[Giritliler-1-2] - Halil Berktay

01 Ocak 1970 02:33  

 

[Giritliler-1-2] - Halil Berktay

Ya da [Parentez-10]. Veya, zaten çok az olan güzel şeylerden bahsetmeyi biraz daha sürdürelim.

Sadeliği içinde olağanüstü bir film gördüm, 29 haziran akşamı Tütün Deposu’nda. Bizim Mahallenin Giritlileri’nin ilk gösteriminde, belki 70-80 kişilik bir gruptuk. SUFilm’in Bodrum ve çevresi hakkında gerçekleştirmeyi amaçladığı Yerel Tarih Araştırmaları bağlamında, ilk fikrini Yüksel Selek vermiş. Kendisi de Girit muhaciri olan yönetmen Bülent Arınlı’nın 2009’daki âni ölümü üzerine, eşi Şehbal Şenyurt tarafından tamamlanıp Arınlı’nın anısına ithaf edilmiş.

Sonuçta, ortaya yalın, tertemiz, elbet hüzünlü ama aşırı duygusallıktan uzak; benim gibi işi gücü milliyetçilikle uğraşmak olan bir tarihçiyi bile, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başının etnik boğazlaşmaları, kıyımları, “imparatorlukların alacakaranlığı”nda insanların canavarlaşıp birbirlerine ne kötülükler yapabildiği üzerine tekrar ve uzun uzadıya düşünmeye sevkeden bir belgesel çıkmış. Sırf konuşmalardan ibaret olmasına karşın, iki saate yakın süresince hiç sıkmıyor. Tersine, sizi alıp başka dünyalara götürüyor.

Kurgusu aldatıcı derecede basit, Bizim Mahallenin Giritlileri’nin. Hemen tamamı, Bodrum’un Giritliler mahallesi ile Girit’te, İraklion’un (Kandiye) Nea Alikarnassos (= Yeni Bodrum) mahallesinde geçiyor. Herhangi bir “dış anlatıcı” veya “üçüncü anlatıcı”yı değil, sadece bu iki semtin sâkinlerini konuşturuyor. Başlangıçta sadece ilki var. Şimdi Bodrum’da oturanlar, arkada bıraktıkları (ve birçoğunun hiç görmediği) Girit’i, kâh kendi anılarıyla, kâh büyüklerinden duyduklarıyla anlatıyor. Âdetâ ideal bir diyar, o eski memleket. Alabildiğine keskin bir özlemle yâdediliyor. Yaşlılar türkü söylüyor, Girit Rumcasıyla. Siyah çatmalı bir nine (bizim evde tete veya büyük tete denirdi), olanca dik ve aksi duruşuyla acıtıcı bir tezat içinde, mazideki aşklara ilişkin manîler okuyor. Sadece yitirdikleri ülkeye değil, yitirdikleri dile ve o dille örülmüş bütün bir kültüre, bir yaşam tarzına duydukları hasret içinizi paralıyor.

Derken, Bodrumlu Girit muhacirlerinin ikinci kuşağından, 50-60 yaşlarında iki adam, dede ve babalarının doğup büyüdüğü yerleri görmek için, belgesel ekibiyle birlikte kalkıp İraklion’a geliyor. Daha ilk andan itibaren hep sevecen bir evsahipliğiyle karşılaşıyor; içki sofralarında, türkülerle, nostaljik sohbetlerle aynı ortak insanlığı algılıyor ve paylaşıyorlar.

Sonra ailelerinin köklerine dönüyorlar : birinin Kavousia köyünde, diğerinin ise adanın kuzey kıyısının doğu ucundaki Spinalonga adasında. Son Osmanlıların 1903’te terkettiği bu küçük adada, 1957’ye kadar Avrupa’nın son cüzam kolonilerinden biri barınmış. Son ölüler için, beş yıl sonra son dinî vecibelerini ifa eden son papazın da 1962’de ayrılmasından bu yana, Spinalonga tamamen metrûk. Son, son, son... Bütün harabelerde olduğu gibi, insan şiddetle algılıyor geçen ve gelmeyecek olan zamanı. İki Bodrumluyla birlikte kamera bizi de sokuyor, Ege kıyı ve köylerinin tipik taş ev kalıntılarına. Nişler, kirişler, pencere silme ve pervazları. Kimler yaşadı burada ? Duvarları kim bu açık maviye boyadı ?

