19 Mayıs yaklaşırken: Sahi, memleketteki Rumlara ne oldu?.. - Atilla Dirim

17 Mayıs 2012 16:57  

 

19 Mayıs yaklaşırken: Sahi, memleketteki Rumlara ne oldu?.. - Atilla Dirim

Bir kez daha 19 Mayıs gelip çattı. Son ayları 19 Mayıs törenlerinin nasıl yapılacağı yolundaki tartışmalarla geçirdik. Söz konusu törenlerin eskiden olduğu gibi stadyumlarda Nazi Almanyası’ndan devşirilmiş, Stalin Rusya’sında mükemmelleştirilmiş ve Kuzey Kore gibi sosyalizm karikatürü bile olamayacak garabet ülkelerde halen sürdürülen şekliyle yapılmayacak olması, ya da en azından bu meselenin tartışmaya açılmış olması, şüphesiz olumlu bir adım. Ama bir de madalyonun tartışılmayan, sözü bile edilmeyen diğer yüzü var: 19 Mayıs’ın bu toprakların kadim halklarından olan Rumların bir daha geri dönmemek üzere köklerinden söküldüğü, yok edildiği, geride bıraktıkları izlerin bile vahşice ortadan kaldırıldığı bir felaketin dönüm noktası olduğu gerçeği… Evet, Rumlar!

Şu an Türkiye topraklarında en fazla üç bin Rum yaşıyor. İnanılır gibi değil ama gerçek bu. Anadolu topraklarında binlerce ve binlerce yıldır nice uygarlıklar yaratmış, nice şehirler kurmuş, dağlarında zeybek oynamış, balıklara, yemeklere ve türkülere isim vermiş, bu topraklarda âşık olmuş, doğmuş ve doğurmuş insanlar bugün neredeler? Nasıl oluyor da parmakla gösterilecek kadar azaldı sayıları? Başlarına hangi felaket geldi ki, nice tanrıya can verdikleri bu topraklarda isimleri bile anılmaz oldu?

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir hükümet darbesiyle iktidara geldiği 1913 yılı başlarında Anadolu’da yaşayan Rum nüfusu hakkında çelişkili veriler bulunuyor. Patrikhane’nin 1912 yılında yaptırdığı sayım sonuçlarına göre, bugünkü Türkiye’yi oluşturan topraklarda 2 milyon 8 bin Rum yaşıyordu. 1914 Osmanlı verilerine göre ise bu rakam 1.729.738 idi. Ancak Osmanlı verilerinde 1913-14 yıllarında Ege kıyılarından ve Trakya’dan kovulan Rumlar hesaba dahil edilmediği için, bu rakamlar da eklendiğinde, aşağı yukarı 1.950 bin rakamına ulaşılmaktadır. Dolayısıyla 1913 yılı başlarında Anadolu Rumlarının nüfusu için verilecek gerçekçi rakam, 2 milyon dolaylarında olmalıdır. (1)

BİR KAÇIRTMA POLİTİKASI OLARAK TEDHİŞ VE BOYKOT

İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele geçirmesi, Anadolu’da yaşayan Hıristiyan halklar için felaketin bir ileri aşaması oldu. Türk/Müslüman/Sünni bir ulus devlet projesini hayata geçirmek için kolları sıvayan İttihat ve Terakki kadroları, bu projenin önünde engel olarak gördükleri Hıristiyanları ortadan kaldırmak için çok detaylı planlar hazırlayarak uygulamaya koydular. Her şeyden önce, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki topraklarından çekilmek suretiyle, bu topraklarda yaşayan milyonlarca Müslümanın Anadolu topraklarına doğru akın etmesini sağladılar. Her şeylerini bırakarak perişan bir halde Anadolu’ya kaçan bu çaresiz insanlar, İttihatçılar tarafından ulus devlet projesinin insan kaynağını oluşturacaktı.

