KAPİTALİZMİN SINIRLARINDA

29 Kasım 2018 13:33 / 1155 kez okundu!

 

 

“Bilişim çağında toplumsal devrim” yazısına gelen yorum, eleştiri ve sorular,  küçük bir “mıntıka temizliği” yapmamızı gerektiriyor. 

Öncelikle, söze, kimin ne söylediğine ilginin azaldığı bir dönemde okuyup görüş bildirerek, eleştiri, uyarı ve öneriler yaparak katkı sunan herkese teşekkür ediyorum. İlgi ve tepki, cesareti, enerjiyi ve sorumluluğu büyütüyor.”

 

****

 

KAPİTALİZMİN SINIRLARINDA

 

“Bilişim çağında toplumsal devrim” yazısına gelen yorum, eleştiri ve sorular, küçük bir “mıntıka temizliği” yapmamızı gerektiriyor. 

Öncelikle, söze, kimin ne söylediğine ilginin azaldığı bir dönemde okuyup görüş bildirerek, eleştiri, uyarı ve öneriler yaparak katkı sunan herkese teşekkür ediyorum. İlgi ve tepki, cesareti, enerjiyi ve sorumluluğu büyütüyor. 

Önce, teori, tarih ve pratik üzerine birkaç söz.

Teori soyut bir inşa etkinliğidir, tarih ise somuttur. Teori ile pratik en çok tarihte bir araya gelebiliyorlar. 

Marx, tarihin kimi zaman kendine özgü cilveli yollardan ilerlediğini yazmıştı.

Bilimsel-teorik çalışma, maddi ilişkilerin ilk bakışta görünmeyen özünü, hareket yasalarını  soyutlama yöntemiyle bilinir kılma etkinliğidir. Maddi dünya ise hareket halindeki sayısız öğenin oluşturduğu karmaşık bir bütündür. Ayrıca, tek bir yasa değil, birbiriyle ilişki içinde birçok yasa söz konusudur. Toplumsal hareket yasaları, bu nedenle, “eğilimler” olarak işlerler. Çok bilinen örneğiyle, yer çekimi yasası vardır ve işlemektedir; ama bir başka fizik yasasının (Bernoulli Prensibi) bulunması sayesinde tonlarca ağırlıktaki metal kütleler uçurtulabilmektedir.

Sınırlar ve olanaklar konusuna da bu çerçevede yaklaşmak gerekiyor. Eleştiri ve yeniden üretim çabası, var olan bilimsel, teorik birikimi yok saymak anlamına gelmiyor.

Amaçlanan, içererek aşmaktır.   

Öte yandan, bilimsel-teorik soyutlama ve çözümleme kâhinlik sanatı değildir. Kimsenin, “cilveli” yollardan geçerek tecelli edecek geleceği önceden, olacağı gibi görme gücü yoktur. 

Dünün belli bir güzergâhtan bugüne bağlandığını biliyoruz. Yarın için ise “tek yol” budur diyemiyoruz. Bilinçli-siyasal insan (homo politicus) eyleminin, maddi dünyanın dönüştürülmesinde oynayacağı role de bağlı olarak, her tarihsel uğrakta olasılıkların en azından birden fazla olduğunu söyleyebiliyoruz. Çünkü dünyaya, insanı siyasal özne gören bir yerden bakıyoruz. 

Herkesin niyeti kendine 

Üretici güçlerdeki, bilim ve teknolojideki giderek daha büyük bir hızla yaşama geçen1 önemli değişiklikler, bu konuda söz alanların çeşitliliği ölçüsünde çok farklı yaklaşım ve tutumlara yol açıyor. 

İlk öbekte, “endüstri 4.0” dedikleri dönüşümün getireceklerini ciddi biçimde irdeleyen, kapitalizmi bu süreçten sağ çıkarmak için çareler, tersinden çözüm yolları arayan sermaye ideologları, “organik” aydınları, şirket CEO’ları, düzen siyasetçileri yer alıyor. Bunlar, sömürü ve hükmetme düzenlerinin devamını öncelik sırasına koyarak şu ya da bu ülke-devletin, şu ya da bu şirketin dünya pazarındaki yerini korumak, rekabette ön almak için ne yapması gerektiğini, işsizliğe nasıl çare bulunacağını vb. tartışıyorlar. 