Alçakgönüllü ama usta işi bir sinema dili var, Bizim Mahallenin Giritlileri’nin. Görüntü asla kendi başına bir amaç değil; hep, asıl ön plandaki anlatıma inceden inceye, bir kahve sohbeti sırasındaki şimşek, gökgürültüsü ve saçaklardan boşanan yağmurla, ya da denizde hafif hafif inip kalkan kayıkların suya vuran gölgesinde anıların saklanmasıyla eşlik ediyor. İki Bodrumlunun Girit’e ve geçmişe seyahati dışında, filmin iki ana mahalli ve bölümünü birbirine bağlayan bir buluş daha var ki, başlı başına çarpıcı. Daha en başta, Bodrum’un eski, büyük, iki katlı kilisesinin fotoğrafları çıkıyor karşımıza. Kıyı kahvesindeki dört beş Girit muhacirinin söylediklerinden, 1962-63’te yıkılmış olduğunu anlıyoruz. Hepsi bu konuda hâlâ çok kızgın. Yarım asır sonra, o güzelim binaya hayıflanmaktan kendilerini alamıyorlar. Dediklerine göre, “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” diye tutturan birinin, illâ bu gâvur mâbedi yerle bir edilsin diye resmî makamlara dilekçe vermesiyle başlamış her şey. Reddedilmiş, tekrar başvurmuşlar –ve tekrar ve tekrar, zira derhal üç beş müteahhit de müdahil olmuş bu millî dâvâya. Ankara’ya götürmüşler konuyu- ve sonunda, sadece bir duvarda bir çatlak var diye, “mail-i inhidam” gerekçesiyle kilise, dört ana kolonuna 20-30 kilo dinamit bağlanarak yerle bir edilivermiş.

İnsana Nâzım’ın Galip Ustası gibi “tuhaf şeyler” düşündürten şu ki, daha sonra Girit’e de giden iki Bodrumludan biri, “bakın,” diyor, “meydanda, sağda duran şu iki kişiden biri benim, biri de babam. Bir adam gelmişti, fotoğrafını çekiyordu kilisenin; bizi de çek dedik; ortaya bu fotoğraf çıktı.” Daha sonra o da, biz de görüyoruz ki aynı fotoğraf, kendisi ve babası dahil, ondan önce yapmış Bodrum-Girit yolculuğunu. Nea Alikarnassos’un yerel müze ve lokalinin duvarında da asılı duruyor.


Halil Berktay/Taraf

15.07.2010

***

[Giritliler-2]

Ya da [Parentez-11]. İyi ve kötü, güzel ve çirkin karmakarışık.

Amerikan fıkrası. Sanık mahkemede ifade veriyor : “Tabancamı çektim. Mekanizmayı çalıştırdım, namluya kurşun sürdüm. Üzerine doğrulttum, nişan aldım. Derken, nasıl oldu bilmiyorum, silâh patlayıverdi.”

Bir de gerçek olay. Daha doğrusu, gerçek bir olaya dair gerçek anılar. Geçen hafta iki kere yazdığım “Ortak Akıl” girişimcilerinden Tosun Hoca (Tosun Terzioğlu) bir sohbetimizde söz ettiydi, 6-7 Eylül 1955 olaylarının ertesi günü Bebek’in halinden. Bu yazıyı tasarlarken bir kere daha sorup anlattırdım. Tosun 1942 doğumlu, yani o zaman 13-14 yaşında. Olup bitenden habersiz, sokağa çıkıyor : doğup büyüdüğü, “benim mahallem” dediği yerin üzerinden kasırga geçmiş. Futbol oynadıktan sonra veresiye gazoz içtiği Lambo’nun dükkânı kırılıp dökülmüş; salça kavanozları karşıdaki Arslanlı Konak’ın bahçe duvarında patlamış.

Lambo ve başka herkes, bütün diğer Türkler, Rumlar, Arnavutlar tam bir şok halinde. Elleri boşlukta sallanan, konuşmayan, temizlik de yapmayan, öylece duran insanlar. Sessiz utancı bir şiddet sarhoşluğunun.

1975-90 arasının Lübnan İç Savaşı’nda silâhlar nihayet sustuğunda, geçmişte dostken korkunç bir boğazlaşmaya girmiş insanların nasıl birbirlerinin yüzüne bakamaz hale geldiği de çok anlatıldı. İsrailli psikolog, Ortadoğu Barış Araştırmaları Enstitüsü eş direktörü, Erich Maria Remarque Barış Ödülü sahibi Dan Bar-On’un bir kitabı, bu travma sonrası hali “tarif edilemezlik, ağza alınamazlık” sözleriyle yansıtmaya çalışıyor (The Indescribable and the Undiscussable, 1999).

