MİLİTAN YARGI: Yüzyıllık anayasal düzenin özeti

22 Aralık 2011 00:16  

 

MİLİTAN YARGI: Yüzyıllık anayasal düzenin özeti

Militanlığından taviz vermeyen Emine Ülker Tarhan sonunda milletvekili oldu. Şimdilerde Tarhan’ın adı parti liderliği için geçiyor. Tarhan’ın demokrasi militanlığı dozu gittikçe artan popülizmiyle bileniyor.

YARSAV Başkanlığı’ndan milletvekilliğine terfi eden bir yargıcın internete düşen “militan yargıç”, “tasfiye edici” veya “yok edici ekip” içerikli ses kaydı ve bunun üzerine yapılan basın açıklaması, YÖK konusunu ertelememi gerekli kıldı. Zira “yargı ve militanlık” konusu esaslı bir tartışmayı gerektirmektedir.

Elbette ki Emine Ülker Tarhan’dan söz ediyorum.

İnternete düşen ses kaydının içeriğini tartışmayı hukuken sorunlu görüyorum. Ancak bu olay üzerine düzenlediği basın toplantısının esaslı bir değerlendirmeyi hak ettiği de ortada. Siyasal alandaki popülist yaklaşımının yarattığı tehlikenin altını çizelim. Ve “yargı militan olabilir mi” sorusuna dönelim. Mars’ta yaşamadığımıza göre “hiç öyle şey olur mu canım?” şovunu da pas geçelim.

Güleryüzlü Frankoculuk

Modern ulus devlet anlayışı, yargıyı devletin üç erkinden biri olarak kabul eder. Dolayısıyla yargının topluma ve toplumsal alana ait bir “hakemlik” kurumu olmaktan çok, o devleti oluşturan veya biçimlendiren siyasal yapının taşıyıcı bir unsuru olduğunu doğal olarak kabul eder. Yani modern ulus devlette yargı bir siyasal araçtır, nokta!

İkinci saptama ise ulus devletler içinde çok ama çok özel bir yeri olan Türkiye’nin durumudur.

Demokratik işleyişi öne çıkaran ulus devletlerde bu siyasal boyut, yargıyı toplumsal çeşitliliğe açmakla dengelenir. Partizanlığa dönüşmesi engellenir. Bu şekilde hakemlik ve uzlaşı fonksiyonunu yerine getirmesi sağlanır. Dolayısıyla siyasal bir araç olsa da, siyasal sistemin toplum nezdindeki meşruiyetini sağlar. 1945 sonrası demokrasilerinin faşizmden çıkardığı önemli bir derstir bu...

İşte Türkiye’de olmayan, daha doğrusu oldurulmayan, olmaması için bilimsel, teorik ve tarihsel çarpıtmalardan kaçınılmayan husus da bu.

Star
Nedeni çok açık: 1945 sonrasında Avrupa’da lanetlenen faşizm, daha rafine bir stratejiyle ve maske takmak suretiyle Türkiye’de varlığını devam ettirdi. Ana hatları itibariyle faşizmlere ortak tüm özellikleri taşıyan yapı, 1945 sonrasında ikincil bazı özelliklerden feragat ederek, soğuk savaş dönemi koşullarından da yararlanarak, bugüne kadar egemen oldu. Avrupa için, İslam’ın siyaseten bastırılmış olması, Sovyet tehdidine karşı kalkan görevini kabul etmiş olması ve İslam dünyasındaki taşıyıcı rolünü terk etmiş olması, maskeli faşizme tahammül gösterilmesi için yeterliydi. Rejim aynı, maske değişti. Buna “Güleryüzlü Frankoculuk” diyelim.

Yargı ve ‘korku’ denklemi

Peki yargı neresindeydi bu sistemin?

Tam merkezinde...