Angaje akademisyenlerden, “best sellers” yazarlardan, fütüristlerden oluşan bir kesim, korku ve belirsizlik içinde gidişatı anlamaya çalışan büyük çoğunluğa fantastik bir gelecek tadında haplar sunuyor, yeni teknolojilerle hayatın ne kadar sağlıklı ve güzel hale geleceğinin propagandasını yapıyorlar. 

Bilim-akademi dünyasında, kuşkusuz, olgulara, ilişkilere bilimsel serinkanlılıkla yaklaşan, kapitalizme eleştirel bir yerden bakanlar da var. Sayılı birkaç Marksist ve solcu dışında bu kesimde yer alanların çok büyük çoğunluğu da, kapitalizmin evrimci-tedrici-reformcu bir yoldan kendisi olmaktan çıkacağını savunuyorlar.

Biz ise, tüm süreç ve ilişkilere, emekçilerin, ezilenlerin kurtuluşu, komünist ruhta bir toplumsal devrimin olanakları ve görevleri açısından bakmaya çalışıyoruz.  

Toplumsal devrim sürecine, devlet ve iktidar, siyasal devrim sorunu atlanarak yaklaşmak olanaksızdır. Siyasal devrim-toplumsal devrim ilişkisini, tarihin ve teorinin ışığında yeni bir bakışla tartışmak, verimli bir tartışma için de klişelerden, söz kalıplarından kurtulmak gerekiyor. Bunlara sonraki yazılarda geleceğiz. 

Her şey birbiriyle ilişkili. “Bütün”, hareket ve çelişki içindeki ilişkilerin karmaşık toplamından oluşuyor. Dolayısıyla, ele alacağımız başlıklar, bir yoldaşımın belirttiği gibi onlarca doktora çalışmasına konu olacak genişlikte. Bunun farkındayız. Bu, kişisel olarak altından kalkılması olanaksız “iş”e girişme cesareti ise, üretilen bilimsel bilgi ve verilerin toplumsal, dolayısıyla ulaşılabilir olmasından kaynaklanıyor. Kolektif yoldaş çalışma ve iletişiminin verimliliğine, sorun ve sorulara sınıfsal/siyasal bir yön duygusuyla yaklaşmanın sadeleştirici, sentezleştirici gücüne güveniyoruz. 

Son giriş notu: Burada tartışılmak üzere dile getirilen saptama ve tezlerin birçoğunun, açılması, derinleştirilmesi, kimilerinin ampirik verilerle doğrulanması gerektiği açık. Yazma ve tartışma ucu açık bir süreçtir. Bir yandan var olan birikimle yazarken, bir yandan da çalışmaya, öğrenmeye devam ediyoruz. Burada yazılanlar da bu nedenle “son söz” değildir.

Tartışma, eleştiri eleğinden geçmemiş düşüncelerin bilgi eksikliği, bakış darlığı, sorunlu çözümlemeler içermesi doğaldır. Görüşler tartışma içinde gelişip olgunlaşacaktır. 

Bu uzunca girişten sonra konumuza dönebiliriz. 

Bu yazıdaki konumuz kapitalizmin teorik sınırları.

Sınırlar belirgenleşiyor

Kapitalizmin teorik sınırlarının belirginleşmesi, niteliksel değişimi zorlayacak noktaya gelmesi belli koşulların olgunlaşmasına bağlıdır.  

Bir: Bireysel emekçinin üretim sürecinin her aşamasında istihdam edilebildiği, üretim etkinliği içinde kişisel inisiyatifinin en alt düzeye indirildiği, tekil emeklerin evrensel emek gücü biçimini aldığı sürecin doğrudan üreticiyi üretimin dışına çıkaran noktaya ulaşması. Buna geçen yazımızda değinmiştik.

İki: Kapitalizmin bireyi mülkiyet sahipliğinden uzaklaştırma eğiliminin olgunlaşması. Bunun üzerinde duralım. Bu eğilimin iki dinamiği var.  

