ForumGüncel Politika - İskender'in Düğümü  Yeni Konu 

CHP’yi kurtarmaya doyamayanlar için - Doğan Gürpınar ve İlkan Dalkuç

10 Temmuz 2012

hurkus

CHP’yi kurtarmaya doyamayanlar için - Doğan Gürpınar ve İlkan Dalkuç

(08/07/2012 tarihinde Taraf gazetesinde yayımlanan ortak makalelerinin kısaltılmamış versiyonu)

1930’larda Kemalizm bir ideoloji olduğu kadar bir inanç ve tutkuydu. Tam bu dönemde politize olan genç kuşak bu vatanseverlik ve idealizmle mücehhezdi. 1960’larda yükselen sosyalizm de bu dönemde politize olan kuşağın idealizminin adıydı. Sosyalist idealizm 1980’de darbeyle beraber kırıldı ve çöktü. Atatürkçülük ise ulusalcılığa dönüşerek kendi kendini tüketti. Bu yazıda sadece Atatürkçülüğün/Kemalizmin değil referans çerçevesi Atatürkçülükle sınırlandırılmış bir zihinsel yapının ve sosyal/kültürel cemaatin bu süreçte siyaseten “kadükleşmesi” üzerine bazı tespitlerde bulunulacaktır.

Modern çağın siyasal idealizm kültürünün “yeni zamanlar”da sönmesine paralel olarak belli üniversitelerden mezun ve belli maddi ve manevi beklentileri olan gençler için Türkiye’de kamu hizmeti ve memuriyet, 1980’den sonra özel sektörün gelişmesi ve getirisinin kat be kat artmasıyla da birlikte, tercih edilebilir, hatta düşünülebilir bir opsiyon olmaktan çıktı. Bu Türkiye’ye has bir süreç olmadığı gibi kamu hizmetinin hem maddi, hem manevi tatmininin kalmaması ve bir kariyer olarak gözden düşmesi evrensel ve kaçınılmaz bir süreçtir. Öyle ki bu saptama hiçbir şekilde heyecan verici bir saptama olmadığı gibi malumun da ilamıdır. Ancak eksik olan bu aşikar saptamanın başka süreçlerle beraber okunmasıdır.

Denilebilir ki; “devleti ele geçiriyorlar” feveranı (elbette kayda değer bir gerçekliğe dayanmakla beraber) aslında bu (kaçınılmaz) sosyolojik sürecin kaba ve ideolojik anlamlar yüklenmiş halidir denebilir. Elbette Türkiye’de bürokraside orta kademe pozisyonların bile siyasi mülahazalarla iktidar yandaşlarıyla dolduruluyor olması bir vakıa olmakla beraber daha derin ve yapısal bir sosyolojik süreç gözden kaçırılmamalıdır. Türkiye’de son otuz yıllık süreçte kamu hizmetinin (prestijli birkaç kurum dışında) sadece kolejlilere değil (belli kurumlar dışında) Anadolu lisesi mezunlarına bile hitap etmekten çıkmış ve adeta bu mezunlar “devletten çekilmişlerdir”. Türkiye’de gözlemlenebilecek bir başka süreç de Kemalist/modernist anlatının manevi ağırlığının ve ikna ediciliğinin sönmesinin ardından sosyal mobiliteyi yeni tecrübe eden kuşağın (1930’larda Kemalistlerin, 1960’lar, 1970’lerde ise sosyalistlerin idealizmini de bugün kısmen de olsa yaşattığını söyleyebileceğimiz) kayda değer oranda mensubunun (daha muhafazakar) farklı bir siyasal sosyalizasyonunu deneyimlemeleridir. Bu siyaseten de dinamik grup bu avantajlarına binaen doğan boşluktan da istifade ederek devlette etkinleşebilmiştir.

