Makarna bile yiyemeyen ölü Ceylan'lar!

04 Ekim 2009 23:24 / 1656 kez okundu!

 


"Demir tava geldi kömür bitti,
Akıl başa geldi ömür bitti
." 
Aynen de böyle olacak herhalde. Hani, umutlarımızı hep yeşil tutmayı becerebiliyoruz çok şükür
...

Özgürlükçü Demokrasi Partisi’nin kuruluş kongresi haberlerini izlerken sevinçten göz yaşlarımı tutamamışıtm. Nihayet başardı bizimkiler diyerek, kendimce  bayram havası yaşamıştım. Aradan geçen zamanın öğrettikleri; şimdi çok daha temkinli ve akıllı davranmayı, daha doğrusu, daha da sorumlu davranmanın gerekliliğini anlamamazı gerektiriyor.

Yaşadığımız şu günlerde Türkiye’yi yurt dışından izliyor olmak inanın çok acı... Öyle bir ruh hali oluşuyor ki bende, küçücük adımların umutlarımı ne kadar büyüttüğünü anlatamam. Zaman o kadar hızla akıp gidiyor ki; zamanın gerisinde kalmak korkusu ya da başarabilecek miyiz endişesine kapılmıyor da değilim.

Ülke alışılmadık bir biçimde çalkantılar yaşarken, hükümetin “demokratik açılımı”nın yarattığı iyimserlik havasını, barışa bu kadar yaklaşılmış olmasını eleştirmek mümkün elbette. Barışa yakınlaşmak başka, barışın kendisi başka bir şey. AKP iktidarının “demokratik açılmı”nın arkasındaki gerçekler diye bir başlık attınız mı altını dolduracak çok şey de bulursunuz.

Ya da sizi güncel gelişmelerin hiçbiri ilgilendirmiyor da olabilir. Ya da hem sorumluluk hissederek hem de gündemden kopmadan sol adına, sınıf adına, birlik adına yürütülen bütün çalışmaları destekliyorsunuzdur.

Büyük umutlarla görüşmelere başlanıyor, yani kan ter içinde, bir arada olmayı, bin bir emekle biraraya gelmeyi becerebiliyoruz da, bir arada yaşamak ve ya da birlikte mücadele etmek adına, dönüp dolaşıp başa, hep aynı hastalıklarımıza teslim oluyoruz.

30 yıla yakın zamandır devam eden savaş halini sona erdirecek, akan kanı durduracak, bombalanan topraklara barış tohumları serpecek, barut kalıntılarının üstünde başaklar yeşerecekse, vazgeçemediklerinizle nasıl barış’ı gerçekleştireceksiniz. Ya da ben barış istiyorum ama vazgeçemediklerim ya da kırmızı çizgilerim derseniz daha baştan samimiyetiniz tartışılır olmaz mı?

Hükümet politikalarını eleştirmekten öte, en genel anlamıyla barış güçlerinin bugün her zamankinden daha aktif olmaları gerekmiyor mu? Hiçbir politik kaygı olmaksızın, sadece gençler daha fazla ölmesin diye daha cesur adımlar atılamaz mı? Bir adım ya da ilk adım hep eksik kalıyor sanki. Başlamalı da, nasıl başlamalı bilinemiyormuş gibi.

Kuşkusuz uzaklarda olmanın farklı bir ruh hali var. Günümüzün teknolojik olanaklarından yararlanarak gündemi yakından izliyor olmak başka bir şey, gündemi sıcağı sıcağına yaşamak başka bir şey. Belki de memlekette olamamanın buruk acısı yakıyor yüreğimi. Ne işim var buralarda diye soruyorum kendi kendime.

Bir dostumun dediği gibi “söylenecek sözün varsa sen sözünü söyle, oralardan yapabileceğin en iyi şey sözünü söylemek”. Söz söylemekle yürek kanmıyor demek...