Birinci dinamik, sermayenin sonsuz birikme güdüsünün istemsiz bir biçimde üretimin toplumsallaşmasına yol açması ve onun kaçınılmaz sonucu olarak mülkiyetin kapitalizm içinde olabileceği ölçüde anonimleşmesidir. Mülkiyetin anonimleşmesi, aslında, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ölümcül çelişkinin üretim ilişkilerinin esnemesiyle yumuşatılmasından başka bir şey değildir. 

Marx, Kapital’in III. cildinde, anonim şirket sermayesinin “özel sermayeden farklı olarak toplumsal sermaye” biçimini aldığını, bunun "özel mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretim tarzının kendi sınırları içinde ortadan kaldırılması” olduğunu belirttikten sonra şöyle yazmıştı: “Kapitalist üretimin en ileri derecedeki gelişmesinin bu sonucu, sermayenin bir kez daha üreticilerin mülkiyeti haline gelmesi yönündeki zorunlu bir geçiş noktasıdır; ama sermaye bu kez tek tek üreticilerin özel mülkiyeti değil, birleşik üreticilerin mülkiyeti, dolaysız toplumsal mülkiyet olacaktır.”2

Sınır var, sınır var. Marx, birinci alıntıda, toplumsal sermaye biçimini alan anonim şirket sermayesinin kapitalizm içindeki, onu aşamayacak olan sınırından, ikinci alıntıda ise dolaysız toplumsal mülkiyete, kapitalizmin ötesine geçişten söz ediyor. 

Henüz ikincisinde olmadığımız açıktır. 

Karşı etkiler

Yukarıdaki  satırların yazılmasından bu yana 135 yıl geçmesine rağmen, “zorunlu geçiş noktasına” neden gelinemediği sorusunun teorik yanıtı için başvuracağımız ilk kavram “rekabet”tir.

Sermaye, birbiriyle rekabet halinde birçok sermayeler olarak var olmaktadır. Tekelleşmenin en ileri düzeyi bile rekabetin ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Tek dünya tekeli ya da Kautsky’nin “ultra emperyalizm”i de bu nedenle mümkün değildir.

Üretimin toplumsallaşması mülkiyette de toplumsallaşma eğilimini güçlendirirken, rekabet bölünmeyi getirmektedir. Sermayenin toplumsallaşması, aynı zamanda merkezileşmesi demektir ve bu da ”muazzam ölçüde mülksüzleşmeye yol açar… Ama bu mülksüzleşme, kapitalist sitemin sınırları içinde kendisini çelişkili bir biçimde, toplumsal mülkiyete az sayıda kişi tarafından el konulması şeklinde ortaya koyar.”3

Demek ki, bir yandan mülkiyet “özel kişisel” karakterinden uzaklaşarak toplumsallaşmakta, ama aynı zamanda toplumun büyük çoğunluğu mülksüzleştirilerek, az sayıda sermaye sahibi bu toplumsallaşmış mülkiyete el koymaktadır. Marx, bu sürecin kapitalizm içinde ulaşacağı son noktayı da çok açık yazmış: “Bu mülksüzleşme kapitalist üretim tarzının başlangıç noktasıdır; onun hayata geçirilmesi ve son aşamada tüm bireylerin üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun kalması bu üretim tarzının hedefidir.”4

Borsalar ve hisse senedi piyasaları sermayedeki toplumsallaşma-mülksüzleşmenin en çıplak göstergesidir.

Marx, bunu da o zamandan görmüş: “…hisse senedine dönüşümün kendisi henüz kapitalist sınırların içinde hapsolmuş olarak kalır; bu nedenle hisse senedi biçimi, servetin toplumsal servet olarak karakteri ile özel servet olarak karakteri arasındaki çelişkiyi aşmak yerine, sadece onu yeni bir şekle büründürür.”5

Anonimleşerek borsada işlem gören şirketlerin toplam piyasa değerlerinin GSYİH’ya oranı (Stock Market Capitalization To GDP Ratio) ile ilgili veriler bugün gelinen noktayı gösteriyor. 2017'de ABD’de borsaların toplam piyasa değeri 26,1 trilyon, reel GSYİH ise 17,2 trilyon dolardır. Bu durumda GSYİH'nın % 151.7'si genel borsa değerini, dolayısıyla kabaca sermayenin ABD’deki anonimleşme düzeyini temsil etmektedir.6

Dünya Bankası verilerine göre, dünya çapında borsalarda işlem gören şirketlerin toplam piyasa değerinin dünya GSH’na oranı ise yine 2017’de % 112’dir.7

Borsa nedir? Borsa, kumar masasında mülksüzleştirmedir. Kapitalist akılla, “toplumsallaştırarak mülksüzleştirme” de diyebiliriz. 

