EZELSİZ HASRETİMDE BİR PERİ GEZER

09 Aralık 2009 13:28 / 2076 kez okundu!

 


“Dünya bizi karşılaştırmak için dönüyor.
Kendi etrafında ve bizim içimizde...
Ta ki,
Bu rüyada birbirimizi buluncaya kadar...”
(Anonim)

Deryalarında yanıp kavrulduğum, ateşinde titreyip donduğum, uğruna Sırat’ın Mührü’nü çaldığım ve bakışında evrenler gördüğüm Marifetler Prensesi... Seni tanıyorum; birbirimizi yitirdiğimiz ondört milyar yıldan bu yana da hiç unutmadım...

Sen benim aklıma düşen çılgınlığım, bütün dogmalara meydan okuyuşumun anlamısın. Hasretimin şahdamarındaki kuş yüreği çırpınışım, sebebim, eksik yanımsın...

Biz seninle, hiçbir zamanda ve hiçbir mekanda kayıtsızca birlikte devindik. Olmak istediklerimizin düşünü birlikte kurduk. O büyük patlamanın ardından, herbirimiz birer yıldız tozuna dönüşüp hızla genişleyerek; evrenler, gökadalar, gezegenler, anlar, geçmiş ve gelecek zamanlar örmeye başlarken yanında hep ben vardım. Hatırla, sadece bir düşünce poru değil, olmak istediğimiz şey olma yolunda ışıktan da hızlı bir şekilde ilerleyerek birer ateş topu suretinde, o mavi gezegene düştüğümüzde de yanında yine ben vardım.

Önce yanardağların tüfü, sonra gökyüzüne savrulan buhar, ardından da gezegenin zeminini çılgınca döven iri yağmur damlalarına dönüştük. Bazen bir ses, bazen bir nefestik. Bazen bir mağara duvarındaki basit bir resim, bazen Salvador Dali’nin tuvalinde hayat bulan milyon dolarlık bir deliliktik (!). An geldi öfkenin kanlı kılıcıyla savaş meydanlarında kazanılan zafer, an geldi toprağa gömülen balta olduk... Mumdan kanatlarıyla durmaksızın uçup güneşe ulaşmaya çalışan da bizdik, bir tutam özgürlük uğruna darağaçlarında yitip giden körpe umutlar da...

Ve ben seni, yaşadığımız bu olma halindeki büyük kargaşa sırasında yitirsem de hiç unutmadım... Bazen Keops’un gizemli dehlizlerinde dolaşan tahnit kokusunda, bazen Bolivya Ormanları’ndaki bir sürek avı sonucunda katledilip, elleri kesilerek gömülen Prometheus’un (!) mezarında, bazen bir şiirin dizelerinde, bazen de bir şarkının nağmelerinde hep seni aradım...

On dört milyar yıldan sonra seni ilk gördüğümde anladım ki, kayıtsızca döndüğümüz anlardan bu yana geçen süre içerisindeki her şey; her düşünce, her duygu, savaşlar, çekilen acılar, yaşanan sevinçler, iklimler ve mevsimler, dönen ay, düşen göktaşı, her baharda yeniden patlayan papatyalar, çiğdem çiçekleri, ve bu gezegen üzerindeki bir dut ağacının yaprağında kendine koza ören ipek böceğinden, evrenin başka bir sonsuzluğunda varolmaya çalışan gökadalara kadar herbir şey, bizi yeniden karşılaştırmak için bu kurguda yeralan oyunculardı...

Bilmelisin ki; bizim dışımızdaki diğer yıldız tozları ve ateş topları, ikimiz için devindiler. Evrenler, gezegenler ikimiz için örüldü. Büyük Ayı, Küçük Ayı ve Yengeç Burcu o yüzden gökyüzü bahçelerinde kendilerine bir yer seçtiler. Yaşayan her tür, bizim yeniden karşılaşabilmemiz için genlerini ardıllarına aktararak soyunu sürdürdü. Bazıları da buna bir son verip, onurlu bir şekilde ve sessizce tarih sahnesinden çekildi.

İkimizi yeniden buluşturmak için imparatorluklar kuruldu, imparatorluklar yıkıldı. Attila, Roma kapılarına dayandığında, Papa’nın bir nehir kıyısında kulağına fısıldadığı tek bir cümleyle, sadece bizim için, olası bir zafere sırtını dönüp Roma’ya saldırmaktan vazgeçti…

Bu gezegen biz birbirimizi bulalım diye, varolduğu günden bu yana, güneşin ve kendisinin etrafında çılgınca dönüp durdu. O döndükçe verilen her söz, söylenen her yalan, yapılan her beste, çizilen her desen ve oyulan her yontu ikimizi birbirimize biraz daha yaklaştırdı…

Doğumla ölüm arasındaki bir tünelin içinde, adına “yaşam” denilen ve durmaksızın yinelenen bu kurgunun gerçek kahramanları aslında bizdik. Biz Ömer’in adaleti, Ali’nin cesareti ve Kerbela’nın hıyanetiydik. Babil Bahçeleri’ni deren de bizdik, Lokman’ın sırrına eren de... Ama fark edemedik...

Bütün bunlar olurken bazen bir mahkumun, bazen bir celladın, bazen de bir bebeğin gözlerinden bakıp, hep birbirimizi aradık. Aslında kokladığımız her çiçekte, içtiğimiz suda, soluduğumuz havada ve bastığımız topraktaydık. Ama göremedik…

Biz Kızıldeniz’i dize getiren Musa’nın elindeki Asa, İsa’nın son yemeğindeki Kutsal Kase, Muhammet Mustafa’nın gönül bahçesine düşen Vahiy ve Son Kapı’nın ardındaki tek gerçektik. Ama bilemedik...

İşte şimdi seni; erkek ruhumun kadın yarısını buldum. Şimdi hiçbir şey ve her şeyim. Hiçbir yerde ve her yerdeyim. Geçmiş, gelecek ve an’dayım. Şimdi hem cezirim hem med, hem kabulüm hem red... Şimdi sana olmak istediğimiz her şeyin ve hiçbir şeyin gözüyle bakıyor, onların sesiyle sesleniyor, onların eliyle uzanıyorum. Eğer beni tanıdıysan, elimi tut ve hiç bırakma Bendanem...


M. Cengiz Bilir
Kasım 2009/Berlin

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.