Anadolu Rumlarının ortadan kaldırılması ise, Ermenilerde olduğu gibi, Talat Paşa’nın denetimi altında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından örgütleniyor ve uygulanıyordu. İlk olarak Edirne’nin geri alınmasıyla birlikte, İstanbul’un güvenliğinin sağlanması için Trakya bölgesinin “sadık unsurlarla” doldurulması hedeflendi. Osmanlı askeri kuvvetlerinden ve muhacirlerden oluşturulan çeteler, Trakya bölgesindeki Rum köylerine karşı yoğun saldırılar düzenledi. Yöre Rumları 1913 sonlarında ve 1914 başlarında canlarını kurtarmak için Tekirdağ üzerinden Yunanistan’a kaçmaya başladılar. İttihat ve Terakki hükümeti, “göç etmek isteyenlerin” hiçbir koşul altında geri dönmeyeceklerine ve geride bıraktıkları mallar için hiçbir talepte bulunmayacaklarına dair yazılı beyan vermeleri durumunda ülkeden ayrılmalarına izin vereceğini ilan etti. Böylece Haziran 1914’e kadar 100 bin Rum bölgeden ayrıldı, yerlerine muhacirler yerleştirildi.

Muhacirlerin iskân masrafları, Rumlardan zorla bağış toplayan Donanma Cemiyeti fonundan sağlandı. (2)

1914 yılında ise Anadolu Rumlarının ortadan kaldırılması görevi, Kuşçubaşı Eşref’in sorumluluğunda olmak üzere Teşkilat-ı Mahsusa’ya verildi. Kuşçubaşı Eşref ilk iş olarak, Enver ve Talat paşaların görevlendirmesiyle Rum bölgelerini gezdi ve bir rapor kaleme aldı. Raporda Rum bölgelerinin “gâvur” karakteri üzerinde durdu ve bölgenin “millileştirilmesi” için ne gibi tedbirler alınması gerektiğini dile getirdi.

Kuşçubaşı Eşref’in önerileri dikkate alındı. Ağırlıklı olarak kanlı katillerden oluşan Teşkilat-ı Mahsusa birlikleri, akla gelebilecek her türlü şiddet ve katliamları uygulayarak Ege bölgesindeki Rumları katletmeye başladılar. Makedonya ve Girit’ten getirtilen, gerilla savaşı konusunda uzmanlaşmış çeteler de Teşkilat-ı Mahsusa’ya destek oldu. Kısa sürede Aydın, İzmir, Foça, Ayvalık, Bergama, Akhisar ve benzeri yörelerde on binlerce Rum her şeylerini bırakarak kaçmaya başladılar.

Bir yandan da Rum nüfusa yönelik olarak büyük bir boykot kampanyası başlatılmıştı. Bu kampanyanın hedefi hem Rumların kendi istekleriyle Anadolu topraklarından ayrılmaları, hem de ekonominin “millileştirilmesi”, yani kovulan Rumların Müslüman eşrafa/tacirlere devredilmesiydi. İlk olarak İzmir’de Balkanlarda Müslümanlara yapılan eziyetin dile getirildiği ve halkın dindaşlarının öcünü almaya davet edildiği bir miting düzenlendi. Ardından Rumlar ile ticaret yapılmaması, hatta Rum işçilerin işten çıkartılması yolunda çağrılar yapıldı. Bir süre sonra boykot iç kesimleri, Antalya, Konya ve Rum nüfus bulunan diğer yerleşimleri de kapsayacak şekilde genişletildi.

Rum işyeri sahipleri kısa sürede iflas etmek tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar, imkânları olanlar her şeylerini yok pahasına satıp kaçmaya çalıştılar

SAVAŞIN BAŞLAMASI VE TEHCİR

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, Rum nüfusa karşı izlenen tedhiş ve kaçırma politikalarında bir değişiklik yapıldı. Değişikliğin sebebi, Almanya ile imzalanmış olan gizli anlaşmaydı. Bu anlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu derhal savaşa girecek, bunun karşılığında yüklü miktarda para alacak, ancak Rumlara karşı izlenen tedhiş ve kaçırma politikalarına son verilecek, göçler engellenecekti. Bu koşulun nedeni Yunanistan’ın izlediği tarafsızlık politikasıydı. Bu tarafsızlığın bozulmaması için Almanya, İttihat ve Terakki’den Rumlara karşı izlenen tedhiş ve kaçırma siyasetine son vermesini talep etti.

Bu durum İttihat ve Terakki’nin yeni politikalar uygulamaya başlamasını beraberinde getirdi. Özellikle sahil şeridinde yaşayan nüfusun, Yunanistan’a karşı girilecek bir savaşta tehdit unsuru olmamaları için, ülkenin iç kesimlerine zorunlu göçe tabi tutulmaları kararlaştırıldı. Ege kıyılarında yaşayan nüfus zaten “seyreltilmiş” olduğu için, ilk olarak Marmara Denizi kıyılarına bir saatlik mesafede yaşayan Rumlar, iç kesimlere tehcir ettirildiler. On binlerce Rum, sahip oldukları her şeyi bırakarak çorak topraklara göç etmek zorunda kaldı.

