erbakan iktidarı İslami kimliğinin inkâr edilmediği ama İslam âlemine model olabilecek bir gelişmişliğin tesisine yönelik bir sinyal verildi. Ancak, o hükümet bunu algılayamadı, Türkiye de algılayamadı. Necmettin Erbakan gidip Bill Gates ile özel toplantı yapacağına Kaddafi’nin Libya’daki çadırına gitti. Dünyada 1.6 milyar Müslüman vardır. 57 tane Müslüman ülke var. Ama toplam üretimleri Almanya kadar bile değil. Buralarda çok büyük yoksulluk, işsizlik, sefalet var. Bu insanların, bu Müslüman âleminin topluca kalkınamaması yeryüzünün de gelişmesini engelleyen bir durum. Yani, bilgisayar üretiyorsanız Müslüman âleminin zenginleşmesini, gelişmesini, demokratikleşmesini ister istemez arzu etmek mecburiyetindesiniz. Oralarının kalkınması sizin de çıkarınıza aykırıdır. 28 Şubat’ta bu mesajı algılayamadılar ve sistemden kayma eğilimleri gösterdiler. 28 Şubat budur.

» Peki, irtica tehdidi sadece bir bahane miydi?

- Bir iç kavga var. Bu uluslar arası sistem içinden darbeye onay olmadan darbe gerçekleşmez. Bir de içeride, bu dinamiğin dışında, cami ve kışla kavgası var. Kışla, hiçbir zaman caminin iktidara yönelik bir alternatif olmasından hoşlanmıyor. Onun için ta İttihat ve Terakki’den beri her tür muhalefet, demokrat olanlar da dahil, şeriat geliyor diye cami platformunda ve avlusunda değerlendirilmiştir. Onun için 28 Şubat’ı yaparken orda her halükarda buranın kendisinin tek patronu olduğu bir yer olamaya devam etme arzusu içindedir. Ama darbe konusunda dış dinamikler devreye girer. 28 Şubat’ta da ordu kendi iç egemenliğine bir tehdit olarak durumu değerlendiriyordu. Ama 28 Şubat’ın gerçekleşmesini Erbakan ile Tansu Çiller’in dünya konjonktürünü algılayarak buna uygun gelişmelerden çok uzak hareketler içinde olmaları kolaylaştırdı. Çünkü Turgut Özal zamanında olmadı. Tam tersi oldu. Dünya sistemi ordunun arkasından çekildiği vakit ordunun böyle fiili bir gücü yoktur, tıpkı bugün olduğu gibi. Onun için bunu hem iç hem de dış nedenleriyle değerlendirmek lazım. Ama içeride, aslında bir sınıfsal meseledir, onun da altını çizmek lazım. Tuzu kurular orduyu tutar, yoksullar, yığınlar, yani sanayi döneminde burjuva partisini tutması gerekenler bugün ordu taraftarıdır ve komünist partisini tutması gereken yığınlar da cami avlusu etrafındadır. Onun için bunu iç siyasetteki dengelerle analiz etmek lazım. Ama darbeden söz ediyorsak, yerel darbe olmaz. Talat Aydemir bunu denedi ve bedelini ödedi. Darbe konusunda her zaman daha uluslar arası bir yoruma ihtiyaç vardır. Ama ordunun Türkiye’deki konumu, buranın tek patronu benim, başkasına da müsaade etmem kavgasının devamıdır. Bunun sosyal analizinde ise, bu sınıfsal bir kavgadır. Yani tuzu kurular, saraydakiler bugün devlet etrafında var olmaya devam eden devlet elitleridir. Bunlar rekabetten de hoşlanmazlar. Bir taraftan batılıyız, moderniz derler ama küreselleşmeye de karşıdırlar, AB’ye de karşıdırlar. Çünkü rekabet etmeden devlet imkânlarıyla çok iyi yaşama geleneğinden gelirler. Bir de bunun dışında dışlamak istedikleri, yok saymak istedikleri tebanın yerinde olan Türkiye halkı var. Onların arasındaki kavga da bizde cami-kışla ekseninde devam ediyor maalesef.

» 28 Şubat süreci ile dünyada 11 Eylül sonrasında gelişen süreçte, özellikle İslama yönelik tavır bakımından bir paralellik görüyor musunuz?