Kredinin rolü

Buradan, “neden?” sorusuna yanıt ararken başvuracağımız ikinci kavrama, “kredi”ye geliyoruz. Marx, “kredi sistemi”ni, “toplumsal sermayenin büyük bir bölümünün onun sahibi olmayanlarca kullanılması” olarak tanımlıyor.8

Şöyle devam ediyor: “Bu nedenle kredi sistemi üretici güçlerin maddi gelişimini ve dünya pazarının oluşumunu hızlandırır. Kapitalist üretim tarzının tarihsel görevi, yeni üretim tarzının bu maddi temellerini belirli bir düzeye kadar yükseltmektir. Kredi aynı zamanda, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını, yani bunalımları ve böylece eski üretim tarzının çözülmesinin öğelerini hızlandırır.“9

Mali sermaye ve kredi sistemi bugün sermayenin hareketini düzenleyen merkezi sinir sistemi işlevi görmektedir. Marx’ın zamanında bugün olduğu gibi devasa ölçülerde değildi.

Tüketici kredisi, emlak kredi kurumları, tasarruf ve yardımlaşma sandıkları, emeklilik fonları, modern kredi sisteminin öteki araçları ya yoktu ya da bu ölçüde gelişmemişti. 

Sonuç olarak, kapitalizmin çelişkileri, sermayenin toplumsallaşmasına belli bir noktadan sonra ket vurmakta, kredi sistemi bu engelleri kaldırarak hızlandırmakta, kredi sisteminin körüklediği aşırı spekülasyon büyük bir servet yoğunlaşmasına, o da spekülatif balonların şişip patlamasına, krizlere yol açmaktadır. 

Organik bütünleşme sürecinin çelişkileri

İkinci dinamik, farklı sermaye döngülerinin birbirleriyle hiçbir engelle karşılaşmadan ilişkilenme, bütünleşme gereksinimleridir. Organik dünya pazarı, küresel ‘mülkiyeti’ gerektirmekte, ama bugün mülkiyet her ülke-devlette farklı hukuki ve kurumsal düzenlemelerle tanımlanmaktadır. 

Çok uluslu ya da ulusötesi şirketlerin kendi iç bölüm ve bağlı şirketleri arasında, mülkiyet, mübadele ve para “piyasa” kurallarına göre işlememektedir.  

Şöyle bağlayabiliriz: Sermayenin ve mülkiyetin toplumsallaşması kapitalizm içinde sonuna dek, yani tek bir sermayenin, tek bir merkezin yönetimine dek gidemez. O noktaya yaklaşıldığı bir yerlerde ip kopacaktır.10
Sermayenin hareketi ve “mekân”

Üç: Kapitalizmin sınırını anlatan üçüncü koşul kapitalizmin mekansal yayılma alanının tükenmesi / daralması olarak formüle ediliyor. Bu, Rosa Luxemburg’un 1913’de yazdığı Sermaye Birikimi11 kitabından bu yana tartışmalı bir konudur.

David Harvey, Luxembug’dan farklı olarak, soruna kapitalizmin yapısal krizlerini ötelemesini sağlayacak “mekânsal onarım” /”mekânsal çözüm” olanakları açısından yaklaşıyor.

Bu olanaklardaki daralmanın “el koyma yoluyla birikim” yöntemiyle telafi edilmekte olduğunu savunuyor. 