Yukarıda işaret ettiğimiz bu süreç aslında daha çokboyutlu bir meselenin birbirlerini tamamlayıcı yüzlerinden sadece bir tanesidir. Kuşaksal dönüşümün diğer bir kayda değer boyutu da, Türkiye’de 1980 sonrası küresel bir fenomen olarak yeni kuşağın kültürel sermayesinin hem mukayeseli olarak, hem de mutlak olarak anne babalarının kuşağına göre gerilemesidir. Yüksek modern dönemin yazılı kültürünün disipline edici ağırlığının çökmesinin ardından görsel bombardıman, hazcı popüler kültür ve çocukları ve gençleri hedef alan mütecaviz gösterişçi tüketim endüstrisi çağında ebeveynlerine itaatkar olmayan yeni kuşak entelektüel birikimle donanmayı reddetmektedir ki bu durum özellikle yüksek kültürel sermayeye ve prestije sahip “yerleşik orta sınıf”ta çok daha ağır ve acıklı olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de üç kuşaktır istikrarlı bir şekilde sosyal ve kültürel yukarı mobiliteyi tecrübe etmiş ve kültürel ve entelektüel sermayelerini akümülatif olarak geliştirmiş ailelerin özellikle 1990’larda bir krizle karşılaştığını söyleyebiliriz. Ne özel okullar, ne ebeveynlerin denetleyicilikleri, cezbedici akıl çelicilerin her taraftan kuşattığı bir dönemde orta sınıf konformizmi içinde yetişen yeni kuşağın kültürel ve entelektüel gerilemesinin önüne geçebilmektedir. Ortaya çıkan ise popüler jargonda karşılığı “Yeditepeli”, “Bilgili”, “Bilkentli genç” klişelerine denk gelen durumdur. Denilebilir ki bu yerleşik orta sınıf kendi kültürel sermayesini sürdürememekte, idame ettirememektedir. Bu entelektüel ricatın bir başka yansıması da (yeni kuşakta en berrak şekilde görülen ama her yaş kategorisinden bu “yerleşik orta sınıf”ı sarmalayan) ideolojik enkaz (Atatürkçülükten ulusalcılığa ya da popüler ulusalcılığa geçiş) ve “siyaseten kadük kalma” durumudur.

Türkiye’de siyasi güdüklük ve sadece ideolojik değil aynı zamanda siyasi çöküntü özellikle CHP’ye oy veren ve siyasi tavırları daha çok “çaresizliklik”le malul “yerleşik orta sınıflar”ın muzdarip olduğu bir marazdır. Pekala denilebilir ki siyasal alanda yaşanan ideolojik tıkanmanın partileşmiş/kurumsallaşmış hali de CHP’dir. Bu gerileme ve siyasi idrakın zayıflaması aynı zamanda AKP’nin oy kazanma ve kazanılan oyu kıskanç bir şekilde koruma/koruyabilme yeteneğine tezat teşkil eder şekilde siyasete değememeyi, siyasi reflekslerden ve siyasi zekadan yoksunlaşmayı getirmektedir. Bu durum aynı zamanda sadece CHP’yi değil CHP’nin tabanı olması hasebiyle bu kitleyi de medya-merkezli manipülasyonların nesnesi haline de getirmiştir. Bu kesim kendi siyasi özne olmaktan çıktığı için kendi gündeminden ve siyasetinden mahrum kalmakta ve kolayca güdümlenmektedir.

Ancak bu “siyasi güdüklük”ü ve “entelektüel ricat”ı başka alanlara teşmil etmekte ve (bazıları için bir korku senaryosu, bazıları için de bir meydan okuma olarak dillendirilen) “elitlerin dolaşımı” tezlerine sarılmakta aceleci davranmamalıyız. Şaşırtıcı derecede kalitesiz bir eğitimin verildiği Türkiye’de okul sıralarının ve sınıflarının öğrencilere kattığının çok sınırlı kaldığından, kültürel sermaye büyük ölçüde aileden aktarılmakta/tevarüs etmektedir. Bu sebeple (bu sosyal/kültürel yapının asimilatif gücüyle beraber) hala “total entelektüel üstünlük” yukarıda entelektüel ve siyasi gerilemesine işaret eden “yerleşik orta sınıflara” ait kalmakta ve kalacak gibi görünmektedir. Tüm abartılı muhafazakar kesimin dinamizmi ve dönüşümü, “okuyup yazan/eleştirel mütedeyyinler” güzellemeleri ve övgülerine ve ampirik temelden yoksun Anadolu kaplanları menkıbelerine (ve bu “övgüleri” tamamlayan “sövgüler” olarak “tüm ihalelerin yandaşlara verildiği”, “yeni bir mütedeyyin orta sınıfın ortaya çıktığı” yaygaralarına) rağmen muhtemelen özellikle AKP’nin TSK-merkezli müesses nizamı tasfiye ettikten sonra dahi kendi “müesses nizam”ını inşa ederken AKP’ye angaje kanaat önderlerinin ortaya serilen entelektüel güdüklükleri, komplo teorilerine temayülleri ve biat kültürü bu kesimin entelektüel derinliğin dar sınırlarını ortaya koymaktadır. Öyle gözükmektedir ki, asimilatif, özendirici ve modern kapitalist sistemin gerektirdiği kültürel ve entelektüel sermayeleri ve sahip oldukları davranış kodları sebebiyle özel sektör yöneticileri, beyaz yakalılar, entelektüel seçkinler, kültürel seçkinler ve müteşebbisler münhasıran bu kültürel/sınıfsal “yerleşik orta sınıf”tan müteşekkil kalmaya devam edecek, bu sosyal/kültürel cemaat Türkiye’nin elitleri kalmaya devam edecektir. Ancak bu durum “siyasi güdüklük”le beraber gidecektir.

