Ateşin düştüğü yer - Sibel Yerdeniz

24 Eylül 2012 10:58  

 

Ateşin düştüğü yer - Sibel Yerdeniz

Amerikalı bir gazeteci her sabah işe gidip gelirken Kudüs’te ağlama duvarının önünde dua eden bir adam görmekteymiş. Bir gün dayanamayıp sormuş:

“Sizi her gün bu duvarın önünde görüyorum.”

“Evet, ben otuz yıldır her gün burada barış için dua ederim.”

“Otuz yıl ha! Peki ne hissediyorsunuz?”

“Sanki duvara konuşuyormuşum gibi...”


Sesimiz, nefesimiz, çığlıklarımız duvarlara çarpıp parçalanıyor.

Bölünüyoruz...

İnatla, ısrarla, ateşle, kanla, bölünüyoruz.

Çocuklarımız umutsuzca birbirini boğazlıyor.

“Aynı yerde ölüp duruyoruz,” diyordu geçenlerde bir mizah dergisinin ana sayfasında, bir asker diğerine.

On yıllardır aynı yerde ölüp duruyoruz.

Bu bir türlü uyanamadığımız nasıl bir karabasan?

Hangi karanlık hesaplar dönüyor duvarların arkasında, hayatlarımız üstüne?

Bu topraklarda, barışı, adaleti, kardeşliği, güvenliği, kalkınmayı sağlamak için seçilmişler ne yapmaya çalışıyor?

“Terörün gerekçesi olarak gösterilen talepler yerine getirilmiş olsa bile terör örgütü hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eder. Terör örgütünü açılım da durdurmaz, demokratikleşme de,” diyen bir Savunma Bakanının asıl niyeti nedir?

Kürt sorununu arayıp arayıp bulamayan, "Ben söylüyordum, şimdi itirafçılar söylüyor. domuz etinden zerdüştlüğe kadar, bilmem hangi ulustan, kardeşlikten, çok özür dilerim eşcinselliğe kadar, her türlü namussuzluğun, ahlaksızlığın, gayriinsani durumun olduğu bir ortam; girişi var, çıkışı yok; girişi korku, çıkışı ölüm. Böyle bir yapı,” diye beyanat veren, “şehitlik nasip işidir” diye teselli buyuran bir İçişleri Bakanının bu sürece katkısı nedir?

BDP’li kadın vekiller için "BDP'lileri nasıl kadın sayıyorsunuz? diye soran bir Başbakan Yardımcısının vizyonu nedir?

Kendisine “Akan kanı ancak siz durdurabilirsiniz, kimse evlat acısı çekmesin,” diyen Sırrı Sakık’a, “Ben elimden geleni yaptım, ancak karşılık bulmadı,” diyen Başbakanın samimiyeti nedir?

Haluk Koç’un Oslo çıkışına basından gelen eleştiriler üzerine, bir gazeteciye “Kürt sorununun çözümü konusunda samimi olduğumu, partimizin duruşunun ne kadar isabetli olduğunu toplum gördü,” diye açıklama yapan Ana Muhalefet Partisi Başkanının inandırıcılığı nedir?

Kendi çözümleri yerine iktidarın çözümsüzlüğüne kitlenmiş politika anlayışından bir türlü kurtulamayan CHP en son ne zaman Kürt sorununda tutarlı ve etkin bir pozisyon aldı? Hangi süreyle? Hangi çözüm önerileriyle?

Genel Başkanlığa seçildiğinden beri Kürt sorunuyla ilgili yaklaşımlarında sürekli dramatik değişikliklere tanık olduğumuz Kemal Kılıçdaroğlu, terör sorununu çözmek için aylar önce “elini taşın altına koymaya hazır olduğunu, gerekirse bunun siyasi bedelini ödeyebileceğini” söylemişti ya hani; bugün hâlâ ‘gerekirse’ aşamasında olduğu için tekrar tekrar soralım:

Barış için bedel ödemeye hazır mısınız?

“Ben elimden geleni yaptım yaptım” diyen Başbakana da soralım:

Diyelim ki siz Kürt sorununu çözmek için elinizden geleni yaptığınızı ve karşılık bulmadığını düşünüyorsunuz. Bu artık ‘barış’ için yapacağınız hiç bir şey kalmadı demek mi? Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı olarak elinizden gelen bu kadar mı?

“Terörün gerekçesi olarak gösterilen talepler yerine getirilmiş olsa bile terör örgütü yoluna devam eder,” diyen Savunma Bakanına da soralım:

Bu peşin hükme nasıl vardınız? Hangi gerekçelerle?

İçişleri Bakanımıza beyanlarıyla ilgili hiç bir şey sormadan geçelim. Boşuna anlamaya çalışmayalım. Bu kendinden menkul, ahlaki ve vicdanı süzgeçten geçirilmeden şekillenen zihniyeti yok sayalım.

Seçilmişlerden ne olursa olsun ‘barışı’ inşa etmelerini talep etmek zorundayız.

Birlikte huzur içinde, kardeşçe yaşamanın yollarını aramak zorundayız.

90’lı yılların Kürt çocukları bugün "çocukluk diyince aklıma açlık, sefalet, perişanlık, yanan köyler, bombalar, savaş uçakları geliyor" diyorsa, bu gençlerin hemen hepsi bugün "bana yaşatılanları anlamam ya da affetmem mümkün değil ama barış mümkün, çocuklarımın aynı şeyleri yaşamasını istemiyorum; barış istiyorum…" diyebiliyorsa, politik kaygılara değil vicdanlara hitap edecek gerçek bir barış ortamı kurabilmek için ayağa kalkmak zorundayız.