- Amerika’da birçok Amerika var. Ama ben bunu ikiye ayırıyorum. Bir tanesi silah sektörü, diğeri de bilgisayar sektörüdür. Komünizm bitince silah sektörünün para kazanmak için yeni bir düşman yaratması gerekiyordu. Sovyetler çöktükten sonra bu düşman İslam âlemi oldu. Bunun aslının olup olmadığından bağımsız olarak para kazanmaya yönelik olarak yaratılmış bir hedeftir. Amerika’nın kendi içindeki silahçı ve petrolcü tekelin, dünyada yeni düşman yaratarak para kazanma arzusu Müslümanlığı hedef göstermekle üst üste düştü. Amerika’nın bu silahçı sektörünün, komünizm ortadan kalkınca islamı hedef alması tabi Türkiye’de de askeriyenin potansiyel rakip olarak islamı hedef göstermesi konusunda işine gelmiştir. Ama Amerika’da işler beklendiği gibi yürümedi. Bush gitti, Bush gidince Amerika’daki silah ve petrol sektörü de iktidardan gitti. Onun yerine gelen Obama çok daha farklı bir iktidarın, teknoloji Amerikasının, bilgisayar Amerikasının ve İslam alemini Türkiye üzerinden kalkındırmanın yeryüzü sistemi açısından bilincinde olan bir Amerikanın simgesidir. Onun için, dünyada 11 Eylül oldu ama Türkiye’deki gelişmeler, Bush’tan sonra, askeriyenin tahmin ettiği düzeyde gitmiyor. Bunun neden böyle gitmediğini anlamak için uluslar arası sistemin nereden para kazandığını, para kazanmak için nelere ihtiyacı olduğunu, o ihtiyacın içinde bu 57 müslüman ülkenin nasıl bir yeri olduğunu analiz etmek lazım.

» 28 Şubat’ın hemen öncesinde toplumun temel gündemi Susurluk’tu. Geniş çaplı ışık söndürme eylemleri yapılıyordu. Fakat 28 Şubat darbesi ile birlikte bu süreç birden bire kesintiye uğradı. Eğer Susurluk süreci kesilmeyip sonuna kadar üzerine gidilseydi 28 Şubat darbesi engellenebilir miydi?

- Yüzde yüz engellenirdi ve Refah Partisi ardından yüzde 60 ile iktidara gelirdi. Çünkü burada devlet kontrgerilla zihniyetine sahip. Ve bunun müthiş örgütlenmiş bir hali var. Laiklik falan aslında propaganda. Bunun asli dayanağı da yok. Yani bir propaganda savaşı ile var olanı saklamak, bir kontrgerilla zihniyetinin kuralsız, hukuksuz egemenliğini meşrulaştıracak bir taban bulmanın palavraları bunlar. Bunun üzerine gidip iç yüzünü ortaya çıkarmak lazım. Bugün ne yapıyoruz mesela? Ergenekon sürecinde aslında nasıl bir ülkede yaşadığımızı görüyoruz. Lunaparkta korku tüneline girmiş gibiyiz. Peki, bunu nasıl gizleyeceksin? Vatan bölünmesin, laiklik elden gitmesin gibi kendine meşru taban bulmaya çalışan bir propagandayla gizlemeye çalışıyorlar. Bunun aleti olmak yerine aslında bunun amacının, o karanlığın üzerine gidilseydi yüzde 60 ile yeniden iktidara gelirdi. Ama o düzeyde bir anlayışı, algısı, hedefi, cesareti, analiz gücü yoktu Refah Partisi’nin. Tam tersini yaptı. Çok harika bir şekilde ülkenin demokratikleşmesinin önünü açabilecek korkunç bir remin görüntüsünü fasa fiso diye yorumladı ve bence siyasi hayatını o kelimeyle bitirdi.

» Görüyoruz ki 28 Şubat’tan sonra darbe süreci bitmemiş ve birileri ordu içinde darbe planlamaya devam etmiş. 28 Şubat’ta yetinmedikleri neydi?