Türkiye’de Remzi, D & R gibi (ziyaretçilerini seçkin hissettirecek şekilde şık ve zarif bir şekilde dizayn edilmiş) kitapçılarına girdiğimizde en çok satanlar raflarında bizi karşılayan kitapların kofluğu bu siyasi güdüklüğü yeterince açıklayıcıdır. Açıktır ki bu tablo bir sosyolojik (ya da antropolojik) iflasın yansımasıdır. Bu sosyolojik tıkanmanın CHP’nin de ideolojik tıkanıklığının, siyasi zekadan yoksunluğunun ve manipülasyonlara teşneliğinin de sebebi olduğu iddia edilebilir. Günümüzde Kemalizmin ve Atatürkçülüğün reel karşılığı kalmadığından ve siyasete değemediğinden sessiz sedasız öldüğünü söyleyebiliriz. Bugün tüm AKP-karşıtı gençlik örgütlenmelerine ve buradaki son bir iki yıldaki kayda değer dinamizme rağmen Atatürkçülük “geçmişe dönük” bir ideoloji kalakalmıştır. ADD üyesi olmak bir emekli bir kadın için 1960’lardan bir şarkı dinlemek gibi bir nostaljiyken, genç bir ADD üyesi için “siyaseten kadükleşme”dir. Tüm bu Atatürkçü aktivizmin ve “sivil Atatürkçülüğün” bir ölüyü mezarında diriltemeyeceği aşikardır. Türkiye’de bu tıkanmışlık sosyolojik bir vakıadır. Daha önce çeşitli “endişeli modern” kanaat önderlerinin, en son olarak da Osman Ulagay’ın Türkiye Kime Kalacak ? daha çok hüsn-i niyet (wishfull thinking) içeren kitabında seslendiği kitleden (bu tıkanmanın köklü ve varoluşsal nedenlerine odaklanmadan ve onlarla cebelleşmeden/yüzleşmeden) yeni bir dinamizm ummak Onuncu Yıl marşı coşkusundan beklentiye kapılmaktan daha ümitvar gözükmemektedir. Bu ise entelektüel vasatlıktan çok, kısmen ondan da beslenen, “siyasi güdüklük”, siyasi ufuksuzluk ve siyasete değememekle ilgilidir.

Buna rağmen Türkiye’de siyasetin bittiğini söyleyemeyiz. Türkiye’de siyasetin çöktüğü (ve tekrar canlanmaya başlayan “siyasetin” AKP ve cemaat arasında yapıldığı) bir dönemde gündem belirleme yeteneğini tamamen yitirmiş ve siyasi alanın açılabilmesi için cemaat-AKP kavgasından ve daha trajiği Fenerbahçe’den ve Aziz Yıldırım’dan medet ummaya çalışan (ve tuhaf bir şekilde sol öğrenci hareketlerini sahiplenen ve benimseyen) bir sosyal/kültürel cemaate karşın Kürt hareketi Türkiye’nin tek yaşayan, dinamik ve geleceği olan seküler hareketidir. Pekala iddia edilebilir ki (Türk milliyetçiliği aratmayan Kürt milliyetçiliği marazına rağmen yine de BDP/PKK’lı, “demokrat”, İslamcı, muhafazakar eğilimlilerin hepsini kapsar şekilde) Kürtler sadece Türkiye’nin en politize kesimi değil aynı zamanda siyaseten en “yetişkin” ve “siyasi zekaya” sahip kesimidir.

Türkiye’deki trajedi Güney Doğu’nun “taş atan çocuklarıyla” yaşıt, Ayhan Aktar’ın cuk oturan tabiriyle (“Kavanozda Yetiştirilen Çocuklar”, Taraf, 22 Ağustos 2011; Ayhan Aktar, “Hayat Bilgisi’nden Sınıfta Kalmak”, Taraf, 29 Ağustos 2011) “kavanozda yetiştirilen çocuklar”ın ve ağabeylerinin, hatta dayılarının siyaseten kadük kalmalarıdır. Pekala iddia edilebilir ki; Diyarbakır’da bir berber çırağı bu kesimin kanaat önderliği payesi bahşedilmiş isimlerine göre çok daha derin bir siyasi kavrayışla mücehhezdir ve ufukludur. Kendilerini bugün hiçbir reel karşılığı olmayan 1980’lerden kalma şablonlarda düşünen ve bu kendi şablonları “gerçek” zanneden bir entelektüel elit gözlerini kapadığı ve göremediği acıların karşısında sadece taşlaşmamıştır, aynı zamanda kadük kalmış, reel siyaset, gerçeklik ve gündemle bağını yitirmiş ve kendi fanusuna sığınmıştır. Aynı şekilde bu entelektüel elitin kanaat önderliği yaptığı bir kitle ve yeni kuşak kendi cemaatine (fanusuna) kapanmıştır. Siyasi idrakı ise acıklı bir şekilde bu cemaatin manevi sınırlarından ibaret kalmış, kendi habitusunun ötesini algılamak yetisinden yoksun kalmıştır.

