Cumartesi Anneleri 15 yıldır adalet arıyor

25 Aralık 2010 11:14  

 

Cumartesi Anneleri 15 yıldır adalet arıyor

Cumartesi Anneleri'nin Galatasaray'daki oturma eylemlerinin bugün 300'üncü haftası. Anneler, babalar, kardeşler, torunlar gözaltına alınıp kaybedilen sevdiklerinin akıbetini soruyor

“Ceset yoksa cinayet de yoktur” diye düşünen birçok despot iktidar, muhaliflerini, tehlikeli gördükleri insanları kaybetmeyi bir yöntem olarak benimsedi. Hitler’in ünlü ‘Gece ve Sis’ kararnamesiyle 1941’de Avrupa’nın çeşitli kentlerinden binlerce Nazi karşıtı gözaltına alındı, trenlere bindirildi ve kendilerinden bir daha haber alınamadı. Ya da Arjantin cuntası, 30 bine yakın insanın çoğunu uçaklardan okyanusa atarak kaybetti.
Ne yazık ki filmlerden, kitaplardan öğrendiğimiz bu alçak yöntem bize hiç de yabancı değil. Daha Naziler ortada yokken, 1915’te imparatorluğun başkentinde 220 Ermeni aydını bir gecede gözaltına alındı. Aralarında Meclis-i Mebusan üyeleri bile vardı. 220 kişiden 81’inin öldüğü tespit edildi/açıklandı. 139 kişinin ne olduğu ise hâlâ bilinmiyor.
Gözaltında kayıp olaylarının cumhuriyet döneminde de muhaliflere, farklı kimlik aidiyetlerine sahip insanlara karşı bir devlet politikası olarak izlendiği artık birtakım emekli yetkililer tarafından açıkça söyleniyor.
Türkiye’de gözaltında kaybedilme olaylarının yaygınlaşması, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından başladı. Askeri darbenin hemen ardından Cemil Kırbayır, Hayrettin Eren, Nurettin Yedigöl gibi solcu gençler gözaltına alındı. Bu gençlerden bir daha haber alınamadı. Ancak esas felaket ‘demokrasi döneminde’ yaşandı. 1990’larda özellikle OHAL Bölgesi’nde yüzlerce kişi kayboldu. (İHD’ye 1000’e yakın kayıp başvurusu vardır.)

Eyleme başlarken
Gözaltına alındıktan sonra Hasan Ocak’ın ardından Rıdvan Karakoç’un işkence edilmiş bedenlerinin bulunması üzerine bir grup insan hakları savunucusu ve kayıp yakını 27 Mayıs 1995’te Galatasaray Lisesi’nin önünde “Gözaltında kayıpların akıbeti açıklansın, sorumluları yargılansın ve bu topraklarda bir daha hiç kimse kaybedilmesin” talebiyle sessiz oturma eylemini başlattı. Grup, ‘Cumartesi Anneleri’ adını aldı. Eylem kısa sürede kamuoyunda büyük yankı buldu. Aydınlar, sanatçılar sivil toplum örgütleri Cumartesi Anneleri’ne destek vermeye başladı. Artık onlar Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları olarak anılıyordu.
Ne var ki bu sessiz eyleme bile tahammül edilemedi. 15 Ağustos 1998’de başlayan polis saldırısı ve gözaltılar, 13 Mart 1999’a kadar sürdü. Toplam 1093 kişi gözaltına alındı. Kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları daha Galatasaray’a gitmeden yolda, hatta kafelerde dövülerek gözaltına alınmaya başlandı. Baskıların sürmesi üzerine Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları, 200. haftadan itibaren oturma eylemine ara verdi.
Kayıp yakınlarının hukuk mücadelesinde ise birçok sorunla karşılaşıldı. Suç duyuruları ya yüzlerine fırlatıldı ya da savcılığın tozlu raflarına terk edildi. Tanıklar adliye kapılarından kovuldu ve ifadeleri kayda değer bulunmadı. İnsanlığa karşı işlenen bu suçlar devletin çeşitli kademelerdeki görevliler tarafından açıkça korundu, desteklendi, övüldü. ‘Hukuk’ failler için değil, adalet arayanların, gerçekleri dile getirenlerin cezalandırılması için işletildi.

