Dünya ve biz - Ahmet Altan

30 Eylül 2011 16:01  

 

Dünya ve biz - Ahmet Altan

İnsanlar ve toplumlar zaman zaman bir çıldırmanın içinden geçebilirler ama bu “çıldırma” hali bir zihinsel hücreye dönerse, onun içinde hapsolup kalırsanız, yavaş yavaş hayattan, gerçeklerden, zamandan koparsınız.

Kürt meselesi hepimiz için bir hapishaneye dönüyor.

Çoktan halledilmesi gereken bir meseleyi sadece psikolojik takıntılar yüzünden halledememek herkese pahalıya mal oluyor.

Öyle bir aşamaya geldik ki vahşet gülünçleşmeye başladı.

PKK’yla dalga geçen karikatürler gitgide çoğalıyor, sanki Peter Sellers’ın başrolünü oynadığı bir “pembe panter” filmi seyrediyoruz, sabahları insanlar birbirlerine “bugün gene yanlışlıkla kimi vurmuşlar” diye soruyor.

Ölüm sahiciliğini yitiriyor.

Delirir gibiyiz.

Türklerin Kürtlerin varlığını kabul etmemesiyle başlayan, daha sonra “eşitliği” reddeden tavrıyla gelişen, en sonunda da “eşitliğin” kabulünde bile çözülmeme ihtimali bulunan bir tımarhane hücresinin içine hep birlikte tıkıldık.

Dahası, hücremize de alışıyoruz.

Bütün bir hayatı “ölümün” merceğinden seyrediyor, hiç durmadan hep aynı kelimeyi tekrar ede ede sonunda o kelimenin anlamından kopan çocuklar gibi ölümü de saçmalaştırıyoruz.

Bunun bir çıkışı, en azından kısa zamanda bulunabilecek bir çıkışı var mı bilmiyorum.

Tarihçiler daha iyi bilir ama bütün bu yaşananlar bana 19. yüzyılın sonlarında Osmanlı’nın Balkanlar’da yaşadıklarını anımsatıyor.

Meydan okuyan yönetimler, komitacılar, cinayetler, savaşlar.

Yirmi birinci yüzyılda on dokuzuncu yüzyılı yaşamanın, insanın zihnini iğdiş eden garabetinden kurtulabilmenin yolu herhalde çok radikal kararlar vermek, bütün toplumu şaşırtacak bir biçimde hücrenin duvarlarını yıkmak olacak.

Kapısı kayboldu bu hücrenin çünkü, çıkacaksak ancak o çok alıştığımız duvarları yıkarak çıkacağız.

Sadece Anayasa’yı değil, 12 Eylül’den kalan ne kadar abuk sabuk yasa varsa hepsini değiştirmek zorundayız.

O da yetmez.

Ayrılıkçı parti kurmayı serbest bırakmalıyız.

İnsanlar, isterlerse “ayrılabileceklerini” bilmeli, bunun güvenine sahip olmalı, birlikte yaşayacaklarsa bunu bir mecburiyet sonucu değil bir tercih sonucu yapmalı.

Türkiye “fiziken” dünyaya açılmak istiyor, Başbakan dünya meseleleriyle ilgileniyor, fikir söylüyor, tavır alıyor ama bu sadece “görüntü” olarak kalıyor, “özümüz” içine sıkıştığı hücreden kurtulamıyor.

Ben bunu kendimden biliyorum.

Son günlerde aslında en çok ilgimi çeken konu “ışık hızını aşan parçacıkların” bulunduğu iddiası, bu söylenen gerçekse hayatın, dünyanın, evrenin tarifi değişecek.

İnsanoğlunun, ışık hızının aşılıp aşılmayacağını testlerle denediği bir çağın insanlarıyız.

İnsanlığın en büyük değişiminin tanıkları olma ihtimalimiz var.

Bu, insanlık tarihinin en muhteşem ihtimali.

Karşımızda duran bu ihtimale bakıyor, onu görüyor ama zihnimizi Kürt meselesinden kurtaramıyoruz, bir yanımız yirmi birinci yüzyıla bakarken bir yanımız on dokuzuncu yüzyılı yaşıyor.

Geçmişte yaşayarak geleceğe nasıl ulaşacağız?

İki asırlık farkın iki ucundan çekilerek yırtılan hayatlarımızı ve düşüncelerimizi nasıl yeniden biraraya getirebileceğiz, nasıl içinde yaşadığımız “gerçek” yüzyıla döneceğiz?

İki asrı yıkacak kadar şiddetli değişiklikler yaparak herhalde, bütün toplumsal ve zihinsel yapıları kırarak, varlığına alıştığımız, çok doğal sandığımız duvarları yerle bir ederek.

Toplumun içinde böyle bir değişim gücü, toplumu yönetenlerde bu değişimi gerçekleştirecek irade ve kudret var mı, derseniz, çok emin olmamakla birlikte böyle bir arzunun ve gücün işaretlerinin referandum dâhil birçok olayda ortaya çıktığını söyleyebilirim.

Silahın şiddetini ancak aklın daha “şiddetli” önerileriyle susturabiliriz gibi geliyor bana.

Ani, sarsıcı, şaşırtıcı akıl ve düşünce darbeleriyle yıkılır ancak bu iki yüzyıllık duvarlar.

Eski alışkanlıklarla biz bu hapishaneden kurtulamayız, çocuklarımız bile kurtulamaz.

Işık hızını tartışıyor insanlık.

Bizim sokaklarımızda kadınlar öldürülüyor.

Hayattan kopuyoruz, ölümü de gülünçleştiriyoruz.

Bir tımarhane hücresinin içindeyiz, herkesin terk ettiği bir tımarhanede unutulmuş bir deli gibi yaşayıp ölüyoruz.

Şiddetli bir barışa ihtiyacımız var.

Gerçi şiddet bol...

Ama o şiddeti barış için, hayata dönmek için, tımarhaneden kurtulmak için kullanacak akıl yok.


ahmetaltan111@gmail.com

Taraf

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0