Çin kökenli Amerikalı akademisyen Minqi Li, küresel kapitalizmin 2008 krizine, büyük ve ucuz emek gücü sağlayabilen son büyük alan olan Çin sayesinde son kez “mekânsal çözüm” bulduğu görüşündedir. Son kitabında12 özetle, emek cinsinden ticaret haddi küçülen Çin’in sağladığı devasa iktisadi artığın on yıl içinde tamamen ortadan kalkabileceğini,

Çin kapitalizminin sürdürülemez olduğunu, Çin’de mayalanmakta olan krizin dünya kapitalizminin sonunu getirebileceğini savunuyor.

Burada bu konuyu enine boyuna açacak, tartışacak durumda değiliz. Sessizlikle geçiştirilemeyecek kadar önemli bir konudur. Burada şu kadarını söylemekle yetinelim. Rosa Luxemburg’un, Marx’ın genişletilmiş yeniden üretim çözümlemesine eleştirisi kanımca doğru değildir. Luxemburg, tümüyle kapitalist bir ortamda sermaye birikiminin olanaksız olduğu, “pazar sorunu”nun kapitalizmi çöküşe götüreceği tezlerini teorik olarak temellendirememiştir.  

Öte yandan, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin egemen olduğu alanların, kar oranlarındaki düşme eğiliminin tüm sistem üzerindeki yıkıcı etkilerini belli ölçülerde telafi ettiği görülüyor. Dolayısıyla sorunu Harvey’in koyduğu gibi krizden mekansal oranım/çözüm bağlamında ele almak bana isabetli görünüyor.

“Sermaye birikimin dışsal sınırı, dünyanın her yerinde herkesin sermayenin yörüngesine girmesidir. Bu sınıra dek, kapitalizmin iç çelişkilerine “dışsal” çözümler bulması olanaklıdır.13

Aslına bakarsanız, bu sorunun kriz ve kar oranlarının düşme eğilimi yasası bağlamında ele alınmasına ilk işaret eden de Marx’tır. Kapital’de şöyle yazmış: 

“Sermaye yurt dışına gönderiliyorsa, bunun nedeni, yurt içinde kullanılmasının mutlak olanaksızlığı değil, yurt dışında daha yüksek kâr oranlarıyla kullanılabilmesidir.”14

Bu konuya kriz bağlamında yeniden döneceğiz. 

“Sınırlar” konusunun, burada giremediğimiz, öteki başlıklarını da yerleri geldikçe ele almaya devam edeceğiz.

Haluk YURTSEVER

 

Notlar:

1- Üretici güçleri geliştiren yeni buluşların üretime, hayata geçiş aralığına “devrilme” ya da “kırılma noktası” anlamında “tipping point” deniyor. Kimi araştırmalara göre bir yüzyıl içinde bu süre yüz yıllardan, 5-6 yıla inmiş durumdadır. Yani, yapay zekalı robotlardan, biyoteknolojik organ bankalarına kadar algoritması, yazılımı bulunan birçok şeyin  kabaca önümüzdeki on yıl içinde yaşamlarımıza gireceği söyleniyor. Bu verileri değerlendirecek bilgiye sahip değiliz. Ama buluş-uygulama aralığının, tipping pointin büyük bir hızla kısaldığı çıplak gözle de görülebiliyor. 

2- K. Marx, Kapital, III. cilt, Yordam Kitap, İstanbul 2015, s. 439-440

3- Agy, s. 442

4- Agy.

5- Agy.

6- https://www.investopedia.com/terms/m/marketcapgdp.asp

7- http:// https://data.worldbank.org/indicator/CM.MKT.LCAP.GD.ZS

8- Kapital, III.Cilt, agy. s.443

9- Agy. s.444

10- Rıza Yürükoğlu, Sosyalizm Nedir? Alev Yayınları, Birinci Basım 1999, İstanbul, s. 171

11- Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, Türkçesi: Tayfun Ertan, Alan Yayıncılık, İstanbul, Aralık 1986.

12-  Minqi Li, Çin ve 21. Yüzyıl Kapitalizmi, Çeviren. Tulga Buğra Işık, Yazılama Yayınevi, İstanbul, 2017.

13- David Harvey, Sermayenin Sınırları, Çeviri: Utku Balaban, Tan Kitabevi Yayınları, Ankara, Mayıs 2012, s. 499

14- K.Marx, Kapital, lll. Cilt, agy.s.260

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.