Bütün maksimalistlere, ölümüne boy ölçüşmecilere, “ama şehitlerimiz”cilere, “kanı yerde kalmayacak”çılara, burnunun ucunu göremeyen, dar kafalı hayırcılara, “cehenneme çeviririz” yeminleri edenlere tavsiye ederim. Lübnan İç Savaşı, belki biliyorsunuz, 13 Nisan 1975 Pazar sabahı kimliği meçhul kişilerin Hıristiyan Doğu Beyrut’taki bir kilise açılışına ateş açıp dört kişiyi öldürmesiyle başladı. Ne hayal etmişti katiller –bu yolla düşmanlarını topyekûn imha edip zafere ulaşacaklarını mı ? Birkaç saat sonra bu sefer Falanj milisleri bir otobüsü tarayıp 27 Filistinliyi öldürdü. Akşam olmadan çatışma bütün Beyrut’a yayılmış bulunuyordu. Gerisi malûm : 15 yılda, sadece sivil halktan belki 250 bin ölü, bir milyon (yani nüfusunun dörtte biri kadar) da yaralı. 13 Ağustos eylemcileri, ya da o emri verenler, hiç “biz ne yaptık” diye düşündüler mi acaba ?

Bizim Mahallenin Giritlileri belgeselinde de çok çarpıcı bir nokta var, insanların hatırlamak isteyip istemedikleriyle ilgili. Tarih Vakfı’nın en iyi işlerinden biri, 4-20 Temmuz 1995’teki 150 yıllık göç sergisidir : Elvedâ Doğduğum Toprak. İlginçtir : filmde Giritli Rumlardan çok, özellikle Bodrumlu Türkler, biraz kapalı bir dil kullanıyor bu konuda. Gerek kendilerini gerekse ötekileri doğdukları topraklara elvedâ demeye zorlayan dönem ve olaylardan “karışıklıklar zamanı” ya da “işte o kötü şeylerin olduğu zaman” diye söz ediyorlar. Kötü şeyler var, ama ne “biz”de, ne “onlar”da kötü insanlar yok; dolayısıyla o kötü şeyleri kimin, neden ve nasıl yaptığı belli değil. Her nasılsa olmuş işte; Bodrum’daki sohbetlerde “tarihte hep böyle şeyler olmuş” bile deniyor ki, bunun normalleştirici bir yanı olduğu gibi, benzer trajedilerin pekâlâ farkında olduklarını hissettirmek yanı da var. Ne ki, hiç somuta dökülmüyor bu acılar. Mübadeleden de önce Ermenilerin başına gelenler, ya da Kürtlerin çektiği ve çekmeye devam ettikleri?

Girit’in Bodrumluları evsahipliği nezaketini bozmaksızın daha rahat ve serbest konuşuyor böyle konularda. Bodrum’un Giritlileri ancak bu kadar değiniyor. Daha genel olarak, film boyunca unutmak ve unutmamak tercihleri arasındaki fark giderek satha çıkıyor. Türkler hep “kötü şeyler”i unutmaktan, Girit’i ve Girit’teki hayatı ise bir masal güzelliğiyle hatırlamaktan yana. Buna karşılık Yunanlılar bir kere eski memleketlerini o kadar idealize etmiyorlar (ya da bana öyle geldi). İkincisi, daha çok unutmaktan değil hatırlamaktan yanalar. Tabii bu, neyi nasıl hatırlamak sorusunu da beraberinde getiriyor. Sadece “bize yapılanları” mı hatırlamak, yoksa hem “bizim” de yaptıklarımızı mı hatırlamak ? En sonda bir papaz unutmamayı savunuyor –ve daha konuşurken, kindar bir “millî hafıza”dan dersler çıkaran daha insancıl bir hafızaya kayıyor. Gene sonlara doğru, iki katliam da dillendiriliyor. Bir Rum, dedesinin Bodrum’daki mandırasına bir güruhun nasıl saldırdığını, babasının kafasının kesildiğini ve hemen o gece kayıkla kaçtıklarını anlatıyor. O sırada Girit’i ziyaret eden Bodrumlulardan biri de azıcık bozulup, “tek taraflı olmadı, onlar da bize yaptı” kabilinden, yakın akrabalarından öldürülenleri hatırlatıyor.

Daha söylemek istediklerim var. Kendi ailemle de ilgili. Galiba devam edeceğim.


Halil Berktay/Taraf

17.07.2010

Son Güncelleme Tarihi: 18 Temmuz 2010 17:44

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0