Savaşın tarafları barışın da doğrudan taraflarıdır. Böyle olmakla birlikte savaşan taraf olmadığı halde savaştan büyük zararlar gören geniş halk kesimleri de var elbettte. Savaşan tarafların barış görüşmelerinin sonuçlarına önemli oranda etkili olabilecek bu güçlerin barış adına aktifleşmeleri sağlanamadan gerçek anlamda bir barıştan da söz edemeyeceğimiz düşüncesindeyim. Bunun içindir ki;

İlk adım, silahların susması, can kayıplarının önlenebilmesidir.

Herkes kendi yolunda yürüyor. Herkes fırsatları kendi çıkarları açısından değerlendirmek için olanaklarını zorluyor. Hiçbir fırsat kalıcı değil. Daha henüz fırsatlar uçup gitmeden onları yakalamak, değerlendirebilmek ve nihayet silahların susması ve akan kanın durması, başka anaların evlat acısı çekmeyeceği şartların yaratılması önemlidir. Bugüne kadar acılar çekerek alışageldiğimiz Eylül, karanlığından ziyade, ilk defa gülümsüyor.

Önce Barış. Barışı gerçekten isteyenler. Barış uğruna hayatlarını verenlerin yakınları, barış uğruna ağır işkenceler görenler, uzun yıllar cezaevlerinde kalanlar ve çocuklarının korkusuz sabahlara uyanmasını isteyen anneler –babalar her zamankinden daha da istekli olarak barış için yapacakları çok şeylerin olduğunun farkına varmalılar.

Ne yazık ki, Demokrasi ve Barış güçleri ülke gündemini belirleyecek politik güçte değiller. Ama en azından iradeleri dışında da olsa, ülke gündemine kim tarafından ve ne amaçla taşınmış olursa olsun, geniş halk kesimlerini ilgilendiren, Türk ve Kürt halkları arasında destek de bulan barış gibi can alıcı bir sorunu inisiyatifleriyle demokrasi mücadelesiyle birleştirip geliştirebilme yeteneğini gösterebilmelidirler.

Artık çok açık bir biçimde hükümet açılımlarının ne kadar açılabildiği görülmektedir. Açılımlar cesaret işidir ve süreklilikleri olmalıdır. Hükümetin ürkek ve kararsız tutumları elbette eleştirilmelidir. Ama yapılması gereken eleştirmelerin de ötesinde, halkın Demokrasi ve Barış için duyarlılığını yükseltecek demokratik bilinçlenmenin ve birlikte mücadelenin koşullarının yaratılmasıdır. Peki ne yapıyoruz. Hükümet açılımlarına, Demokrasi – Barış ve Sosyalizm’in açılamayan militanları olarak sadece eleştirilerle mi yetineceğiz. İş yapmadan eleştiren bir konumda doğruyu en iyi bizim bildiğimizi açıklayarak açılımın eleştirilerini yapmak, Demokrasi ve Barış sürecine ne katkı yapacaktır.

Sol, Demokrasi ve Barış ana başlıkları altında alternatif programlar üretebilmeli, çözümler önerebilmelidir. Hayatı yeniden anlamak ve yaşamak zorundayız. Eski kalıplarla hayat artık bizi kabul etmiyor. İnsan da öyle değil mi? Neden çoğalamıyoruz. Yanlışımız nerede. Asker halktan, vergi halktan, oy halktan. Sonuç; ölen halk çocukları, aç kalan, işsiz kalan ve kendini yönetemeyen, seçmek istediğini seçemeyen yine halk.

Neden anlatamıyoruz? Halk neden bizi anlamıyor. “Unutma bizi” deyince anlamaları kolaylaşıyor mu? Halk solu anlarsa inanın hiç unutmayacak. Yeter ki, sol halkı anlasın... 

Ne pahasına olursa olsun yürümek zorundayız. Yolumuzun çok uzun ve çetin olduğunu ezberledik artık.

Ne kadar uzun ve zor da olsa yolumuz, bu yolu yürümek için ilk adımların atılması gerekmiyor mu?

Eylül yine bitiyor. Bu Eylül’de de umutlarımızı canlı tutmak için, çok şükür ki, oldukça nedenlerimiz var. Ama karanlık ve korkutan bir kaş çatışı, insanla, yaşamla dalga geçercesine vurdumduymazlığı var hala Eylül’ün. 

