Dönüşüm - Gürbüz Özaltınlı

01 Aralık 2011 00:40  

 

Dönüşüm - Gürbüz Özaltınlı

Bu korkunç açık nasıl kapatılacak? Türkiye’nin “en eğitimli”, “Batılı kalıplar” içinde yaşayan, “dünyaya en açık”, meslekli, tüketim standartları yüksek, “şehirli laik orta sınıflar” kalıbı içinde tanımlanan sosyolojisinin bulunduğu yer ile çağımız arasındaki yüz yıllık uçurum nasıl aşılacak?

“Bu Kürtler daha ne istiyorlar” sorusunu samimiyetle soranlardan, “Tunceli bugün ülkenin en görgülü, en eğitimli insanlarının yaşadığı bölgedir. Sürgünlerde iyi eğitim görmüş kızlar var. O bölgede kalsalardı o aileleri kuramayacaklardı. Sonuçlara bakmak lazım” diyenlerden söz ediyorum.

Ama aynı zamanda; diyelim çevre kirlenmesine, diyelim hayvan haklarına, diyelim yoksul kimsesiz çocuklara en duyarlı olanlardan; günlük yaşantıda diğerinin haklarına saygı göstermeyi, sıraya girmeyi, kırmızı ışıkta durmayı, bağıra çağıra konuşmamayı, zayıflara yardım etmeyi, kadına şiddeti lanetlemeyi aramızda ilk öğrenenlerden; On Emir’e en yakın duranlardan da bahsetmiş oluyorum. Sıradan ırkçılıkla çevreciliğin, militarizmle şehirli görgülülüğün, faşizmin kıyı çizgileriyle iyi ahlakın iç içe girdiği tuhaf bir sentez bu...

Kocaman gövdesiyle, bugünün dünyasını yakalamaya çalışan ülkenin önünde tıkaç gibi duruyor. Geleceğe dair büyük, coşkulu planları olan bir çiftin, üzerine türlü hayaller kurup dünyaya getirdiği, büyüme çağı geldiğinde özürlü olduğu anlaşılan biricik yavruları gibi. Hayalleri karartan bir yük. Atsan atılmaz, satsan satılmaz...

Hepimiz hakikaten bir an durup şu soruyu sorsak diyorum: Çok değil bundan on yıl önce, Türkiye’nin Dersim’le yüzleşmesinin önündeki engelin, laik kentliler mi, yoksa (milliyetçi) Sünni– taşra ağırlıklı Müslümanlar mı olacağı sorusuna ne cevap verirdik? Alevi Kürtleri katleden bir tarihle “milliyetçi” Sünni gelenek damarı hesaplaşıyor. Alevilere, Kürtlere, laik “çağdaş”, “demokrat”, çevreci, kentli, şucu bucu sosyolojiye de “samimi değiller, kin ve nefret ekiyorlar, kem küm” demek düşüyor... Gel de şaşırma!

Bu süreç, sayısız tezahürleriyle bu ülkede on yıldır tartışılıyor. Söylenen o kadar çok sözün içinden bir süzme yap deseler, ben “siyasetin dönüştürücü etkisi” derim. Elbette, siyasetin diğer toplumsal yaşantı katlarını belirleyen, “son kertede” en etkili alan olduğunu kastetmiyorum. Siyaseti de belirleyen, dönüştüren etkenler var. Ekonomi, kültür, sosyolojik değişimler vs. Bizim anlamayı kolaylaştırmak için kavramsallaştırdığımız, karşılıklı etkileşim içindeki bir bütünlükten söz ettiğimin farkındayım. Bu paylar içinden “siyasetin dönüştürücü etkisine” odaklanmayı öneriyorum.

Yeni bir sınıf, yeni bir sosyoloji, sert siyasal tecrübelerden de geçerek bu siyaseti üretmeyi başardı. Bizler, ideolojik mirasın, dogmatik öğretilerin siyasetten daha “önemli” olmadığını öğrendik. Kuşkusuz o ideolojik miras, inanç kaynakları, kültürel kodlar siyasete kendi renklerini katıyorlar. Ancak siyaset, bunları da içererek dönüştürme kapasitesi çok güçlü bir etkinlik. Hayatımızı etkileyen “büyük kararlar” en nihayetinde siyaset içinden veriliyor.

