Mardin vahşeti - Murat Belge

08 Mayıs 2009 14:37  

 

Mardin vahşeti - Murat Belge

Mardin’deki köy düğünü cinayeti (“cinayet” yeterli kelime mi? Değil galiba), bilumum haber bültenlerinin tepesine yerleşti. Yerleşmeyecek gibi de değil. Bu olay, belli ki, çeşitli “Ergenekon” ya da “PKK” şiddeti örnekleri arasında çırpınan Türkiye’de, doğrudan doğruya “politik” olmayan bir kıyım. Taşıdığı “ilgi çekme” potansiyelinin kaynağı “politik” değil. Ama gene de ilginç, çünkü korkunç emsallerinin üstünde ve ötesinde korkunç.

Bu olay olmadan önce aldığım notlarıma bakıyordum, yazmaya başlamadan az önce. Haftanın dört günü, üstelik “aktüalite”ye kendimi çok da bağlı saymadan yazdığım için, en çok zorlandığım alan, bu dört günde yazacak konuyu seçmek oluyor. Dolayısıyla böyle notlar alıyorum; aklıma geldikçe bir kenara bir düşünce, bir izlenim karalıyorum. İşte bir hafta kadar önce bu çeşit notlarımı yazdığım kâğıda şimdi bakınca şöyle cümlecikler gördüm: “Ne biçim katiller ve suçlular yetiştiren bir toplum bu? Gecekondusu yıkılacak diye çocuğunu keseceğini söyleyen adam ya da Urfa’da adam öldüren tipler [bu sonuncusunu unutmuşum bile]... Bunların medyada ‘darbe yemiş’, yani sempati duymamız gereken kişiler olarak sunulması başlı başına ilginç. ‘Zavallı adam çocuğunu öldürecek hale gelmiş’ diyeceğiz. Sonra gene linç girişimleri. Bazen bir günde üç dört linç haberi oluyor...”

Demek ki, bir anlamda, “hazırlıklı” imişim, Mardin’den gelen habere. Ama bir yandan da değilmişim ki, herkes gibi ben de dehşet içinde kaldım. Nedir bu “dehşet”e yol açan, hepimizde? Nicelik! Bir cinayete hazırım, hazırız. Ama bir vuruşta 44 kişi olunca, buna hiçbirimiz hazır değiliz. Böylesini “kan davası” veya “töre” gibi biz kentlilere yarı-mistik gelen birtakım kavramlara sığdırması bile zor. Kırk dört kişi, çoluk çocuk, dile kolay.

Oysa, düşünürseniz, dünyanın genel gidişi hep böyle olmuştur. Sayılar hep büyür, hem katlanarak büyür. Kötülük hele, hep katlanarak büyür. Napoléon Savaşları Avrupa’yı yıllarca sarstı, ama Birinci Dünya Savaşı’na kıyasla çok az adam öldü; Birinci Dünya Savaşı’nda ölen insan sayısı o zamanın havsalasına sığmıyordu ama İkinci Dünya Savaşı’nın yanında solda sıfır kalıyordu.

Veba salgını “Kara Ölüm”de, 1347-48 arasında, Avrupa nüfusunun üçte biri öldü. Müthiş bir oran. Ama “mutlak sayı” olarak baktığımızda, Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen İspanyol gribi daha fazla adam götürdü.

Uzatmayayım. Demek istediğim, özetle, siz bir cinayete elverişli bir zeminin varlığından uzun boylu tedirgin değilseniz ve buna karşı tedbir almıyorsanız, kırk dört kişi gittiğinde de durumu fazla yadırgamamak durumundasınız. Sivas-Kayseri maçında necip Türk milleti kırklara çıkabildiyse ya da vatan kurtarıcıları 1977’nin 1 Mayıs’ında kırklara yaklaştıysa, bir düğünde de bu kadar telefat verilebilir.

“İnsan hayatının değeri” diye bir kavramımız var mı bizim? Gerçekten incelediğimizde, kurcaladığımızda bu konuyu, olmadığını görüyoruz. Biraz “var” gibi göründüğü durumlarda “bizim” yakınımız olan “insanlar”ın hayatları bir değer taşıyabiliyor. “Düşman”sa, yüzünü, binini birden telef etmek bir sakınca değil, özlenen bir başarı. Öte yandan, “Keşke bir oğlum daha olsaydı, onu da vatana, devlete şehit vereydim” diye konuşan (konuşturulan) “anne”lerin olduğu ideal annelerin “Sütüm sana helâl olmaz saldırmazsan düşmana” diye konuştuğu bir toplumda, “bizden” olan insanların hayatlarının “değeri” nereye kadar?

Mardin’deki olayın, “korucu silâhı” falan gibi bağlantılarla bazı “siyasî” ilgileri kurulabilir. Bunları pek önemsemiyorum. Ama bu toplumda insanların yetişme biçimleri, alınıp verilen “değerler”, empoze edilen “ideolojik tutumlar” düşünüldüğünde, bu tip olaylarla genel düzen arasında gelişigüzel ilişkiler değil, basbayağı nedensel ilişkiler olduğunu söyleyebiliriz.

Taraf

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0