Doğal felaketlerin acımasızlığı karşısındaki sefil çaresizliklerin aldığı canlar. Bayramlarda hala sevinçlerimizi boğan trafik katliamlarındaki kayıplar yürekleri yakıyor. Kaybolan çocuklar bu Eylül’ün yeni acı armağanları insanlığımıza. İşsizlik, açlık, yokluk, yoksulluk... Ve bir türlü ayağa kalkamayan bir sol.

Azrailin elinden kurtulan “Netekim” taburcu olurken merak ediyorum. Azrail canını neden bağışladı. Kim bilir belki gerçekten de “itirafçı” olsun diyedir. Kim bilir belki de tanrı ona canını bağışlamıştır. Sen bana değil halkına hesap vereceksin diye. Peki ya kara Eylül’ün mimarları...

Onların da yargılanacağı Eylül’ler adına umudumuz yaşıyor çok şükür. Çok şükür de, umut her zaman yeşil kalmıyor. İçimde hep o endişe umutlarımla birlikte. Hani demir tava geliyor, geliyor da şekillendirmeden kömür biterse. Yaşadıklarımızdan acılarla ve de gecikmelerle de olsa bir şeyler öğreniyor ve akıllanıyoruz da; ya ömür biterse.

Umudumu yaşatarak, uzakta olmanın ve hasretin acı burukluğuna katlanacağım bir süre daha... 


Ali Rıza Üleç/Almanya
25 Eylül 2009 


*****

Ceylan’ı da vuran Eylül karanlığıdır... 

Gel de sözünü söyle Cemal’ım. Söz de yetmiyor işte. Bir yürek yangını bu, “hepimiz günahkarız” şarkının dediği gibi. İşte zaman ne kadar hızlı akıyor görün. Aklımız başımızda mı bilemiyorum ama ömrü bitti Ceylan’ın. Bitirdiler. Koyunlarını otlatırken, gölgesinde umuda ne türküler yakmıştır bedeni parça parça dallarına savrulan ağaçların altında. Üç bir yanında karakol, dört bir yanı “puşt zulası” toprakların adı “ölü çocuklar coğrafyası”. İşte gecikiyorsa barış Ceylan’ı da vururlar. Bir Ceylan boyu büyüsün diye coğrafyası ölü çocukların. Kim bilir daha ne hain pusular, nice Ceylan’ların yolunu gözlemede. 

Hayat sanki hepimize bir ayna tutuyor. Susuyor bütün sorumlular. Bütün bir devlet susuyor. Herkes susuyor. Ceylan’dan sonra söz bitiyor artık. Aynada yüzlerimiz. Başlarımız öne eğik olmuş, gözlerimiz yaşlı olsa da, ne yazar, masum değiliz işte hiç birimiz, masum değiliz. Tetiği hep beraber çekmişiz, hep beraber canına kastetmişiz Ceylan’ın. Şu barış dediğimiz düş kaç Ceylan eder? Susuyoruz. Söylesek de sözümüzü, suskunuz. Söylediğimiz ve de söylenecek ne varsa silahların susmasına dair; Ceylan’ın bedeninden parçaların asılı kaldığı ağacın kuru dallarında sarkık kalacak. Söylenecek sözünüz varsa deyin gayrı. Ya da susun. Geciktikçe silahların susması, sözümüz olsa da söylenecek, gayrı ölü çocuklar coğrafyasında Ceylan’ın boğazına düğümlenen çığlığı gibi acı bir seda kalacak.

“Büyük insanlık, büyük acılarla nasıl öğrendiyse kağıt gibi yanan çocukların şeker yemeyeceğini,
Öyle öğrendik hep beraber ölü Ceylan’ların makarna yiyemeyeceğini...
Barış,
Dallarında kocaman ve yeşil yapraklarıyla dolu ağaçların gölgesinde Ceylan’lar türkü çığırsınlar diyedir. 


Ali Rıza Üleç/Almanya
2 Ekim 2009 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.