Uludere felaketi ve tarihi bir fırsat - Osman Can

04 Ocak 2012 13:01  

 

Uludere felaketi ve tarihi bir fırsat - Osman Can

Milliyetçilik dünyaya, siyasete ve insana “dost” ve “düşman” ikilemi üzerinden bakması nedeniyle son 200 yılda yaşanan katliamların, savaşların başlıca sorumlusudur. Cari anayasal düzen milliyetçi paradigmadan arındırılmadığı sürece, bu topraklarda bir Balkanlaşma tehlikesi doğabilir.

Türkiye 2012’ye Uludere felaketinin gölgesinde girdi. Hangi politik gerekçeye dayanılırsa dayanılsın, ister hata, ister kasıt densin, Uludere’de devletin gönderdiği savaş uçaklarının bombalaması sonucu 35 yurttaşımız hayatını kaybetti. Olayı “kasıt”, “hata” veya “kaçınılmaz sonuç” üçleminde tartışmak bu gerçeği ortadan kaldırmadığı gibi, hiçbir yaraya da merhem değil. Düşmanlarınız var diye yanınızda daima silah taşıyorsanız, bu silah “düşman”larınızı yok ederken, günün birinde yakınlarınızı da “hata” ile öldürecektir. Her ikisi de kaçınılmaz bir sonuçtur. Her ikisi de çok temel bir tercihin iki farklı yansıma biçimidir. Her ikisinde de birileri ölmektedir. Birinde düşmanınız, diğerinde dostunuz. Üstelik “dost” ve “düşman” politik tercihlere göre değişkenlik gösterebilir; bugün düşman gördükleriniz yarın dostunuz olabilir. Yani gerek düşmanların, gerekse dostların ölümü, dost ve düşman üzerine kurulu bir politik tercihin zorunlu sonucudur. Politik tercih nedeniyle tüm ölümler/öldürmeler “haklı” iken, tercih değişince “haksız” olabiliyor. Burada çok temel bir sorun var. Bu sorunu istihbarat zafiyeti gibi sonuca etkili olmayan, politik tercihin kendi iç tutarlığı üzerinden yürütülecek bir tartışmaya heba etmenin anlamsızlığı, hatta yıkıcılığı orada. Zira bu iç tutarlılık, milyonların kanından beslenmekte...

Milliyetçiliktir bu tercih...

Yıkımların baş sorumlusu

Milliyetçilik, gerçekte belli bir ırka, teoride ise belirli bir millete mensup olmayı siyasal birlikteliğin temeli kabul eden, onun değerleri üzerinde hiçbir değer tanımayan, dünyayı dost ve düşman kategorileri üzerinden okumaya çalışan, kendi sahip olduğu hakları, kendinden saymadığı milletlere, kültürlere ve insan topluluklarına tanımaya yanaşmayan, üstünlüğü belirli bir ırka/millete mensubiyette arayan bir dünya görüşüdür. Genelde üretilen değerlerden çok, kişilerin belirli bir millete/ırka mensup olmakla, o ırka/millete ait kanın damarlarında akmasıyla kendiliğinden değerli, asil ve ulvi olarak görüldüğü bir ideoloji olarak da açıklanabilir.

Dünyaya, siyasete ve insana “dost” ve “düşman” ikilemi üzerinden bakması nedeniyle son 200 yılda yaşanan katliamların, savaşların, asimilasyonların ve sair yıkımların başlıca sorumlusudur.

Milliyetçilik, 1900’ların başından itibaren Türk siyasi seçkinlerce devleti ayakta tutacak ideoloji olarak görülmeye başlandı. Başta Yunanistan olmak üzere balkanlarda milyonun üzerinde insanını etnik temelli saldırılara kurban veren Türk yönetici elitlerinin tercihi, milliyetçiliğin yıkıcılığını görmek yerine, var olmak için milliyetçiliğe sığınmak biçiminde tezahür etti. Mantıksal olarak, kendilerine uygulananları “doğru” kabul ettiler, bunu başkalarına uygulama hakkını da kendilerinde gördüler. Ermeni ve Rum tehciri bu ölçütlere göre gerçekleşti. Birinci Dünya Savaşı’na katılma kararının bu siyasal tercihten bağımsız olduğunu söyleme imkânımız yok.