Çiçek böcek sevmek, az çocuk yapıp onu iyi yetiştirmeyi önemsemek, kadının ezildiğini fark etmek, gündelik haklara saygılı, iyi ahlaklı medeni bir şehirli olmak “siyaseten doğru tutuma” sahip olmaya yetmiyor. Siz, barışçı uyumlu bir toplumsal yaşantı için en medeni, en elverişli kabul edilen kültürel kodlardan, siyaset katına kendiliğinden aynı kalitede geçiş yapamayabiliyorsunuz. Kültürden siyasete sıçrıyorsunuz ve bir bakıyorsunuz ki, barışçı uyumlu toplumsal hayatı şiddetle tehdit eden faşizan bir zemindesiniz.

Evet, Türkiye’de olan budur. Demokratik değerlerle barışıklığından kuşku duyulan, dayatıcı otoriter dogmatik inançlar taşıdığı düşünülen, güçlü ayrımcılıklarla yüklü olduğu varsayılan sosyoloji; hiç de bu kodların izdüşümü olmayan bir siyaset üretebildi. Bu siyaset de kendi sosyolojisi üzerinde yeniden dönüştürücü roller üstlendi. Böylelikle biz, sadece bu coğrafyanın içinde yaşanan yeni bir dinamiğe tanık olmakla kalmadık, “İran deneyimi”, “El Kaide” damarı gibi ciddi aktörlerden çok farklı ve dünya için umut veren, yeni, Batı değerleriyle daha barışık, Batı’nın adil olmayan dünyasına da itiraz eden, kimlikli bir “Doğu sözcüsünün” doğuşuyla karşılaştık.

Her işittiği sözü, “AKP ve karşısındakiler” sığ ikiliği içine yerleştirmeden anlamlandırabilme yeteneğine sahip olmayanların, bu sözleri hangi tasnife tabi tutacaklarını biliyorum. Ama, onlar için yazmıyoruz zaten biz de bunları.

Diğer sosyoloji nasıl dönüşecek? İşte bu soruyu önemseyenler için yazıyoruz.

Hızla eskiyip tükenen “endişeli modernler” kavramının bize işaret etmeye çalıştığı bir sosyoloji vardı. İşte biraz da onlar için yazıyoruz.

Şöyle bir sadeleştirmem var: Türkiye, tarihin içinden bakıldığında çok anlaşılır nedenlerle, bariz çatışmalı, bölünmüş iki büyük sosyo-kültürel kesime sahip. Kürt meselesi bile bu bölünmeye ekleniyor. Bu yapılar birbirlerini doğrudan dönüştüremezler. Dönüşümün motoru kendi kodları içinden oluşabilir ancak. Her iki taraf için de bu rolü üstlenebilecek olan alt küme; diğerine en açık, ön yargıları en zayıf ve hatta en pragmatik özellikleri barındıranlardan oluşmaktadır. Muhafazakâr sosyoloji bu kümeyi başarıyla üretti ve sonuçlarını hep birlikte izliyoruz.

Laik sosyolojide bu işlev kime düşecek? Marksist solculara mı? Bence imkânsız. Herhalde “modernizmin” İzmir versiyonuna da değil. Demokratlar diye isimlendirdiğimiz çevrenin de bu sosyolojiye etki yapma sınırları belli. Üstelik, ipleri statünün en derin ellerinde olan lök gibi bir CHP ortada dururken işler iyice zor.

Bu karamsarlığın içinden cılız da olsa “endişeli modernlere” doğru şöyle seslenmek geliyor içimden: Öncelikli endişenizi, muhafazakâr sosyolojinin siyasi performansı üzerine değil de, laik kentlilerin otoriter faşizan tutuculuğu üzerine inşa etseniz daha iyi edersiniz.


ozaltinli@gmail.com

Taraf (29.11.2011)

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0