- Çünkü ordu, bu alandaki egemenliğini vermemek için sonuna kadar direnir. Sadece asker değil, statüko, asker-sivil bürokrasi, yani devletin etrafında dünyadaki rekabetten uzak, halkına tepeden bakan, “Türkiye’de geçerli bir batılılaşma” iddiasıyla eski saray usulünü devam ettiren bir grup var ve bunlar sonuna kadar direnecekler.

»28 Şubat protokolleri, genelgeleriyle toplumun her alanına nüfuz etmeyi hedefleyen bir darbe öyle değil mi?

- 28 Şubat bir şekilde hem Amerika’nın, Refahyol’un, Libya gezileri, D-8 ülkeleri gibi batı sisteminden çıkmaya yönelik bir arayış içinde olmasına gösterdiği toleransın sınırının aşılmasından dolayı oldu. Askeriye de her darbeden sonra olduğu gibi, her darbeden sonra bürokrasinin bütçeden aldığı pay artar. Bunu bir vesile sayarak gücünü daha da pekiştiren, birinci cumhuriyetin zihniyetini daha da koyulaştıran ve aynı zamanda Refahyol’un ürkekliğinden ve korkaklığından yararlanarak sonuna kadar çok abartılı bir genişleme stratejisi geliştirdi. Zaten ondan önce de 12 Eylül rejimi vardı. Yani sürekli askeri rejim altındayız. Ve ordu, her şeyi vesile sayarak bunu daha da derinleştirip pekiştirmek istiyor.

» Siz hem 28 Şubat’ta andıçlanan gazeteciler arasındaydınız hem de Balyoz Darbe planında ordu karşıtı gazeteciler arasında adınız geçiyor. Gazetecilere, medyaya yönelik bu tutum konusunda ne düşünüyorsunuz?

- Burada demokratlara hep rejim muhalifi muamelesi yaparlar. Ben de 28 Şubat’ta hiç olmaması gereken bir baskıyla karşılaştım. Yargı süreci ya da fiziki bir saldırı olmadı ama topluma yönelik faaliyetlerimin sınırlandırılmasıyla sonuçlandı. Sabah gazetesinin o günkü yönetimi 28 Şubat ile işbirliği içindeydi ve yazılarımı dörtten bire indirdiler. Yani buralarda çok oksijensiz kalındığı için bir yıl Amerika’ya gidip akademisyen kimliğimin daha derinleştirilmesine imkân yaratan bir pozisyon olarak algıladım. Ama bu akademisyenliğimi, her zaman yaptığım bir işi spesifik olarak öne çıkarmamın nedeni diğer faaliyetlerimin çok ağır bir şekilde kısıtlanmasıydı. Alemdaroğlu denen rektörün olduğu bir İstanbul Üniversitesi ile 28 Şubat’ın çok etkin olduğu bir gazete parantezi arasında kalmıştım. Hasan Cemal Kürtler kitabında Çevik Bir’in gelip Dinç Bilgin’e ordunun benden rahatsız olduğunu söylediğine dair not düşmüştür. Bir yazarla, bir bilim adamıyla, ordunun, genelkurmayın bu kadar açık uğraşması olacak şey değildir. Medyanın bugüne kadar asıl patronu askerdi. Yani medya, buranın esas sahibi askeriyedir diye düşünürdü. Medya toplumu yönlendirirdi, medyayı da askeriye yönlendirirdi. Medyanın büyük kesimi için bu hala böyledir. Şimdi mesela genelkurmay başkanını dinlemişler. Söylediklerini değil nasıl dinlendiğini daha fazla öne çıkarıyorlar. NATO toplantısına genelkurmay başkanı, ev sahibi gidemiyor, bunun resmini birinci sayfaya koymuyorlar, çünkü dünya protokolünün dışında bir protokol var burada. Yani demokratik, yeryüzü standardında bir ilke, aynı zamanda da gazetecilik ilkelerinden yana tavır almaz. Neden? Çünkü parasını halktan kazanmaz. Nereden kazanır? Devletten kazanır. Devletin de esas patronu nihayetinde ordu diye kabul edersen onun patronajı altına girersin. Bir de Türkiye’de entelektüel hayat gazetelerden ibarettir, herkes bir gazetede varsa vardır, yoksa yoktur. Onun için de medyada var olmak için herkes can atar. Bu kadar sığ bir yeri yönetince de kamuoyunu yönetirsin anlayışı ve inancı çok yüksektir. Bunun ne kadar doğru onu bilmiyorum tabi. Çünkü bunun tersi bir sürü siyasi başarı da söz konusu. Ama esas patron ve yönlendiren güç, en azından yakın zamanlara kadar mutlak olarak askeriyeydi.

