Operatör - 7

12 Mart 2012 15:03 / 2171 kez okundu!

 


Üç Numara

Dört numaralı koltuk otobüsün sağ tarafındaydı. Cam kenarı. Yanıma kim oturacak acaba diye meraklanıyordum. Neredeyse otabüs kalktı kalkacak.

Birden o girdi ön kapıdan ve gelip yanıma oturdu. Hem de selamsız sabahsız oturdu. Hep böyle değil miydi zaten. Sanki birbirimizi hiç tanımıyorduk.

Tümenden ayrılıp Erzurum’a giden belediye otobüsünde hala daha ayrıldığıma, izine gittiğime inanamıyordum.

Garajdan biletimi alıp da 302 S’in dört numaralı koltuğuna oturana kadar içimde hep bir sıkıntı vardı sanki. Otobüse oturunca kendiliğinden gidivermişti sıkıntım.

Belki de bu gevşemeyi fırsat bilip gelip oturuvermişti yanıma.

- Nerden çıktın şimdi sen?

- Nasılsın?

- Nasıl olayım askerim sayende.

- Bu da lazım cezaevinde olanlarımız da var değil mi?

- Ha evet var tabii. Orayı yeğlerdim doğrusu.

Dışarıda hafiften sulu kar serpiştiriyor. Otobüsün silecekleri bir sağa bir sola... Her silişte bir derin iz kalıyor camda, yeniden yeniden devam ediyor.

Yağış şiddetlenince birden hızlanıyor silecekler. Dalıp gidiyorum sileceklerin ardından.

- Hatırlıyor musun sana bir gün Y. yoldaşı sormuştum. Hiç onu merak edip ne yapıyor ne ediyor diye neden sormuyorsun demiştim. Nasıl da bir cevap vermiştin hiç unutamadım.

- Ne demiştim?

- Eeee biliyorsun eşi parti üyesi, eee aile çevresi de iyi, kendi de iyidir mutlaka diye sormuyorum herhalde demiştin…

- Nasıl yani kendisinin bir önemi yok mu diye, garipseyerek sormuştum tekrar.

- Yok öyle demek istemedim demiştin, ama durumu daha yeni fark ediyor olmanın şaşkınlığı yüz ifadene cuk diye oturmuştu.

Garip bir durumdu zaten onların hali. Partinin herhalde en zorlandığı durumlardan biriydi. Bir örgütlenme zinciri içine oturmuş aile ilişkilerinin karmaşıklığı can sıkıcı bir ortam yaratıyordu her zaman. “A” bir erkek. Bir parti biriminin sorumlusu. “B” de bir erkek. Ve “A”nın altında çalışıyor. “C” bir kadın. “A”nın da eşi oluyor. “C”, “B”ye bağlı olarak çalışıyor. “D” bir kadın ve aynı zamanda da “B”nin eşi. “D”, “B”ye bağlı olarak çalışıyor. Dolayısıyla bir aile toplantısı ister istemez bir parti toplantısı gibi; bazen de parti toplantısı oluyor. “A”, “B” ile sendika sorunları üzerine muhabbete dalıyor. “C” ile “D” mutfakta yemek hazırlarken aynı zamanda da parti toplantısı yapıyorlar. “Yemekler pişince afiyetle yenerek bir taşla iki kuş vuruyorlar. Bu ilişkiler içinde de herhangi birisi zaten “iyi” oluyor!..

- Aslında ben çok iyi anlıyorum. Bazen kendimi senin yerine koymuyor da değilim. Nasıl çözerdim bilemiyorum ama bu durumlara baştan engel olunması gerekir diye düşünüyorum.

- Haklısın ama al sana bomba der gibi avucuma atıverdiler ne yapsaydım?

Bunlar sır şeyler değil kuşkusuz ama kim dillendirecek bu dertleri. Kim bilir bu durumda daha nicelerimiz var. Zor durumlardı bunlar.

Ve kişiler üzerinden yürütülecek bir eleştiri-özeleştiri de zararlı olurdu. Sorunun can alıcı yanı yasaklı olmaktı.

Yasal çalışma olanakları içinde bu zorlukları yaşamak zorunda olmazdık. Düşman nasıl da biliyor işini. Asıl bir taşla birkaç kuş vuran o.

- Sence sadece illegal olmamız sorun yani?

- Sence de öyle değil mi?