Yunanistan’ın savaşa girmesiyle birlikte Rumlara yönelik tehcir ve katliamlar hız kazandı. Karadeniz kıyılarında yaşayan Rumlar, Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin saldırısına uğradı. Takalara bindirilen yüzlerce, binlerce Rum Karadeniz’de boğulmaya terk edildi. Gemilerin kazanlarında kömür yerine insan yakıldı. On binlerce Trabzon ve havalisi Rum’u, Rusya’ya kaçmak zorunda kaldı.

Bütün bunlar olup biterken, 21 Şubat 1916 tarihinde “Rum Emval-i Metrukesi’nin Suret-i İdaresi ve Muhafazası” talimatnamesi çıkartıldı. Kaçırılan, öldürülen, tehcir edilen Rumların çiftlikleri, toprakları, servetleri, sahip oldukları her şey en ince ayrıntısına kadar kaydedildi.

"KURTULUŞ" SAVAŞI VE NİHAİ ÇÖZÜM

Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun ağır bir yenilgiye uğramasıyla sonuçlanması, İttihat ve Terakki Fırkası’nın tarihe karışmasına neden oldu. Enver, Cemal ve Talat paşalar bir Alman gemisine binerek ülkeden kaçtılar, ancak ülkede kalan İttihatçılar faaliyetlerine son vermediler. Enver Paşa’nın başını çektiği ve esas olarak Alman genelkurmayının projesi olan Turancılık politikası iflas ettiği için, daha ziyade Talat Paşa fraksiyonuna bağlı olan ve ulus devletin Anadolu ile sınırlı tutulmasını öneren kadrolar hızla harekete geçtiler.

Mustafa Kemal’in önderliğindeki İttihatçılar, Avrupa’yı kasıp kavuran devrimler dalgasından da yararlanarak, başladıkları işi bitirmek üzere Anadolu’da örgütlenmeye başladılar. Mustafa Kemal, 19 Mayıs günü Samsun’a çıkar çıkmaz, ilk iş olarak yerel Kuvvayı Milliye Derneği yöneticisi konumunda olan Topal Osman’ı, bölgeyi Rumlardan tümüyle arındırmakla görevlendirdi. Topal Osman akıl almaz bir vahşetle görevini başarıyla yerine getirince, Mustafa Kemal’in özel muhafızlığına terfi ettirildi.

Fransızların, İtalyanların ve kısa bir süre sonra da İngilizlerin neredeyse tek bir çatışma bile yaşanmadan ülkeyi terk etmeleri, İttihatçılara Anadolu Hıristiyanlarının kökünü kazımak için büyük bir fırsat verdi. Polatlı yakınlarına kadar ilerlemiş olan Yunan ordusu, Yunanistan’da patlak veren barış yanlısı devasa gösteriler ve büyük işçi grevleri nedeniyle hızla geri çekilmeye başlayınca, artık Kemalist olarak adlandırılan İttihatçıların orduları, Yunan ordusunu takip etmek adı altında Anadolu Rumlarını önlerine katıp kovalamaya başladılar.

9 Eylül 1922’de İttihatçı/Kemalistlerin ordusu geçtikleri yerlerdeki Rum köylerini ve kasabalarını yakıp yıkarak İzmir’e girdi ve şehirde büyük bir katliam başladı. İzmir’in Hıristiyanların yaşadığı mahalleleri ateşe verildi. Birkaç gün zarfında 200 bin civarında Rum ve Ermeni öldürüldü. Yüz binlerce insan yüzen her şeye sığınarak canlarını kurtarmaya çalıştılar. Ancak “kurtuluş” savaşı henüz tamamlanmamıştı. Kemalistler istedikleri sonuca ulaşamamış, Hıristiyanları tümüyle ortadan kaldıramamışlardı. Bu mesele de Lozan’da çözülecekti. Emperyalist devletlerle masaya oturan Kemalistler, nüfus mübadelesi konusunda anlaşmaya vardılar. Aradan geçen 10 yıllık zaman zarfında, 2 milyonluk Rum nüfusu yarıya düşmüştü. Kalan 1 milyon da Yunanistan’a gönderilince, mübadele kapsamı dışında kalan İstanbul, İmros ve Tenedos Rumları dışında Anadolu’da neredeyse Hıristiyan kalmadı.