Kısa tutulmak zorunda olan bu makalede herhangi bir sayısal veriye dayanmadan sadece doğrulanmaya (ya da yanlışlanmaya) muhtaç bazı önermelerde bulunuldu. Ancak bu önermelerin doğruluk derecesinden bağımsız olarak bazı mühim, kritik ve henüz yeterince anlamlandırılmamış bazı meselelere parmak bastığı ve bu meseleleri sorunsallaştırdığı düşünülmektedir.

Türkiye’yi belli elitlerin yönettiği bir itham ve siyasi hamaset olarak bolca zikredilir durur. Elbette her ülkeyi “elitler” yönetecektir ve bunda pek garip addedilecek, şaşılacak bir durum yoktur. Türkiye’deki sorun aksine elitlerin bugün bu kadar “siyaseten güdük” kalması, siyasi reflekslerini yitirmesi ve ülkeyi “yönetememesi”, “yönetmeye ehil” olmaktan çıkması, hatta “yönetmekten çıkmak zorunda kalmasıdır”. AKP ağır şekilde bocaladığı ve sendelediği “ustalık döneminde” bugün bize entelektüel derinlik olarak çok vasat bir bürokratik ve siyasi elit sunmaktadır. Bu entelektüel, bürokratik ve siyasi elitlerin Türkiye vizyonlarının ufkunun darlığı aşikarlaşmaktadır.

Türkiye’nin milli gelirini 10.000 USD üzerine çıkartmada mahir olmuş bu kadro ülkeyi bir üst lige çıkartacak ufuktan yoksun görünmektedir. Ancak 10.000 USD’lık bir ufuk bile sunabilen daha iyisi ve alternatifi ortada gözükmemektedir.

“Okuryazarlığı olmayan küçücük bir köylü çocuğu, hem de Herekol Dağı’nın eteklerinde kalmış, dünya ve memleketle irtibatı olmamış bir bölgde yetişmiş bir çoban, örgüt tarafından [PKK] verilen 4-5 aylık eğitimin ardından pek çok şeyle [donanımlı hale geliyordu]… Zannederim 85 yılı sonu veya 86 başlarıydı…Genelkurmay’dan bir askeri yetkilinin…geleceğini ve denetleme yapacağını öğrendik. Bu yetkiliye verilmek üzere brifing hazırlamak gerekiyordu….bu arada aklıma örgütten kaçarak, o gün bize teslim olmuş Neşet Çiçek geldi…Çiçek’in yazdığını okuduğumuz zaman metnin mükemmel olduğunu gördük…Bu notu alıp, temize çektik ve yukarıya çıktık. Kurmay Başkanı’nın önüne koyduk. Dedik ki “Efendim bizden istediğiniz brifing notumuz. Kurmay Başkanı metni okur okumaz ayağa kalktı. ‘Bu metni, siz yazamazsınız, ben de yazamam’ sonar parmağı ile yukarıyı göstererek üst kattaki o zamanın sıkıyönetim ve 6. Kolordu komutanı…Paşa’yı kastederek ‘O da yazamaz. Bunu kimden aldınız ? Hangi profesöre, öğretim görevlisine yazdırdınız ? bana doğru söyleyin’ dedi. Önce biz yazdık diye ısrar ettik, ikna olmayacağını anlayınca ‘efendim maalasef üniversite hocasına değil, yeni teslim olmuş bir PKK mensubuna sorduk, 15 dakika içerisinde verdiği cevap bu’ dedik. Bunun üzerine Kurmay Başkanı ‘Arkadaşlar sorun bu, bakın şu ifadelere, bu tahlili bu adam yapıyor, ama biz yapamıyoruz. İşte aradaki kalite farkı, sorun da budur…’ Evet, gerçek buydu…Bizler ise…uğraştığımız olayları tam manasıyla bilip kavrayamıyorduk. Sorun buydu.” Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Ankara: Angora, 2010, s. 96-99.

Dr. Doğan Gürpınar / dogangr@gmail.com

İlkan Dalkuç / ilkandalkuc@yahoo.com


http://cengizsunar.wordpress.com

Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0