‘Gezi’nin siyaseti, siyasetin ‘Gezi’si

11 Eylül 2013 11:17 / 1345 kez okundu!

 


Haziran 2013’ten beri siyaset, siyaset yapma tarzı konuşulurken hep ‘Gezi’ ile ilişkilendiriliyor, aynı ölçekte yeni bir olay yaşanıncaya kadar da böyle gideceğe benziyor. Gezi direnişinin siyaseti nasıl şekillendireceği henüz somut olarak siyasi arenaya yansımamış olsa da bir değişime yol açacağı beklentisi var, ancak bu değişimin daha fazla demokrasi, daha fazla eşitlik, daha fazla özgürlük ve yaşamın korunması yönünde olması için Gezi’yi doğru okumak ve buna uygun hazırlık yapmak gerekmektedir. Hazırlığımız Gezi’ye nasıl baktığımızla yakından ilgilidir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ve hükümete göre “...Gezi faiz lobisinin işiydi, bir darbe girişimiydi...” Bu bakış açısının doğal sonucu olarak, Gezi, güvenlikçi politikaların derinleştirilmesi için bir fırsat olarak değerlendirilerek, özgürlük alanlarını daraltan daha fazla polisiye tedbirlere hız verildi. Şimdi de Cumhuriyet savcısını dahi devre dışı bırakarak Polis’e, kişileri hapsetme yetkisi tanınmak isteniyor, İçişleri Bakanlığı sıkıyönetimlere özgü yeni polisiye tedbirler içeren genelgeler yayınlıyor. Bu gidişat demokrasiden iyice uzaklaşılmasına yol açacaktır.


BU DAHA BAŞLANGIÇ, MÜCADELEYE DEVAM

Hükümetin ve onun etkisi altında olan kesimin dışında kalanlar için ise Gezi bir başlangıç. “Gezi’nin başlangıç olması”nın üzerinde durmakta yarar var, ‘bu başlangıç neyi ifade ediyor’, ‘nasıl devam edebilir’ sorularının yanıtını aramak Gezi sürecini önemseyenler için ciddi bir görev olarak ortada duruyor.

Bu soruların ipuçlarını Gezi direnişi sürecinde bulabiliriz. Önce başlangıcına bakalım; Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılmasına karşı başlatılan, ağaçları kesmeye gelen dozerlerin önünde kendini ağaca zincirleyen, gece nöbet tutan, şiddet karşıtı bir hareket. Bu başlangıçta kentin ortak yaşama alanına sahip çıkma amacı, karar süreçlerine katılma isteği ve asla şiddete başvurmama tavrını görüyoruz. Buradan, ortak yaşam alanlarının korunmasını önceliğine alan, katılımcı ve şiddetsiz yöntemleri kullanan yeni bir siyaset anlayışının yeşermeğe başladığının ipuçlarını görmek mümkün.

Buradaki çevre duyarlılığı Gezi’yle birlikte kendiliğinden ortaya çıkan bir durum değil. Bu noktaya gelinceye kadar, yaklaşık yirmi beş yıldır sürdürülen bir çevre ve ekoloji mücadelemiz var. Örneğin, yirmi üç yıl önce Konak’tan Aliağa’ya kadar el ele oluşturdukları insan zinciriyle ilk kömür yakıtlı termik santralı engelleyen İzmirliler var, Türkiye ekoloji hareketinin başlangıcı olarak nitelendirebileceğimiz Bergama Köylü Hareketi var. Bunların yanı sıra Gezi; büyüklü küçüklü çok sayıdaki çevre ve ekoloji hareketlerinin izlerini taşıyor. Gezi’de, derelerine sahip çıkan Karadenizlilerin, Erzurum Tortum’daki Jandarma’nın müdahalesine karşı yaşam alanını savunan Leyla’nın ve Bergama’da ağır bedeller ödeyen Sebahat Teyze’nin dik duruşunu, adını dahi bilmediğimiz binlerce yaşam savunucusunun çabalarını ve emeklerini görebiliriz.

Diğer yandan, bu mücadele örneklerine rağmen bugün ekosistemi mahveden, kırsaldaki yaşamı tehdit eden Hidroelektrik Santraller (HES), su havzalarını, ormanları, tarım alanlarını, tehdit eden İzmir- Efemçukuru’nda, Bergama’da, Uşak- Kışladağ’da, Kazdağları’nda ve ülkenin başka yerlerindeki yargı kararlarına rağmen faaliyetini sürdüren altın madenleri, son dönemde yoğunlaşan sağlıklı çevrede yaşama hakkını tamamıyla ortadan kaldıran yasa değişiklikleri, hükümetin nükleer santral yapma konusundaki inadı, doğa düşmanı çılgın projeleri, çevre duyarlılığını iyice artırdı.