BU KADARI DA YETERLİ GELMEDİ

İttihatçılar amaçlarına ulaşmış, Türk/Müslüman/Sünni bir ulus devlet kurmayı başarmış, sınırları içindeki “rahatsızlık unsuru” Hıristiyanları ortadan kaldırmışlardı, ancak İstanbul Rumları gözlerine batmaya devam ediyordu.

Kıbrıs konusunda yaşanılan gerilim, 1955 yılında beklenilen fırsatı sağladı. 6 Eylül 1955 günü devlet radyosundan Selanik'te Atatürk'ün doğduğu evin bombalı saldırıya uğradığı haberi duyuldu. Dönemin istihbarat örgütü MAH'ın hizmetinde çalışan İstanbul Ekspres gazetesi aynı gün öğleden sonra yaptığı ikinci baskıda, olayı manşetten duyurarak haberin yayılmasını sağladı. Normalde 20-30 bin civarında tiraj yapan gazetenin ikinci baskısı, o dönemin teknik koşullarında hiç de kolay olmayan bir sayıda, 290 bin adet basılmıştı.

Bunun üzerine daha önceden örgütlendiği belli olan bir güruh, kamyonlarla Beyoğlu'na getirildi. Önceden hepsine tek tip baltalar, kazmalar ve sopalar dağıtılmıştı.

Evvelden Rumlara ait olduğu tespit edilerek duvarları kırmızı haçlarla işaretlenmiş, tabelâsı yabancı dille yazılmış, Tünel'e kadar uzanan güzergâhta bulunan tüm mekânlar yağmalandı. Ev ve işyerlerine giren güruh içerisinden kimi yağmacılar "cana zarar verilmeyecek, sadece mala zarar verilecek" diye bağırıyorlardı.

İstanbul'un 52 yerinde, İzmir'de ve adalarda merkezi bir şekilde gerçekleşen saldırı, iki gün boyunca sürdü. Binlerce ev, işyeri, mağaza, kilise fabrika, manastır ve okul yağmalandı. Mezarlıklar saldırıya uğradı, kemikler etrafa saçıldı. Devlet güçleri yağmayı sadece seyrettiler, hatta yer yer katıldılar. İkinci günün akşamı, sıkıyönetim ilan edilmesiyle ordu birlikleri olayları “durdurdu”.

SONUÇ...

Sonuçta ne mi oldu? 6-7 Eylül’den sonra geride kalan Rumlar da İstanbul’u terk etti, geriye topu topu 3 bin kişi bile kalmadı. Kiliselerine, vakıflarına, okullarına el konuldu. Lozan Anlaşması’na göre, kendi dillerinde eğitim yapabilme hakları bile ancak büyük güçlüklerle, o da ağır baskılar altında sağlandı.

Bugün dahi Beyoğlu civarı 6-7 Eylül olaylarından canlarını kurtararak kaçan Rumların boşalttığı mülklerle dolu. Anadolu’nun solup giden bu kadim halkını bir daha geri getirmek belki mümkün değil; ancak bu utançtan kurtulmanın da bir yolu var. Bir zamanlar bu topraklarda yaşamış olan Rumların torunlarının, elbette istedikleri takdirde, geri dönüşleri için mümkün olan her türlü kolaylık gösterilmeli, Türkiye’de yaşamaya devam eden Rumlar üzerindeki maddi manevi baskılar derhal son bulmalı, ibadetlerinin serbestçe yapılmasının önü açılmalı, gasp edilen mülkleri, binaları, okulları derhal ve gereken tazminatlar ödenerek geri verilmeli, devlet Rum soykırımına dair elindeki belgeleri açıklamalı ve Rum vatandaşlarından özür dilemelidir. Gelecek kuşakların suçluluk duygusu, ancak bu şekilde hafifletilebilir.

_____________________________________________

(1) Modern Türkiye’nin Şifresi, İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-14), Fuat Dündar, İletişim Yayınları, 4. Baskı, 2010, S. 108-109.

(2) Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet ve Siyaset, İktidar ve Meşruiyet (1876-1914), İletişim Yayınları, 2002, S. 297-305.

FOTOĞRAF: İzmir yangını. (14 Eylül 1922)

Sesonline.net

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0