Nobel, İzmir vb. - Murat Belge

09 Ekim 2011 10:20  

 

Nobel, İzmir vb. - Murat Belge

Bu yılın Nobel Edebiyat Ödülü’nü kimin kazandığını dün öğrendik. Hiç tanımadığım biri.

Ama tanımam gereken biri olduğunu hemen anladım, çünkü elime hangi gazeteyi alsam, İzmir üstüne bir şiir yazmış olduğu söyleniyordu. Şiirin Türkçesi de veriliyordu, bazılarında (çünkü zaten bu kitabı burada da yayımlanmış).

Bir yazar (şair vb.) Nobel Ödülü almış, o yazarın Türkiye’yle şu ya da bu biçimde ilgili bir eseri varmış... Bu, medya için elbette ilginç, mutlaka haberleştirilmesi gereken bir şey. O kişinin bu ödülü aldığını duyurmak ama İzmir üstüne şiirinden söz etmemek kabul edilir bir durum değil.

Ne var ki Türkiye’de son zamanlarda herhangi bir şeyle, ancak bizimle ilgisi varsa ilgilenmek gibi bir alışkanlık edindik. Bu durumda da, bazı gazetelerimiz için bu adamın İzmir hakkında şiir yazmış olmaktan başka bir özelliği yok neredeyse.

Neredeyse, Nobel almasının nedeni de o şiir olacak. Önümüzdeki yıl da, “Yeşil Bursa” şiiri yazmış bir Filipinliye Nobel Ödülü verilebilir.

Bu şairi hiç tanımadığımı söylemiştim. Buna ayrıca geleceğim. Ama iki kitabının Türkiye’de yayımlandığını da okuyorum. Demek ki bu ülkede dünyada edebiyatı, şiiri ilgiyle ve dikkatle izleyenler var. Onların “bu şair hakkında şiir yazmış” diyerek değil, “bu adam iyi bir şair” diyerek kitaplarını çevirdiğini de kuvvetle tahmin ediyorum. Türkiye’de işini iyi bilen, dünyayı izleyen, alanında son derece nitelikli insanlar olduğunu biliyorum zaten. Sorun, onların sayılarının epey kısıtlı olması. İkinci sorun da “entelektüel düzey yükseltme”nin birinci aracı olması gereken medyanın bunu yapmak yerine geçişleri tıkayan bir rol oynaması. Dünyanın her yerinde böyle çalışan popüler medyalar var. Ama “popüler” kabul edilenin “elit” kabul edilen üzerinde böylesine hegemonya kurduğu örnek az. Türkiye’de böyle bir “entelektüel düşmanlığı” ciddi ve köklü bir anlamda 12 Eylül’le başladı: Türkiye toplumuna “evren”selleşmenin bu türlüsü münasip (ve “müstahak”) görüldü. O zamandan beri de bu durum iyice kurumsallaştı.

Herhangi bir şeyi ancak “bizimle” ilgisi kurulabiliyorsa dikkate değer bulmak da bu “taşralaşma”nın önemli bir belirtisidir. Medyanın önemli bir kısmında bu artık iyiden iyiye içselleşti. Başlangıçta, “başarılı olmak için böylesini yapmak gerekiyor” diye yapılan şey, şimdi, zaten başka türlüsü olmayan bir şey haline geldi. Kevin Spacey’nin en ilginç yanı da Boğaz’ı gezip beğenmesi oluyor.

“Şiir” diyordum... Dünyada şiirin okuru, izleyicisi, gitgide azalıyor. Suların bir nedenle yükselip bir zamanların tepelerini gittikçe küçülen adacıklara çevirmesi gibi, çevresi daralıyor şiirin.

Bir de dil sorunu var. Hangi dilde yazılmış olsa, o dilin kelimeleriyle şiirin çok özel bir ilişkisi var. Öncelikle bu nedenle çevirmesi zor. Uyak kullanmış bir şiire başka dilde benzer uyak bulmanın zorlukları görece teknik ya da biçimsel sorunlar (ama, tabii, gerçek sorunlar). Asıl güçlük, belirli kelimelerin bir dilde edindiği belirli çağrışımların karşılığını öteki dilde bulamamak.

Böyle olunca, çeviri şiirin çoğundan “şiir zevki” almak da güçleşiyor. Edebî çeviri alanında karşımıza çıkan sorunlar, şiir sözkonusu olduğunda, katlanarak büyüyor. Buyurun, Dylan Thomas’ın kısacık, minicik “A grief ago” dizesine Türkçede doyurucu bir karşılık bulun. Ya da Türkçe şiirde söylenmiş yığınla güzelliği İngilizceye çevirin.

Ama bu gibi sorunların yanına yalnız şiiri değil, bütün sanatları içeren içe kapanma sürecini de eklemek gerekiyor. İki yüzyıl önce Shelley şairlerin toplumda asıl yasa koyucu olduklarını iddia edebiliyordu. Söylediği yanlış sayılmazdı.

Şiirin hayattan çekilmesi, ozon tabakasının seyrelmesinden daha hafif bir sorun değil.

Taraf

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0