Korku, insanı unutturur - Nabi Yağcı

12 Mart 2010 12:51  

 

Korku, insanı unutturur - Nabi Yağcı

Elazığ depreminde hayatını yitirenler için üzüntülerimi dille getirmek istiyorum. Yakınlarını yitirenlere başsağlığı, yaralılara acil şifa diliyorum. Her depremden sonra olduğu gibi yine ilgililer ve yetkililer, uzmanlar konuştu. Söylenecek yeni ne var ki? Fotoğraf ortada. Fazla söze gerek var mı? Kerpiç evler...

Deprem üstüne üzüntülerimi dile getirmekten öte söylenecek bir söz bulamıyorum. Söze değil dikkate gerek var. Bu dondurucu kışta hükümetin yaraları sarma konusunda yapabileceklerinin hepsini yapıp yapmadığını izlememiz gerek. Siyasetin sıcak gündeminin bu yöredeki halkımızın acılarını, çaresizliklerini, sıkıntılarını unutturmasına izin vermemek gerek. Bu izleme görevi büyük ölçüde basına ve sivil toplum kuruluşlarına düşüyor.

Elazığ bölgesinde deprem ilk değil. Doğu, Güneydoğu bölgesi deprem yatağı. Bingöl, Varto depremleri tarih öncesinde olmadı. Bingöl depreminin tarihi 2003. Köylüler devlete başvurarak kaç kez yardım istemişler, yardım gelmediği gibi, gelen memurlar kerpiç evlere sağlam raporu vermiş. Olur şey değil.

Depremler değil ama kerpiç evler bana depremle demokrasi arasındaki bağı hatırlatıyor. Japonya’da da depremler oluyor, sürekli oluyor, fakat her halde kimsenin aklına depremle demokrasi arasında bağ kurmak gelmiyordur, gelmez. Niye gelsin ki? Benim geliyor. Bizde gelir. Gelmeli de üstelik. Ülkemizdeki depremler sonucu yıkımlar ve can kaybıyla demokrasi arasındaki nedensellik bağı hiç de uzak ilintili, zorlama bir bağ değil kanımca.

Japonya ile bizde cumhuriyetin kuruluşu hemen hemen aynı modernleşme periyoduna denk gelir ve benzerlikler de taşır. Dahası, değerli bir tarihçimiz olan Prof. Dr. Kemal Karpat’ın işaret ettiği gibi Osmanlı modernleşmesi Japonya’dan yüzyıl önce başlamıştır ama Japonya Türkiye’yi hızla geçip gitti. Bunun pek çok tarihsel ve somut nedenleri var, ama biz hâlâ “neden” sorusuna doğru dürüst yanıtlar verebilmiş değiliz. Resmî tarihin peçesi yırtılınca günümüzde tarih kazıları hızlandı da “neden” sorusuna yanıtlar bulacağımız veriler artmaya başladı.

Başka deyişle demokrasi ve özgürlük, bilmek ve çözmek için gerekli.

Peki, demokrasi için ne gerekli?

Bir arkadaşımdan yıllar önce dinlemiştim, Kocaeli depreminde bir oteldeki orta katta kalan Japon turistler, ilk sarsıntıdan sonra otelin çatısına ulaşmak için yukarıya doğru koşarken yukarıda olan bizimkiler tersine can havliyle sokağa kendilerini atmak için aşağıya doğru koşuyorlarmış. Çok çarpıcı bir tablo! Öğretici de. Onlar depremlerden, geçmişlerinden ders çıkarmayı öğrenmişler; ya biz? Aşağıya doğru koşmaya devam ediyoruz. Bunun temel nedeni ise çok açık.

Korku.

Doğal bir reflekstir korku. Korktuğunuz nesneden ya kaçarsınız ya da onu kendinizden kaçırırısınız. Her iki durumda da korku nesnesinden uzaklaşmak ister insan. Refleksif bir tutum alışla korku nesnesiyle yüzleşmek, onu tanımak yerine kaçmayı seçer. Ya da aynı anlama gelmek üzere o nesneye saldırıp, onu öldürmek, böylece yok etmek, ortadan kaldırmak ister. Her iki durumda da korkunun esiridir. Tavşan kaçtığı için korkar.

Fakat reflekslerle ya da içgüdülerimizle yaşamak böcekleşmek değil midir? Oysa tavşan da, hamamböceği de değil insanız biz. Farkımız ölümlü olduğumuzun farkında olmaktan ibaret O zaman korkunun ecele faydası yok diyebilmek gerek.

Bunu diyemediğimiz için yukarıya değil aşağıya doğru koşuyoruz. Üç millî korkumuz ve buna tekabül eden üç adet de millî sorunumuz var: Şeriat gelecek korkusu var, laiklik sorunumuz var; bölünme korkusu var, Kürt sorunumuz var; darbe korkusu var; asker-sivil sorunumuz var. Ermeni sorunumuz da var ama Allaha şükür Ermenileri hallettiğimiz için bu sorun artık millî spor mahiyetinde.

Korku ‘insanı’ unutturur. İki anlamıyla da. Bu nedenle demokrasinin önkoşulu, korku duvarlarını yıkmak, korku toplumu olmaktan kurtulmaktır. O zaman depremde evleri yıkılanlara duyulan acı, köyleri yakılan, köylerinden sürülen insanların acılarını da hatırlatır. Tarihimizle yüzleşme cesareti verir.

Darbelerden korktuğumuz kadar, depremden korkmuyoruz; bölünmekten korktuğumuz kadar depremden korkmuyoruz, irticadan korktuğumuz kadar depremden korkmuyoruz... Başka deyişle yapay korkulardan gerçek hayatı hissetmez olduk. Hamamböcekleri hiç değilse her canlı organizmanın temel içgüdüsü olan vitalist dürtü yani canlı kalma dürtüsü duyar.

Neyse ki şimdilerde “millî” korkularımızın üstüne giderek, korku imparatorluğunda mutasyon geçirip insan kılığına girmiş hamamböceği olmaktan çıkmaya çabalıyoruz.


Taraf

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0