» Bugün bu durum değişti mi?

- Çeşitli gazete sahipleri olsa da, medyayı askeri zihniyetin yönlendirmeye çalışıyor ve aynı şekilde siyasi iktidar kendi gücünü pekiştirecek bir örgütlenmeyi beraberinde getirmeye çalışıyor. Bu tür kamplaşmalara ait bir medya, medyanın kendi açısından sakıncalıdır. Çünkü medya ne askeriyenin ne siyasi iktidarın olamayacak kadar ayrı ve önemli bir meslektir. Şimdi kendi ilkelerinden ziyade siyasetin içindeki kamplara göre bölünen bir medya var. Yani medyanın bağımsızlığı ölmüş durumda.

» Sizce, EMASYA protokolünün kaldırılmasıyla birlikte 28 Şubat’ın son tortusu da kalktı mı?

- Ben 28 Şubat’tan ziyade 12 Eylül rejimi diye bakıyorum. 28 Şubat 12 Eylül rejiminin içindeki bir harekettir. Yani 28 Şubat’ın silinmesi Türkiye’yi özgürleştirmez. 12 Eylül rejiminin AB standartları ile yer değiştirmesi Türkiye’nin önünü açar. Birinci Cumhuriyet zaten askeri bir cumhuriyet. Hiçbir zaman bu özünü ve dengesini kaybetmedi. Biz çok partili demokrasiye geçtik ama hukuken değil. Hep bir faşizm, koyu bir faşizm var bu ülkede. Biz demokrasinin ne olduğunu bilmediğimiz için, nefes darlığı çeken birisinin nefes alıyorum sanması gibi bir şey bu. Bir kere, Birinci Cumhuriyetin bütün temel niteliklerinin değişmesi lazım. Birinci Cumhuriyet varolduğu sürece Türkiye’de demokrasi olmaz. Ama daha yakın planda bunu pekiştiren 12 Eylül rejimidir. 12 Eylül rejimim değişirse Birinci Cumhuriyet’in o faşizan algısını değiştirmeye daha yaklaşabiliriz. Ama 28 Şubat, o anlamda yapısal örgütlenmesi olan bir iş değildir.

» Birinci Cumhuriyet’in tamamen değişmesinin koşulları neler?

- En temel koşulu üretim biçiminin değişmesidir. Sadece şekli bir Tanzimat hareketiyle sınırlı kalmaması için üretim biçiminin değişmesi gerekir. Zaten Türkiye neden değişmiyor? Çünkü Türkiye’nin Bizans’tan beri üretim biçimi değişmiyor. İlk defa yeni değişmeye başladı. Avrupa Birliği sürecinin de tanzimattan, bir hukuksal reformdan en büyük farkı tarımsal yapıyı değiştirmesidir. Burada, Bizans’tan beri toprak düzenine dokunulmamıştır. İlk defa, küresel kriz olmasa 1 milyon adam göç ediyordu. İlk defa tarımda çalışan nüfusu yüzde 40’dan 25’lere düşürdük. Bu uyum yasaları, bir Tanzimat anlayışıyla hukuksal üst yapı kurumlarını değil, Osmanlı’nın toprak düzenini değiştiren gerçek bir dönüşümü sağlıyor. Yoksa neden ben sürekli AB’yi savunayım ki? Sırf bu üretim biçimini değiştiren bir güç olması nedeniyle AB diyorum. O devreye girmediği vakit Türkiye’nin uçağının havada kalma ihtimali azdır.

»Son süreçte yaşadıklarımızı kimileri bir derin devletin tasfiye edilip yerine yenisinin geçmesi olarak yorumluyor, kimileri normalleşme süreci olarak adlandırıyor, kimileri sivil vesayet diyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de bugünlerde olan ne?