- Hatırlıyor musun, senin evde toplanmıştık bir ara. İllaki emperyalizm işleyecektik. O güzel insane, sevgili eşin, her geldiğimizde çayı çöreği eksik etmeyen sevgili öğretmenim tam toplantının ortasında yeni doğan bebek için süt gerekiyor diye senden süt almanı istemişti. Bebenin maması bitmiş ve acilen ona mama yapması gerekiyordu. Ve o önce anneydi…

- Sırası mıydı şimdi sütün, “emperyalizm eğitimi” alıyorduk şimdi. Bebek mama istiyormuş. Çay yapıp içiriver diye neredeyse azarlamıştın. Sonra iş inada biniverdi aniden. Anne haklıydı, bebesine mama yapacak. Bir yandan da biz ısrar ediyorduk. Ara verelim, bir süt alıver. Her ikimiz de gitmek istememize rağmen sen izin vermedin. Bebek ağlaması eşliğinde ‘eğitimimizi’ tamamlamıştık. Kim bilir sevgili öğretmenimin gözlerinden de sessizce süzülmüştür damlalar.

- Evet, çok haklısın, ne kadar yanlış yapmışım. Çok özür dilerim.

- Birincisi benden özür dileme. Asıl eşine ve bebene özür borçlusun. Ama ben seni suçlamıyorum. Ben de yaptım benzer yanlışlar. Tutturdum bir yoldaşa bugün bana emperyalizm anlatacaksın diye. Yanlış olduğuna inandığım halde. Öyle istedikleri için yaptım. Çünkü senin ne düşündüğünün bir önemi kalmamıştı. Senden isteneni yapacaktın.
Bu nedenle kişiler üzerinden değerlendirmiyorum ben. Ama ne yalan söyleyeyim ilk adımda hep o kişilere takılıp kalmıştım. Bunlardan sadece biriydin sen de. Şimdi askerlere bakıyorum, kendime bakıyorum, bize bakıyorum; kızma ama bazen askerden ne farkımız var diye de düşünmediğim olmuyor değil.

Uzun bir yol almışız. Otobüs mola veriyor. Erzincan garajındayız herhalde. Evet, biraz temiz hava iyi gelecek. Bir de sıcak çay.
Mola bitiyor tekrar yerlerimizi alıyoruz. Dalıp gidiyorum dışarıdaki manzaraya. Bir nehir kıyısını takip ediyor otobüs. Sular nasıl da heyecanla akıyorlar menziline. Isınan hava ile birlikte eriyen kar suları nehirlerdeki su miktarlarını da etkiliyor. Köpüre köpüre deli taşkın akıyor sular.

Dalıp gitmişim. Sivas dolaylarında bir yerlerde olmalıyız. Yine bir mola veriyoruz. Bu defa bir şeyler atıştırmalıyım. Yorgunum ve karnım aç. Sıcak bir çorba içiyorum. Canım tatlı çekiyor ama ağzıma uygun bir şeyler göremeyince tezgahlarda, tatlıyı bir sonraki molaya bırakıyorum. İki bardak sıcak çay içip yeniden otobüsteki yerimi alıyorum.

- Kimsin sen? Buranın yeri var. O neredeyse gelir şimdi.
- O gelmeyecek. Onun yolculuğu buraya kadardı. O nedenle buraya ben oturuyorum bundan sonra.

- Sen kimsin?

- Cevap yok.

Otobüs yavaş yavaş yola koyuluyor. Şoför değişmiş. Yeni şoför hem daha genç hem de biraz şakacı bir biri. Bazen de şarkılara, türkülere eşlik ediyor yüksek sesle.

Hadi be asker sen de söyle. Hasret yakmıştır sesini senin…

- Çocuklara bak nasıl da neşeli oynuyorlar.

Şu arkadaki mavi kazaklıyı gördün mü? Ben tam onun yaşlarındayım. Sokağın tadını almış evden kaçamaklarla keyfini çıkardığım ilk zamanlarım. Tam da bu çağlarda 6 aylık bebeyken kardeşim Bahar’ı kaybettim. Hem de neden biliyor musun?

- Nereden bilecem?

- Kucağında beyaz kefenler içinde minnacık kızının cenazesini taşırken babamın yüzündeki acıyı hiç unutamıyorum. Bakımsızlıktan ölmüş Bahar.

Anne baba işte ablam, gündüz hem anne hem baba hepimize. Bir ben bir de erkek kardeşim Sabri evdeyiz. Ablam Birsen daha kendisi çocuk sayılacak yaşta henüz.

Ateşleniverdi Bahar bir gece. Sabahı sabah ettik hep birlikte. Ertesi gün Cumartesi. Anne baba evde. Babam ateşler içinde yanan Bahar’a türlü şaklabanlıklar yapıyor. Güldürecek onu. Ne yapsa olmuyor. Sonunda hastaneye gitmeye karar veriyorlar. Gidiş o gidiş işte. Bahar eve beyaz kefenler içinde geldi.

Babamın kucağında da mezarlığa gitti.Biliyor musun Bahar’ın yüzünü hiç hatırlamıyorum. Bahar ne zaman aklıma gelse babamın acı dolu ağlamaklı gözleri geliyor aklıma…

- Canını sıkmıyorum değil mi? O çocukları öyle oynarken görünce aklıma şey etti de…

Canım sıkılmıştı. Kimdi şimdi bu birden yanımda bitiveren? Nereden çıktı ve onun gelmeyeceğini nereden biliyordu?