İtiraflar
Galatasaray’da oturmalara ara verilmesinin üzerinden 10 yıl geçti. Bu 10 yılda birçok kayıp davasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’yi suçlu buldu ve mahkûm etti. Faillerin isimleri dava dosyalarında, AİHM kararlarında geçti.
Devlet bağlantılı Yıldırım Beğler, Abdulkadir Aygan, Tuncay Güney gibi isimler gözaltında kaybedilen insanların, işkencehanelere götürdüklerini, ardından kalorifer kazanlarında yakıldıklarını, asit kuyularına, çukurlara, derelere ve toplu mezarlara gömüldüklerini krokileriyle anlatıp itiraflarda bulundu.
Cinayetlerin faillerine ilişkin isimleriyle birlikte bilgiler de verdiler. Adresleri gösterilen yerlerde kemikler çıkmaya başladı.
Sadece hükümete karşı darbe teşebbüsüyle sınırlandırılan ‘Ergenekon Davası’nda yargılanan bazı askerlerin, gözaltında kayıp dosyalarında, tanık ifadelerinde, JİTEM elemanlarının itiraflarında adının geçmiş olması bir umut oldu. Bu gelişmeler üzerine, kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları, 31 Ocak 2009 tarihinde İstanbul, Galatasaray Meydanı’nda ve Diyarbakır Koşuyolu Parkı’nda her cumartesi, saat 12.00’de tekrar ‘oturmaya’ başladı. Talepleri yine aynıydı: Evlatlarının, sevdiklerinin başına neler geldiğini öğrenmek ‘ve’ fail ve sorumlularının yargı önüne çıkarılması.
Faili meçhul cinayetler ve kayıplarla ilgili bilgiler medyada yer almaya başladı. Böylelikle kamuoyu bu korkunç gerçekle yüzleşmeye başladı.
27 Eylül 2009 günü dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bir gazeteye “Devlet, ‘devlet politikası olarak’ adam öldürür”; Koramiral Atilla Kıyat da 2 Ağustos 2010 günü bir televizyon programında, “Failli meçhuller, gözaltında kayıplar bir devlet politikasıydı” dedi.
Bu itirafların gelmesi de hükümetin tutumunu değiştirmedi. Yine de birkaç soruşturma ve dava dışında faili meçhul cinayetlerin, gözaltında kayıpların, işkencelerin failleri ve olaylar yargı önüne getirilemedi.
Cumartesi Anneleri, “Ben onların ne iş yaptığını bilmiyorum” demesine rağmen Başbakan Erdoğan’a Galatasaray Meydanı’ndan ısrarla oğullarının akıbetini sormayı sürdürdü.
Uruguaylı ünlü yazar Eduardo Galeano kayıplar için ‘mezarsız ölüler’ der. Bu ülkede yüzlerce anne-baba, kardeş, eş, çocuk yakınlarına ne olduğunu bilmiyor. Mezarları olmadığı için yas da tutamıyor. Yüreklerinde bir mezarla yaşıyor. Başbakan’ın, “Kullanılıyorlar” iması yaptığı Cumartesi Anneleri’nden, “Bari çiçeklerle donatacağım bir mezar olsaydı” diyen Elmas Eren mi, 103 yaşındaki Berfo Kırbayır mı, Hanım Tosun mu, Erdoğan Alpsoy mu, Kadiriye Ceylan mı, Fatma Morsümbül mü, Sultan Taşkaya mı kullanılıyor?
“Yaradılanı yaratandan dolayı seven” Başbakan, daha önce kendi koltuğunda oturanların kaybettiklerinin yakınlarına, ‘dua edebilecekleri mezarları bile’ çok görüyor.

28 Şubat’ın unutulan mağdurları Son bir not da 28 Şubat tartışmaları üzerine. 28 Şubat’ın bir darbe mi, ‘post modern darbe mi’, ‘cumhuriyetin kendini koruma refleksi’ mi olduğu tartışıldı her yıldönümünde. Mağduriyetler anlatıldı. Cumartesi Anneleri’nden kimse söz etmedi bu tartışmalarda. Oysa, kayıp yakınları ve insan hakları savunucuları da bu dönemin en büyük mağdurlarındandı. O süreçte, yine onların kanı döküldü. Annelerin oturma eylemleri tehditle, copla ve gözaltılarla bu süreçte daha fazla kesintiye uğratıldı. Oturma eyleminin en büyük destekçisi İnsan Hakları Derneği’nin Genel Başkanı Akın Birdal alçak bir saldırıdan rastlantıyla kurtuldu.
Evet, Cumartesi Anneleri hâlâ Galatasaray’da sessizce oturuyor. Uzun bir süre ne gazetelerin büyük bölümü, ne televizyonlar gördü onları. Sadece hemen yanı başlarında duran çevik kuvvet polisleri, yoldan geçen meraklılar ve şaşkınlık içinde kameralarının deklanşörlerine basan turistlerin ilgilerini çektiler.
15 yıl sonra, 300. haftada talep aynı: “Kayıplara ne olduğunu bilmek ve bir mezarlarının olmasını istemek...”
Yukarıdaki satırlarda anlatageldiğimiz kirli tarihten de açıkça anlaşıldığı gibi, aslında kayıplara ne olduğunu herkes biliyor. İstenen şey, ne öç alma ne intikam.
Çok basit. Evrensel hukuka uygun adaletin tecellisi, sorumluların yargılanarak cezalandırılması ve bir mezarlarının olması...

Leman Yurtsever, Sebla Arcan: İnsan hakları savunucusu. Faruk Eren: Kayıp yakını


Radikal

Son Güncelleme Tarihi: 25 Aralık 2010 14:34

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0