- Dünyanın iradesiyle, sistemin iradesiyle bir askeri cumhuriyet olma sürecinden çıkışımızdır bugün yaşananlar. Bir tanesinden çıkıyoruz. Ama girdiğimiz yer konusunda bu tür spekülasyonlara, endişelere ve aksaklıklara, yanlışlıklara mahal bırakmayacak bir Avrupa Birliği çerçevesinde yapılmadığı için bu, bir çerçeve çökerken gelmekte olana ilişkin spekülasyonlar da artıyor. Bu, Birinci Cumhuriyet’in askeri kimliğinin bir şekilde gücünün azaldığı bir süreç.

» AB’ye büyük bir rol biçiyorsunuz anladığım kadarıyla. Neden?

- Evet. Çünkü Türkiye’nin iç dinamikleri zayıftır. Onun için üretim biçimini AB değiştirdi diyorum. Türkiye, AB’ye kadar, ta 1453’den beri üretim tarzını değiştirememiştir. Buranın sağcısı da solcusu da tüketim üzerinden tartışır. Yani Kemalizm de batılı gibi tüketmenin modelidir. Solcuların da ya da modernleşmecilerin de batılı olmaktan anladıkları batılı gibi tüketmektir. Muhafazakârlar da batı şekli tüketime karşı olanlar olarak yorumlanmışlardır. Ta Genç Osman’dan beri, 1622 reform hareketlerinden beri esas meseleyi tüketim olarak algılamış bir coğrafyadayız. Halbuki toplumları değiştiren, dönüştüren en temel unsur üretim biçimidir. Üretim biçimi değişmedikçe toplum değişmez. Avrupa Birliği üretim sürecini değiştiren bir dinamik. O nedenle Avrupa Birliği’ne çok vurgu yapıyorum.

» Peki sizce AKP bu süreci sonuna kadar götürebilecek mi, yani Türkiye’de köklü bir değişim gerçekleşmesine ön ayak olabilecek mi?

- Tabii ki şu anda Türkiye üzerinde Amerika AB’den daha etkili.Ve daha pratik, daha pragmatist bir yaklaşım içinde olduğu için ABD’nin kültür ve yaklaşımına daha yakın duruyor. Çok pragmatik bir parti AKP. AB konusundaki performansı ilk üç yılında çok iyiydi. Ama bugün aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. Bu reformlara yönelik eski arzusu yok. Reform dediğim şey, Avrupa Birliği’nin bize verdiği ilerleme raporudur. Çünkü orada somut olarak neler yapmamız gerektiği yazıyor. İlerleme Raporu’ndaki reformlar yapılmadıkça ben bir siyasi iktidarın bu işin peşini kovaladığına inanmam. AB yolunda gitmek demek, Avrupa standartlarında bir hukuksal mevzuatı toplumsal dönüşümün önüne koymak demektir. Bunu yapmayınca ben iktidarın samimiyetine inanmama ve bugün baktığımda hiçbir şey yapmadıklarını görüyorum. Amerika ile ilişkilerin daha öne çıktığı, daha pragmatik, daha sığ bir yapıya çok daha fazla uyuyor. Fakat bu sırf bu çerçevede gitmez. Zaten gitmedi. Neden? Çünkü pragmatik bir şey değil bu. AK Parti ne diyordu? Seçimi kazanalım. Tamam kazandılar. Parlamentoda çoğunluk olalım. Oldular. Çankaya bize geçsin. Geçti. Ama hiçbir şey olmuyor. Neden? Çünkü sistem algısı yok. Sadece AK Parti olarak bakmayalım. Türkiye’de siyasetçinin ilke üzerinden değişim arzusu yok. Siyasette iktidar olma arzusu vardır. AK parti diğerlerine oranla daha reformcu, daha atılımcı. Ama bunu belirgin, sistematik bir değişim çabası üzerinden değil, bir ileri bir geri giderek, patinaj yaparak sürdürüyor.

* * *

MEHMET ALTAN KİMDİR?