Tanıyor olmalılar herhalde birbirilerini. Sakın izine giderken… Yok yok kim yapacak o işi? Zaten öyle bir şey olsa haber verirlerdi önceden.

- Önemli değil. Çok acı çekmiş olmalısınız. Başınız sağ olsun.

- Sağ olun. Dostlar sağ olsun.

Dostlar dedi işte. Tanıyor herhalde.

- Çocukluğu gelince insanın aklına komik güzel şeyler gelmeli değil mi? Maalasef biz de çocukluğumuz acılarla yoğruluyor genellikle. Yokluk yoksulluk hastalık…

- Elbette öyle olmalı. Güzel anılarım da var benim. Biraz önce o gelmeyecek deyince güldünüz. Ben de çok gülmüştüm. Sevinçtendi benimki sizinki gibi şaşkınlıktan değil.

Toprağı kazdıkça para çıkıyordu. Ben sevinçten neredeyse kahkaha atıyordum. Kazıyordum para çıkıyordu. Sonra koşarak Kaymak Amca’ya gidiyordum.

Kaymak amca, şeker. “Al bakalım oğlancım”, yeniden bahçeye dönüyor tekrar kazıyordum. Sonra tekrar bakkal Kaymak amcaya. Defalarca tekrar etmişti. En mutlu olduğum anlarımdan biriydi bu.

- Ben, karadutun tepesine çıkardım canım sıkılınca. Oradan bakınca körfez sanki ayaklarımın altında gibi hissederdim. Deniz açar kollarını sarardı adeta beni.

Saatlerce karadutun tepesinde oturduğum olurdu. Bacalarından kara dumanları tüten gemilere biner uzaklara giderdim.

Anlayacağınız karadutun tepesinde denize sevdalanmıştım. Bu nedenle oldum olası deniz ve gök mavisine aşığımdır.

- Gerçekten denizi gördünüz mü?
- Elbette ben İzmir çocuğuyum. Bakın şimdi şu otobüsün içinde tırmandığımız her tepenin ardı sanki denizmiş gibi geliyor bana.

- Her defasında da hayal kırıklığı yani.

- Olsun bu kırıklık can acıtmıyor. Hayaliyle avunuyorum işte. Neyse, çok kalmadı yarına, mavisine kavuşurum. Bakın size ne anlatacağım;
Beş ya da altı yaşlarım belki biraz daha da küçük. Mordoğan’da yaşıyoruz. Bilir misiniz? Karaburun Mordoğan. Babam ziraatçıydı benim.
Mordoğan iskelesine askeri gemiler yanaşır ve birkaç gün kalırlardı. Ben o zamanlar bahriyeli elbiseler giyerdim ya da giydirirlerdi. Doğru gemilere.

Bütün gün gemide geçerdi. Belki de onun için karadutun tepesinden körfezdeki gemilere bakakalırdım. Belki de askeri gemileri özlerdim, çocukluk işte…

- Sahi siz onu tanıyor musunuz?

- Kimi?

- Sizden önce yanımda oturanı.

- Ha o mu?

-Ben mola sırasında şoförle konuşuyordum. Boş yer var mı diye sormuştum. Mutlaka Ankara’ya gitmem gerekiyordu da. Şoför, yok, hiç yer yok diye cevap vermişti.

Sonra o, “ben devam etmiyorum siz benim yerimi alabilirsiniz” dedi. Ben de kendisine çok teşekkür ederek üç numaraya oturdum…

Dalıp gitmişim. Hayallerim yıkılıverdi. Hiç de böyle bir olasılık aklıma gelmemişti.

- Sizi rahatsız etmedim değil mi?

- Yok yok ne münasebet, bilakis memnun oldum. Birlikte çocukluğumuza yolculuk ettik.

Dağlar öyle kıraç ve yoksullar ki. Yeşile hasret saatlerce dağ tepe arasında yolculuk sıkıcı gelmeye başlamıştı. Kayseri civarlarında bir yerlerde otobüste akü sorunu çıkmıştı. Akü söküldü. Bir yerlerde saf su dolduruldu ve beklenmeye başlandı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Dışarıda diğer yolcularla bekleşirken genç bir oğlanla muhabbet kurduk.
Oradan buradan birden bire gömleğinin tüm düğmelerini çözerek gördün mü abicim, bak aşk bu işte, bu.

Göğsünde jilet yarıkları vardı yüzlerce. Müslüm Baba’ya aşıkmış. “Onun yoluna canımı bile seve seve veririm.”

- Nedir Müslüm Baba’nın yolu?

Ters ters bakıyor bana…

- Yani bir mahsuru yoksa sorabilir miyim?

