Üç büyük korku üzerine... - Cemil Ertem
14 Eylül 2010 17:47
Orhan Pamuk, Dostoyevski’nin Cinler romanının bize korkutucu bir sırrı fısıldadığını söyler; bu sır, sizinle aynı dili konuşmayan, aynı görüşü paylaşmayana duyulan sonsuz öfke ve çaresizliktir. Öyle ki bu çaresizlik, farklı olanı, farklılaşanı ortadan kaldırmaya kadar varan bir tahammülsüzlükle son bulur. Tahammül edememek ve sonunda yok etmek bireysel bir sapkınlığın sonucu olmayabilir sadece. Bir grup, kapalı bir cemaat hatta toplum da bu tahammülsüzlük sapkınlığına düşebilir. Hele “içinizden” biri hızla farklılaşırsa ve o zamana kadar yapılanların yanlış olduğunu söylemeye başlarsa “en tehlikeli düşman en yakın düşmandır” kuralı gereği ilk yok edilmesi gereken “unsur” olur. Orhan Pamuk, kendi deyimiyle, insanoğlunun yazabildiği en sarsıcı yedi-sekiz romandan biri olan Cinler’in Türkiye’de ve sol içinde yok sayıldığını kendisine sormuş. Yanıtı da bu büyük “sır.”
Evet, Cinler insanlığın en büyük dramlarından birini dile getiren sarsıcı bir roman ama en çok “ötekileştirme” ve tahammülsüzlük kültürü üzerine bir faşizm geliştiren Türkiye toplumu için radikal bir ayna aynı zamanda. Cinler’in ana temasını oluşturan cinayeti, Türkiye solu o kadar çok gördü ki; üniversite kampusları, cezaevleri, hücre evleri farklılaşanların, “öteki” olanların yok edilme hikâyeleri ile dolup taşar. Türkiye’deki toplumsal cinnetler ve faşist ayaklanmalar da aslında böyle bir şeydir. Bunlar da farklı olacak olanı önceden bulup yok etme kalkışmalarıdır. Bu sapkın “ötekileştirme” psikolojisi, Türkiye’yi karıştırmak isteyen “derin” yapılar tarafından her zaman kullanılmıştır.
Merkez medya denen yapı ilkönce “yerleşik” olana “öteki”ni işaret eder; bu işaret “öteki”yi farklılaştıracak bir uydurma haber de olabilir. Mesela 6-7 Eylül’de “Atamızın evi bombalandı” manşeti böyle bir şeydir. İşte bu andan itibaren “en yakın düşman en tehlikelidir” kuralı işlemeye başlar. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri dış düşmanlarla çevrilmiş bir ülkedir ama en büyük düşman bunlarla işbirliği yapan ya da yapma potansiyeli olan “iç-bizden” mihraklardır. Cumhuriyet’in bütün güvenlik stratejisi, hukuk yapısı, kurumları bu ana “güvenlik” temelli anlayıştan türetilmiştir. Bu ana anlayış, kendi sağını ve solunu da aynı sapkın ideolojiyle donatmış ve farklı olanı tanımadığı gibi farklılaşmaya da izin vermemiştir. Radikalleşme paradoksal olarak bu sapkın devlet ideolojisini yeniden üretecek bir yoldur aynı zamanda. Ama zaten ulus olma ve bir ırka dayalı ulus-devlet inşa etme meselesi en çok bunu gerektirir.
İşte tam burada duralım ve Cumhuriyet için, başından beri, farklı olan, öteki olan ve farklılaşacak olanların şöyle bir listesini yapalım: Birincisi, dinî aidiyetin, ulus-devletin zorunlu kurucu aidiyeti olan ırk aidiyetinin önüne geçmesi tehlikesine bağlı olarak Müslümanlar. Bunun için başından itibaren din, devletin içine alınarak “laik” olan inşa edilmeye çalışılmıştır. Şimdi “sapkın” bu laiklik anlayışı, baskıcı Cumhuriyet’in en temel kurucu müesseselerinden biridir ve aslında bu çözülüyor. Bu toplum artık bu laiklik anlayışını reddediyor. “Evet” oylarının sosyolojik tahlili bize bu sonucu verir.
İkincisi azınlıklar; Türkiye’de azınlıklara karşı uygulanan ve katliamlara varan baskı ve sindirme politikası ortadadır. Türkiye’nin AB bütünleşme süreci ve bunun dinamikleri, demokratikleşme adımları, ekonomik ve siyasi dışa açılım, azınlıklara karşı şimdiye kadar olan “resmî” politikanın değiştirilmesine yol açıyor. 12 Eylül 2010 adımı bu gerçeği dolaylı olarak teyit ediyor.
Üçüncüsü Kürtler; Kürtleri, asimilasyonu bile aratacak, yok etme ve yok sayma politikalarının da sonuna geldik. Kürtleri yok sayarak baskıcı bir cumhuriyet kurma politikası devamcılarının artık tek umudu 20 eylülde çatışmasızlık ortamının bozulmasıdır. Bunun için bugünden itibaren her şeyi yapacaklarından şüpheniz olmasın. Aslında 12 Eylül 2010, Kürtler için de önemli bir başlangıçtır.
İşte 12 Eylül 2010, baskıcı cumhuriyetin bütün baskı gerekçelerini ortadan kaldıracak bir adım olarak görülmelidir. Türkiye toplumu bu baskıcı ideolojiyi yeniden üretecek “korku” makineleri ile donatılmış bir toplumdu. Bu ideoloji aygıtları, tarihsel olarak, “ötekiler” üzerinden üç temel korku üretmişlerdir. Birinci korku şeriat gelecek korkusudur. Bu, yukarıda anlattığımız Müslüman ötekileştirmesi aracılığıyla üretilmiştir. İkinci korku, komünizm gelecek korkusudur. Bu korku bir soğuk savaş korkusudur ama izleri hâlâ vardır. Yabancılar, dış mihraklar, azınlıklar bu korkunun üretilmesinde temel araç olarak kullanılmıştır. Üçüncü güncel büyük korku bölünme korkusudur. Bu da Kürtler üzerinden üretilmiştir.
İşte 12 Eylül 2010 değişikliği, Türkiye toplumunun bu üç büyük korkuyla yüzleşerek demokratikleşme adımlarının ilkidir. Bu adımlar, farklılaşmaya, sorgulamaya izin vermeyen devlet solunun da sonudur. Dostoyevski’nin Verhovenski’sini bu sol artık üretmemeli. Ama bir dakika, Verhovenski çok zekidir; bizim soldaki abi müessesi ise geri zekâlılıkla maluldür. Onun için aslında pek sorun yok burada. Korku cumhuriyetinin geri adım atmasında hâlâ yargı en büyük sorun.
www.cemilertem.com
Taraf