Ocak 1953'de Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 1979 yılında İstanbul İktisadi Ticari İlimler Akademisi’nden mezun olduktan sonra 1979 yılında Lisansüstü ve doktora eğitimi için Fransa'ya gitti. Paris I. Pantheon Sorbonne Üniversitesi'nde, Türkiye-IMF ilişkilerini inceleyen çalışmasıyla 1980 yılında uzman, Türkiye'nin ABD ve SSCB ile ilişkilerini inceleyen teziyle de iktisat doktoru unvanı aldı. Yüksek öğrenimi sırasında özel bir şirkette ve Türk Haberler Ajansı'nda çalıştı. Doktora eğitimi sırasında ise çeşitli gazetelerde yazılar yazdı. Cumhuriyet Gazetesi'nin Paris muhabirliğini yaptı. 1985 yılında Paris'te yazdığı denemeleri Kanatlı Karınca adlı kitapta topladı. Akademi Kitabevi Deneme Ödülünü alan bu kitaptan sonra, tezinden esinlenerek yazdığı Süperler ve Türkiye adlı bilimsel çalışması yayımlandı. 1984 yılında Türkiye’ye döndükten sonra Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş.’de planlama uzmanı olarak çalıştı. 1986 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne yardımcı doçent olarak girdi. 1987’de doçent, 1993’de profesör oldu. Mehmet Altan halen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Politikası Anabilim Dalı’nda öğretim üyeliği görevi yanı sıra, 1987 yılından 2006 yılı Kasım ayına kadar Sabah Gazetesi’nde, o tarihten günümüze de Star Gazetesinde başyazar olarak köşe yazılarına devam etmektedir.


» KİTAPLARI

» Kanatlı Karınca, Nisan Yayınları 1985
» Süperler ve Türkiye, AFA Yayınları 1986
» Marks'tan Sevgilerle, Güneş Yayınları 1989
» Darbelerin Ekonomisi, AFA Yayınları 1990
» Matadorun Ölümü, Nisan Yayınları 1992
» Kapitalizm Bu Köye Uğramadı, AFA Yayınları, 1994
» Amerikan Rapsodisi, Can Yayınları, 2000
» Esir Çocuklar Cehennemi, Birey Yayınları, 2001
» Köylüler Ne Zaman Manşet Olur, Zaman Kitap, 2001
» Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar, Birey Yayınları, 2001
» On Yıl Önce Bugün, İyiadam Yayınları, 2002
» Kıbrıs Diye Bir Ada, Gündem Yayınları, 2003
» Kırık Düşler Ülkesi, İyiadam Yayınları, 2003
» Marksist Liberal, İthaki Yayınları, 2003
» II. Cumhuriyet Demokrasi ve Özgürlükler, Birey Yayınları, 2004
» Ertelenmiş Hayatları Geri Verin, Can Yayınları, 2004
» Hiçbir Şey Değişmiyorsa, Can Yayınları, 2004
» Bir Gecelik Aşklar Nereye Gider, Can Yayınları, 2004
» Kırık Düşler Ülkesi, Can Yayınları, 2004
» Bürokrasi mi, Burjuvazi mi? Liman Yayınları, 2004
» Heykeller Sevişir mi? Can Yayınları, 2005
» Darbelerin Ekonomisi, Hemen Kitap, 2006
» Kürtler Şeytan Soyundan mı? Hemen Kitap, 2006
» Eğrisiyle Doğrusuyla Ak Parti, Hemen Kitap, 2007
» Milliyetçilik ve Çeteler, Hemen Kitap, 2008
» Kürt Sorununu İnsanileştirmek, Hemen Kitap, 2008
» İkinci Cumhuriyet'in Yol Hikayesi, Hayy Kitap, 2008



Arife Köse, Mehmet Altan'la röportaj.

Sesonline.net


***

Sesonline.net'te yayınlanan 28 ŞUBAT DOSYASI'nın diğer röportajları için bakınız....


- 28 ŞUBAT DOSYASI (3): 'Cumhuriyet kadını projesi iflas etti...' / HILAL KAPLAN


- 28 ŞUBAT DOSYASI (2): 'Topluma dayatılmak istenen tek tipçilik tutmadı' /
YILDIZ RAMAZANOGLU



- 28 ŞUBAT DOSYASI (1): 'Bir çeşit sosyal mühendislik projesinin, başlangıcı /
MERVE KAVAKCI




 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0