- Helalın var abicim. Soracaksın tabii. Damardan giriyor abicim. Öyle bir söylüyor ki, aha şuracığından vuruyor adamı diyerek sağ elini kalbinin üstüne üç beş defa vuruyor.

- İyi ya işte, kalbinden vuruyor madem, neden kesiyorsun kendini?

- Ah be abicim, sen anlamazsın, aşk, aşk bu. İyi de daha gençsin bak, yazık etme sonra kendine.

- Ah be abicim. Abicim be! Ben bir çay içeyim diyerek ayrıldı yanımdan.

Mola bitmiş, akü beklendiği gibi “dolmuş”, yeniden yollara düşmüştük.
Nasıl bir memleket burası. Gencecik insanlar çok sevdikleri bir şarkıcı için kendilerini jiletle kesiyorlardı.

Emanete ihanet değil mi bu şimdi? Hem tanrı katında bedene eziyet hem de “hitabe”ye ihanet.

Aklıma Ergin Çavuş gelmişti. O da keser atardı kendini sıkça. Ama o nedense üstlerine kızınca yapardı bunu.

- Neden yaptın bunu Erkan diye şaşkınlıkla sorduğumda;

- Ya abi bunlar beni deli edeceler ya, deli edecekler. Kendimi kesmesem inan onlardan birini keseceğim derdi her seferinde. Her kesimin ardından da bir hafta disiplin cezası alırdı.

Eşrefpaşa’da oturuyordu Erkan. Ailesine uğrayacak selamlarını iletecek, dönerken de ona yollayacakları bir şey varsa Erkan’a götürecektim.

Bir de Halil vardı. Tepecik’te bahçıvanlık yapıyordu ailesi. “Yeşillik” diye bildiğimiz nane maydanoz, tere, roka, taze soğan, marul yetiştirirlerdi Tepecik’te.

Hilal istasyonunun tam karşısındaki koca tarlayı kiralarlarmış. Kalabalık bir aile yeşillik satarak geçimlerini sağlıyorlarmış.

Bir de onlara sözüm vardı işte. Ailelerine uğrayacaktım. Ya bana hemen yurt dışına çık falan derlerse. Çıkmam. Ama başka bir yerlere göç eder ya da ailemden ayrı devam ederdim mücadeleme. Kendimi her olasılığa hazırlamaya çalışıyordum. Evet, beni mutlaka arayıp soracaklarına hatta bulacaklarına kendimi öyle hazırlamıştım ki.

Bana ulaşabilecekleri o kadar çok güvenilir kanallar vardı ki, belki de bu yüzden bu kadar umutlu oluyor, beklenti içine giriyordum.

Ya kimse arayıp sormazsa? Sormasın, askerliğe devam demektir bu. Tezkereden sonra o zaman. Ya devam eden dava. Askerden önce biter de asker ocağından devlet kucağına gidersek… Demek böylesi uygun görülmüştür.

Evet git, diyecekler gideceksin. Kal diyecekler, kalacaksın. Kaybol diyecekler. Saklan diyecekler. Kaç diyecekler.

- Neden hep birilerinden bir şeyler bekliyorsun. Anlamıyor musun bir sen varsın ve sensin her şey. Ne diyeceksen, sen diyeceksin kendine.

- İyi de o zaman parti ne? Biz neyiz, neredeyiz?

- Herşey sensing, bunu ne zaman anlayacaksın? Bir düşün bakalım. Fabrika da çalışırken temsilcilere yönelik gözaltılar başladığında. Sen; gözaltılar başladı. Bize de gelirse. Ne yapacağız? Bekleyecek miyim? Gözaltına alınırsam büyük olasılık askere gideceğim. Bir karar vermemiz lazım diye sormadın mı?

- Sordum.

- O ne dedi?

- Sessiz kaldı.

- Sen ne dedin?

- Ben işi bırakıyorum.

- Peki o ne dedi?

- Dedi tamam, nasıl istersen.

- Aha duydun mu? İşte bu.

- Demek kimsenin beni düşünecek zamanı yoktu. Herkes başının çaresine mi bakacaktı?

- Şimdiye kadar kim aradı sordu?

- Neden susuyorsun? Kimse aramadı değil mi? İtiraf et kendine. Artık gerçekleri görüp anlamalısın. Kendi geleceğin kendi ellerinde.

- Ya sorumlu olduğum o kadar insan ne olacak. En azından onlara karşı sorumluluklarım var…

- Offf bu yol da amma uzunmuş bitmek bilmiyor. Bir daha askere gidersem iki olsun. Baştan kaytaracaktık.

- Kaytarmak mı dedin? Yakışmıyor sana.

Nihayet otobüs Ankara garına girdi. Geçmiş olsun…


Ali Rıza ÜLEÇ

21.02.2012-Almanya


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.