Çocuğun adı Barış

06 Haziran 2009 22:43 / 1886 kez okundu!

 


Bu sabah erkenden kalktı Barış. Gün daha yeni ağarmaya başlıyordu. Mor dağların tepeleri tan kızıllığındaydı daha. Kollarını iki yana açarak gerindi, derin bir nefes alarak bir daha gerindi doğan güne karşı. Nedense umut dolmuştu içine son günlerde, sanki gelinciklerin, papatyaların türküsünü söylüyordu bütün coşkusuyla doğa ana.

Güneşin ilk ışıkları bedenini ısıtmaya başladığında kendini çok güçlü hissetti. İçi ısınmıştı. Bugün gerçekten de güçlü olmak zorundaydı. Zor günler yaşıyordu Barış. Savaş ve savaşın yandaşları hala çok güçlüydüler. Sessiz sedasız büyüyordu Barış. Kendisini çok önemsiyor ve ne pahasına olursa olsun yaşaması gerektiğine inanıyordu. Akan insan kanlarıyla beslenen savaşın kanlı katilleri artık bu topraklardan çekip gitmeliydiler. Namluların arasında kalmanın, barut ve ateş içinde, ölümlerle kucak kucağa yaşamanın ne demek olduğunu en iyi kendisinin bildiğini düşünüyordu Barış. 

Yokluğunun nelere mal olduğunu yıllardan öğrenmişti. Barış aklın diliydi aslında. İnsanın yüreği, barış, sevgi demekti. Kardeşlik, dostluktu, aşktı Barış. Yaşamaya dair insanın en güzel tutkusu. 

Namluların, savaşın dili ise ölümdü. Karanlıktı. İnsan hayatı üstüne kurulmuş saltanatıydı silah tüccarlarının. Açlıktı, yokluk yoksulluktu savaş. 

Yetsindi artık. Şimdi Barış’ın dili konuşulmalıydı ülkenin her bir köşesinde. Çocuk şarkılarına hasret okul bahçelerinde el ele oynasındı çocuklar. Oyuncakları olsundu onların da, bezden bebekleri. Çember çevirsinlerdi. 

Uçurtmaları uçsaydı masmavi gökyüzüne. Kuş seslerini dinleselerdi sabah seherinde. Sütçü çalsaydı kapılarını erkenden. Okula uğurlasaydı anneleri arkalarından el sallayarak. 

Bütün bunlar için ayakta kalmalıydı Barış. Ürkek ama kararlı adımlarla sokağa yürüdü. Ürküyordu, yaşamak zorunda olduğuna inandığından ürküyordu. 

Oysa Barış’ı isteyen, Barış’ı çağıran ne kadar çok insan vardı. Hep böyle değil miydi zaten. Ne zaman Barış’ı çağırsa sevenleri, bir yerlerden namlunun diliyle cevap verirdi savaşın silah tacirleri. Kararlı adımlarla ilerlemeliydi bu defa. 

Arkasına bakmadan yürümeliydi Barış. Ne kadar yürüdüğü değil, ne kadar yürüyeceği önemliydi bu defa. Hiç böyle aynı sokakta karşı karşıya gelmemişlerdi. Bu defa kucaklaşabilmeliyiz diye geçirdi içinden. Daha bir dik yürümeye başladı. 

İrkildi birden. Yine mi diye düşündü. Evet duydukları doğruydu. Tacirler iş başındaydı yine. Çocukları düşündü Barış. Daha hiç kuş sesi duymamış çocukları. Anneleri düşündü, gözyaşlarıyla oğullarının arkasından ağıtlar yakan anneleri... 

Öylece kalakaldı yerinde. Bir adım daha atmaya mecali kalmamıştı sanki. Sonra nereden ve nasıl sokağa koşarak girdiğini anlayamadığı bir çocuk çığlıklar atarak Barış’a sesleniyordu. Çocuğa doğru döndü Barış. Saçları birbirine karışmış, burnundan sümükleri akarak, korkudan kocaman olmuş gözleriyle, yalınayak koşuyordu Barış’a 

doğru. Ne olduğunu anlayamadan Barış’ın kucağına atlayıverdi çocuk. Sımsıkı sarılarak kurtar bizi, annemi kurtar kardeşlerimi, hepsi orda, işte orada kaldılar diye ağlıyordu çocuk. 

Barış hemen anladı olan biteni. Tacirin kanlı elleri ölüme uzanmıştı yine. Evet bir kez daha ölüm pusu kurmuştu Barış’ın randevusuna. Yok hayır! Hayır! Bu defa olmayacak. Bu defa başaramayacaksınız. İnsanlar size sesleniyorum diye bağırarak yeniden yürümeye başladı Barış. Kucağındaki çocuğun gözlerine bakarak daha bir kararlı ilerliyordu. Birden durdu. Çocuğun gözlerine bakarak sordu:

-Adın ne senin? 

-Barış dedi çocuk. Benim adım Barış, dedi... 

Adımları hızlanmıştı Barış’ın. 

Şimdi dedi hemen şimdi. 

Bu defa...
... 

-Bak Barış amca görüyor musun şu uçurtma benim. İşte şu yedi renkten beyaz gelinlik giymiş olanı... 


Ali Rıza Üleç/Almanya
29.05.2009

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.