Barış, olağanüstü sağ duyulu, iyi niyetli, ahlaki ve vicdani bir çabayı gerektiriyor.

Barışmanın yolu müzakeredir, hoş görüdür, birbirini affetmektir.

Şu bir türlü kabullenemediğimiz Habur meselesinde, Kürtlerin çocuklarını ‘barış elçileri’ olarak sevinçle ve savaşın bitmesi umuduyla, coşkuyla karşılamalarını bir türlü hazmedemeyen biz Türkler, her gün onlarca gencin hayatından olmasını daha mı kolay hazmediyoruz?

O günden bu güne kesintiye uğrayan ‘barışma’ sürecinde kaç insan hayatını kaybetti? Kaç aile çocuklarını toprağa gömdü?

Savaşların, ödenmesi zor ve ürkütücü bedeller karşılığında göze alınması gerektiğini, insanlığın uzun soluklu tarihinde kanla çizilen hiç bir sınırın kalıcı olmadığını, kardeşçe birlikte yaşamanın yerine atılan her savaş çığlığının çocuklarımızın geleceğini biraz daha kararttığını göremiyor mu Anadolu’nun kadim halkları?

Öldürdükleri gerillaların arkasında gururla poz veren -vermek zorunda bırakılan- askerlerin fotoğrafını bütün o ‘çocukların’ annelerine gösterin bakalım ne görecekler? Bugün çocukları hayatta olmayan annelere sorun. Hiç birinin içi ona bakmayı kaldırmayacak.

Siz bir savaş oyununu izler gibi eskitirken ölüm haberlerini, o çocukların anneleri oğullarından geriye kalan pijamalara, yastıklara sarılarak uyuyor oğul kokusuna hasret, geceleri.

Uzaklarda, bütün çocukluğunu bir dağın sırtına yükleyip erkenden büyüyen ve erkenden ölen; çocuk bedenleri katır sırtında son yolculuklarını adımlayan ölü Kürt çocuklarının anneleri çoktan unutmuş oğullarının, kızlarının kokusunu; onların koynundaki her koku bebekliklerinden kalma.

90’lı yıllardan beri defalarca bakmaya zorlandığımız o fotoğrafa bakın ve ne gördüğünüzü söyleyin?

Kanla çizilmiş bir sınırın öte yanından bakmadığınızda o fotoğrafta görülecek tek şey, ateşin düştüğü yerdir.

Ben, belleğimize kazınan bütün o fotoğraflarda sadece ateşin düştüğü yeri görüyorum.

Antep’te yanıp kül olan Almina’nın, insanın aklına ölümü getirecek en ufak bir iz bulunmayan kocaman göz bebeklerinde, Yunus’un ızdırapla gölgelenen karanlık yüzünde, Ceylan’ın hep çocuk kalacak cılız siluetinde; bir ucundan girip diger ucundan çıkan roketatarla, onca askere mezar olmuş otobüsün kararmış iskeletinde… ben hep, ateşin düştüğü yeri görüyorum.

"Ez dimirim, ez dimirim, ez dimirim…” diye yardım istiyordu Yunus sıkışıp kaldığı zalim betonun altında.

Ölüyorum, ölüyorum, ölüyorum… diye inliyordu anadilinde.

Sonradan altın varaklı çerçeveye yerleştirilerek, hatırası Başbakana ‘gururla’ hediye edilen Yunus’u öldüren deprem felaketine sevinenler olmuştu bu ülkede. Kürtlerin başına geldi diye.

“Her canlı bir gün ölümü tadacak” ise zamansız gelen ölümün bütün dillerde ‘acı’ydı tadı.

Uçurumun kenarına gidip gidip geliyordu insanlık.

Uçurumun kenarına kadar gitti ve atladı genç bir insan, yüzümüze tokat gibi çarptı bir türlü paylaşamadığımız her şeyi ve gitti; içinde yattığı bir kaç metrelik toprağı bile çok görmüştünüz biricik annesine hani.

Babasının acısına iki kat sevindiniz.

Uçurumun kenarına gidip gidip geliyor insanlık, dilinde ölümün acı tadı ve nakaratı:

Ölüyorum, ölüyorum, ölüyorum...

Durmadan ölüyoruz. İçimizde, insana ait son nefes de ölüyor…

Peter Brosens ve Jessica Woodworth’un yönetmenliğini yaptığı Khadak filminin o muhteşem müziğinin eşliğinde yüzümüze haykıran Moğol kadını, son nefesinizi vermeden önce mutlaka dinleyin:



“Bedenimi karanlık bir köşede bıraktım,

Yanlış giden bir şey var.

Bir kız annesinin ölümünü bekliyor,

Bir baba oğlunun ölümünü bekliyor

Bir kardeş, kardeşin ölümünü bekliyor

Yanlış giden bir şey var.

Bir şair atının ölümünü bekliyor,

Bir kadın ruhunun ölümünü bekliyor,

Yanlış giden bir şey var.

Yanlış,

Yanlış giden bir şey var.

Bir ırmak sularının ölümünü bekliyor

Bir gök şafağın ölümünü bekliyor

Yanlış giden bir şey var...”


T24, 23.09.2012

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0