Solunu göremeyen bir ‘sol’ - Murat Belge

10 Nisan 2010 14:29  

 

Solunu göremeyen bir ‘sol’ - Murat Belge

Berlin Duvarı’nın yıkılışından bu yana, dünya koşullarının ciddi biçimde değiştiğini, daha da değişeceğini, Türkiye’nin koyu “ulus-devlet” anlayışıyla buna ayak uydurmaya ideolojik bakımdan hazır olmadığını, onun için de uyarlanma sorunları yaşayacağını yazıp duruyorum. Bunlar, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından daha önce savunduğum pozisyonlardan ayrışmıyor, tersine onları –değişen maddi ortamda- pekiştiriyordu.

Böyle bir bakış açısının, Türkiye’yi yönetmekte olan kadrolar tarafından benimsenmesine imkân yoktu. Onlar, dünyayı böyle görmemek, olaylardan bu sonuçları çıkarmamak üzere programlanmışlardı; hâlen de öyleler. Buna “hak vermek” mümkün değil, ama niçin böyle davranmak zorunda olduklarını anlamak kolay. “İktidarını korumak” gibi, anlaşılır bir uğraşın içindeler.

Aynı şekilde “anlaşılır” olmayan şey, Türkiye’de “sol”un davranışı. “Sol” derken bunun içinde kendini “sosyal-demokrat” olarak tanımlayanları çok fazla düşünmüyorum. Çünkü Türkiye’de bu kavram, başka birçok siyasî kavram gibi vahim anlam kaymalarına uğratılmış bir kavramdır. Bugünkü CHP’ye baktığınızda, ne demek istediğimi görüyorsunuz; ama ille “bugünkü”ne bakmak gerekmiyor, bu hep böyleydi. Türkiye’de kendine göre bir “komünizm” vardı; ama bir “sosyal demokrasi” yoktu, çünkü “sosyal demokrasi”, özellikle Dünya Savaşı sonrası koşullarında, bir “yeraltı hareketi” olarak varolamazdı. Daha önce de sık sık yazdığım gibi, onu “yer üstünde” var etmeyen güç, CHP’nin ta kendisiydi. Sonra günün birinde (altmışlarda, Türkiye İşçi Partisi siyaset yaparken) “millî şef”in “ortanın solundayım” diye bir beyanat vermesiyle bu partinin ne kadar “sosyal-demokrat” olacağı aslında o günden belliydi. O zamandan beri binlerce günübirlik olay, kavga, çatışma yaşandı. Ama genel gidişte hiçbir zaman ciddiye alınacak bir yön değişikliği görünmedi.

Onun için, kavramı ne olduğunu bilerek kullanan az sayıda birey dışında, CHP’yi ve Ecevit’in DSP’sini içine alan bir “sol”dan söz etmiyorum. Bunlar, Türk milliyetçiliğinin aktığı ana yatak üstünde kurulmuş partilerdir. Kendilerini baştan “sağ” olarak tanımlayan partilerden farkları, toplum’a değil, devlet’e bakışlarındadır.

Bunlara nasıl olsa gene sık sık değineceğiz, fazla uzatmadan “Marksist sol”a geleyim. Marksizm’in de dünya çapında krizi ortada, bu da son derece sorunlu bir konu. Yalnız, şu somut bağlamda, tek bir çerçevede, bunun “Türk milliyetçiliği”nin gözlüğünden bakma zorunluluğuna karşı bir “kurtuluş” imkânı sunması çerçevesinde, önemli bir fırsat sağlayabileceğini vurgulamak istiyorum. Kendi içindeki bir yığın kargaşalığa rağmen bunu sağlayabilirdi; yer yer ve/veya zaman zaman, sağlamış gibi de göründü. Ama daha başından, bu imkânı mayınlayan eğilimler de içerdi: en başta, “millî” demokratik devrim ideolojisiyle.

Kısa zaman içinde “MDD”nin “TİP”i teslim alması, Türk milliyetçiliğinin Türkiye’de sosyalizmin önünü tıkaması süreci olarak okunabilir. 12 Mart’a böyle gelindi ve o dönemin “Marksist” solu, kısmen bilerek isteyerek, kısmen farkında olmaksızın, egemen güçler arasındaki iktidar çatışmasında “cunta” yöntemi sahiplerinin “âleti” konumuna düştüler. İzleyen hapisane döneminde bunun bir gizlisi saklısı kalmadı.

Bunlar, kaçınılmaz “çocukluk hastalıkları” olarak görülüp kabul edilebilir. Ama bugünkü durumun, tavırların, kabul edilir bir yanı artık yok.

Türkiye’yi değişmeye iten yapısal zorlamaları anlamak ve oralarda toplumun önünü açmak imkânını sol kendi kararıyla reddedince, o nesnel zorunluk toplumdaki başka siyasî eğilimleri “buzkıran” olmaya çağırdı. “Sol” ise şimdi “kırılmama” savaşı veren “buz”un takviye kuvvetleri arasında kendine yer arıyor. 1971’deki durumdan fazla farklı değil.


Taraf


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0