Laik milliyetçiliği esas alan İttihatçılar, can çekişen Osmanlı İmparatorluğu’nu Dünya Savaşı’na sokunca Fransa, İngiltere ve Rusya arasında yapılan Sykes-Picot Antlaşması gereği Osmanlı topraklarının bu üç ülke arasında paylaşılması kaçınılmazlaştı. Osmanlı hâkimiyeti altında yüzyıllar boyu barış içinde yaşamış Kürtler, İngiliz ve Fransız hâkimiyet alanları içinde parçalandılar. Kürtlerin esas modern serüveni de başlamış oldu.

1921 Anayasası ve ‘millet’ kavramı

Gerçi İttihatçı seçkinler bir süreliğine etnisist-laikçi ideolojiyi terk etmeseydi ve Anadolu’da yaşayan anasır-ı İslamı bir bütün olarak “millet” telakki edip bir araya getiremeseydi, bugünkü Türkiye muhtemelen olmayacaktı. 1921 Anayasası tam da bu anlayışın bir ifadesi olarak “Türk” kelimesinden uzak durmuş ve “Millet” kavramı içinde başta Kürtler olmak üzere tüm halkları kurucu kabul etmişti. Ancak 1923 ve sonrasında etnisist-laikçi anlayışın yeniden egemen olmasıyla birlikte 1924 Anayasasında “Türk” tek unsur kabul edildi. Yalnızca “Türk”ler yaşama, düşünme, eğitim, sanat, inanç ve benzeri haklara sahip kılındı. Anayasal düzende “dost” ve “düşman” normatif olarak yeniden tanımlandı. Bu paradigma sonraki tüm Anayasalarda aynen kabul edildi. Şeyh Sait, Dersim, Ağrı gibi ayaklanmaların, karşı milliyetçilikten çok, “dost-düşman” üzerine kurulu bu siyasal tercihe bir itirazdı.

Bu paradigma gereği Yunanistan ve Bulgaristan ile yapılan nüfus mübadelesi siyasal elitler için “normal” idi. Yine İnkılap Tarihi ders kitaplarında “cihanda sulh”un nişanesi olarak sunulan Sadabad Paktı ile Kürtlerin Arap, Türk ve Fars milliyetçiliğinin “düşman” kategorisi olması sağlandı.
Tüm bu gelişmeler karşısında Kürtlerin de Türklerle aynı yolu takip etmesi şaşırtıcı değil. Bu nedenle 1970’lerden sonraki isyan paradigmayı benimseme ve aynı paradigmayı üretme biçiminde gelişti. Kürtler de “dost” olduğunu kanıtlamaktan vazgeçip, aynı dili konuşmaya, kendi “dost-düşman” kategorisini üretmeye başladı. Haliyle pratikler de benzeşmeye başladı. “Hain”, “işbirlikçi”, “bölücü” kavramları “ortak”laştı.

Milliyetçi paradigmanın dili her iki cenahta da “hataen” gerçekleştirilen öldürmelerde aynılaştı, özür dilenmekle paradigma temize çıktı. Hedefte isabet olunca da aynılaştı, itiraz söz konusu olmadı.

Siyasi tercihler milliyetçi paradigma üzerine kurulu olduğu sürece, bu böyle olmaya devam edecek, hatalar bitmeyecektir. Zira düşman her zaman var olacaktır. Bunun için silah olmalı. Silah olduğunda da birileri hataen öldürülebilecektir. Bir tarafın yaptığı hataya ötekisi sevinmekte sorun görmeyecektir. Üstelik bu dil, gerek devletin, gerekse karşı milliyetçi hareketin siyasal, (milli!) eğitim ve sair araçlarıyla, dindar, laik, sol veya sağ tüm toplumsal kesitleri önemli ölçüde esir etmiş durumda.

Cari anayasal düzeni milliyetçi paradigmadan, onun dilinden ve değerlerinden arındırmadığımız sürece, bu topraklarda yeni bir Balkanlaşma tehlikesi doğabilir.

Uludere, Türkiye’ye yeni bir fırsat sunuyor. Bu fırsat, Ankara’yı mesken edinmiş uzman, danışman ve bürokratların paradigma içi akıl yürütmelerine heba edilmemeli...

Star

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0