Mustafa Kemal 1920’li yılların tasavvuruna göre adımlarını atarken ve bu adımların toplumda karşılığı olmadığı bu kadar açıkken, “bağımsız” ve “tarafsız” bir yargı istediğini iddia etmek mümkün mü? Tabii ki değil. Bu saptama Bülent Tanör’ün Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeler kitabından okunabilir.

Rejime militan lazımdı ve bu militanları yetiştirecek kişi de belliydi: Mahmut Esat Bozkurt! Yargıca adeta kanun koyucu yetkisi tanıyan İsviçre Medeni Kanununu Türkiye’ye ithal ederken, yargıçlara yüklediği görev, ulusun “onüç yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan (kurtarılması), eski uygarlığın kapılarını kapayarak yaşam ve verimlilik getiren çağdaş uygarlığın içine girm(esi)”dir. Faşist İtalya’dan Ceza Kanununu ithal ederken de “Arkadaşlar ceza kanunumuz çok serttir. Çünkü inkılap çok kıskançtır. Bundan korkacak olanlar ve korkması lazım gelenler Türk milletinin menfaatlerine, Türk milletinin hukukuna ve inkılabına karşı tekin olmayanlardır ve bunların korkması lazımdır” ifadelerini kullanır. Kanunları uygulayacak olanlar yargıçlar olduğuna göre, yargının “korku” salan bir araç olarak tasavvur edildiği inkar edilebilir mi? Yargıçlara yüklenen açık görev ise, Bozkurt’un Ankara Hukuk’un duvarlarını “gururla!” süsleyen “Türk Adliyecisinin övünç duyacağı yegâne husus devrim için hazır olmak ve onu savunmak” ifadelerinde saklı.

Kısacası başta Mustafa Kemal olmak üzere, Kemalist rejim için yargıçlık elbette ki militanlık olmak zorunda. Militan yargıcın kendini “demokrasi militanı” olarak savunmasına ne demeli? Militan yargıçlık Mahmut Esat Bozkurt’un demokrasi yorumun bir gereği zaten: “Zamanımızın bir Alman tarihçisi, gerek nasyonal sosyalizmin ve gerek faşizmin Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını söyler. Çok doğrudur... demokrasi zaten başka bir şey değildir!”

İşte bu demokrasi anlayışının militanı, militanlığından taviz vermeyen Tarhan, referandum sırasında oklarını “öteki”lere yöneltmekten çekinmemiş, onların amacının “meclise kapak atmak” olduğunu dile getirmişti. Ancak seçim takvimi başlayınca kendine yakın bir siyasi partiye başvuruda gecikmedi, sonunda milletvekili oldu. Hızlı da bir başlangıç oldu. Şimdilerde Tarhan’ın adı parti liderliği için geçiyor.

“Ben hükumetin kuklası olmak istemiyorum” başlığıyla 11 Nisan 2011 tarihli Frankfurter Allgemeine gazetesinde çıkan röportajında, “şeriatın gittikçe daha fazla etkinlik kazandığı”, bu hükümet döneminde yargıçlara dönük organize saldırılar ve cinayetler işlendiği, Danıştay saldırısının bunun bir ifadesi olduğu değerlendirmeleriyle eski güzel günlerin özlemini öne çıkaran Tarhan, modern giyimli, sarışın, Beatles dinleyen, vosvos binen yüksek bir Türk yargıç olunca, Avrupa’nın kadim hastalığından yararlanıyor. İnandırıcı olabiliyor. Ancak demokratlığın modernlikle ilgili olmadığı hatırlanınca, yeni bir röportaj isteniyor. 12 Haziran’da yayınlanan röportajda ise durum tersine dönüyor. Olsun, Tarhan’ın “demokrasi militanlığı” bununla bitmiyor. Meclis’te devam ediyor, dozu gittikçe artan popülizmiyle bileniyor.

Militan yargı yüzyıllık anayasal düzenin özeti. Tarhan da bu düzenin en tutarlı ve saf sembolü. Maskeye ihtiyaç duymaması, takdire şayan...

Star (21.12.2011)

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0