Çevre ve ekoloji alanında duyarlılığın artmış olması da tek başına bu boyutta bir toplumsal hareketi doğurmayabilirdi. Taksim Meydanı’nı 1 Mayıs İşçi Bayramı’na kapatan, İstanbul’da adeta sıkıyönetim ilan eden hükümetin antidemokratik icraatları, alkol kullanımı, kürtaj gibi yaşam tarzına ve bireysel özgürlüklere müdahale olarak nitelendirilebilecek konulardaki yasal düzenlemeler, bir türlü olağanlaşamayan, adil olmayan yargı uygulamaları, diğer yandan Uludere- Roboski’de 34 yurttaşın Hava Kuvvetleri jetlerinden atılan bombalarla öldürülmesinin üzerinin örtülmesi gayreti gibi olaylar toplumda ciddi gerilimlerin oluşmasına yol açmıştı. Bunun üstüne Gezi Parkı’ndaki pasif eyleme yönelik, polisin yersiz, orantısız aşırı şiddeti, gerilimin patlaması sonucunu doğurdu.

Ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın rest çeken kibirli tavrı, görev ve yetkisini aşan, kafa kıran, göz çıkartan, sopayla öldüren kolluğun durdurulmaması, aksine ödüllendirilmesi, “Her yer Taksim her yer direniş” sloganıyla ülkenin her yerini direniş alanına çevirdi. Bu eylemlere katılanların her birinin tepkisi ve talebi farklı da olsa istenen daha fazla özgürlük, daha fazla eşitlik, daha fazla demokrasi ve yaşam alanlarının korunmasıydı.

Genel olarak baktığımızda Gezi eylemleri demokratik protesto hakkının kullanılmasının tipik örnekleridir, buna başka anlamlar yüklemek yersiz ve gereksizdir. Bu özelliğiyle Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı sağlayabilme potansiyelini taşımakta ve daha fazla demokrasi öneren siyaset anlayışını işaret etmektedir.

Gezi eylemlerine katılanların kökenleri, inançları, yönelimleri, görüşleri, siyasal yaklaşımları da talepleri gibi farklı farklıydı. Gezi’ye etnik, dinsel, cinsel, siyasal olarak çoğulculuk egemendi. Bu da bize çoğulcu bir siyasetin gerekliliğini işaret etmektedir. Kısacası, kutuplaştırmayı değil, farklı kesimlerin birbirlerinin farklılıklarına saygı duyarak oluşturdukları bir kamusal alan talebini görmemek Gezi’yi eksik okumaktır. Bu da bize Müslüman, Alevi, Kürt, Ermeni, LGBT, kadın vb. hepsinin demokratik taleplerini sahiplenen bir siyasete olan ihtiyacı ortaya koymaktadır (bir örnek çalışma için; http://www.change.org/adaletvesaygi).

Gezi sürecinin etkisini elbette yaşayarak göreceğiz, ama şimdiden, “ben yaptım oldu” döneminin sona erdiğini, bundan böyle toplumsal tepkilerin ve taleplerin dikkate alınmak zorunda kalınacağını söyleyebiliriz. Bu yönüyle Gezi direnişi siyaset yapma biçimini de değiştirecektir, artık eski kalıplarla, eski parti formatlarıyla ve toplumdan kopuk siyasal yapılarla devam etmek mümkün görünmüyor.

Bu sürecin en önemli kazanımı, ekolojinin, kent yaşamına dair politikalarda ön sıraya geçmesidir. Ekoloji mücadelesinin aynı zamanda bir demokrasi mücadelesi olduğu herkesçe görülmüştür.

Gezi direnişini bir kazanım olarak görüyorsak, bunu sürdürülebilir hâle getirmeliyiz. Gezi’yi, yaşam alanlarını korumak için oluşan ekoloji hareketlerine, güvenceli iş yaşamı için direnen emekçi eylemlerine, kimliğinin tanınmasını isteyen Kürtlerin, Alevilerin ve diğer toplumsal kesimlerin eşit yurttaşlık mücadelesine, kısaca yaşamın korunması, eşitlik, özgürlük ve demokrasi talepli bütün alanlara taşımalıyız. Bunu da ancak siyasetini inşa ederek, yaşamın her alanında katılımcılığı, eşit ve özgür ilişkileri, yaşamın korunmasını önceliğine alan, hiyerarşiyi reddeden, çoğulcu ve demokratik siyasetle başarabiliriz.


Arif Ali CANGI

11.09.2013

Son Güncelleme Tarihi: 12 Eylül 2013 12:40

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.