'MARKSİZM'LER ve MUHAFAZAKARLIK SORUNU -1

27 Temmuz 2011 17:28 / 3083 kez okundu!

 


Kapitalizm bütünüyle sömürücü, talan edici, yok edici yanlarıyla dünya halklarını, işçi ve emekçi sınıflarını, mülksüzlerini, yoksullarını ve artık bu da eklenmeli açlığa, susuzluğa mahkum edilenleri, ekolojik katliamlarla hem bütün insanlığı -kendisi de dahil- hem de dünyayı felaketlere sürüklemeye devam ediyor.

1989-91 döneminde yaşanan Sosyalist Sistemin devreden çıkmasından sonra, hadi büyük iğneyi kendimize batırmaktan çekinmeyelim, Kapitalist Sistem karşısında Sosyalist Sistemin ve Onun kalesinin, yani Sovyetler Birliği'nin yenilgisinden sonra, sosyalizmin içine düştüğü derin ideolojik-kültürel bunalım çok açık ki tüm dünya üzerinde kapitalizmin alternatifsizliği yönünde bir kırılmaya yol açtı. Bu ideolojik kırılmanın sol üzerine etkisi, tüm dünya için çok ağır oldu ki, bu etki hala da sürüyor. Elbetteki bu yenilginin ön bir tarihsel birikimi vardı. 1970'li yıllarda başlayan Neo-Liberal ve Neo-Muhafazakar saldırı dalgası ekonomik anlamda Sosyalist Sistemin cevap veremez duruma girmesine neden olmuştu ve Emperyalizmin yeni bir öğe olarak kullanmaya başladığı insan hakları ve demokrasi söylemleri atağı da -ne yazık ki sol açısından ne gereken dikkati çekmişti ne de bu yönde bir karşı atak yapılabilmişti. Tabi Sosyalist İdeolojinin buna verebileceği karşılığın donanımı o ideolojinin içinde var mıydı, yok muydu tartışması da ayrı bir başlık altında irdelenmesi gereken bir konu, ayrıca ele alınması gerektiğine inanıyorum.

Dünya Sol'u ve özelde Marksizm üzerine indirilen bu ağır darbeden sonra, zaten Marksizm düşüncesi üzerinde var olan farklı Marksizm okumaları daha da derinleşerek devam ediyor. Bundan yakınılması gerektiğini hiç düşünmüyorum. Marksizm, daha Marksizm olmadan bu yana zaten kendi içinde farklı okumalarla gelişen bir ideoloji. Marks'ın kendisi için söylediği "benim için çok şey söylenebilir ama Marksist olduğum asla söylenemez" sözü sanırım 21. yüzyıl Marksistleri için kulağa küpe olacak sözlerdir. 19 yüzyıldan bu yana Marks okumaları her zaman çok farklı biçimlerde olmuştur. Marks'ın 1850'de -1848 Devrimi'nin büyük yıkımından sonra- yerleştiği İngiltere'de (1883'de ölümüne kadar) yazdıkları ile 1850'den önceki Kıta Avrupası'nda yazdıkları arasındaki farklı yazılar her zaman bu farklı okumalara kaynaklık etmiştir. İngiltere'deki İşçi Sınıfının sömürüsünün korkunç durumu karşısında yazdıkları çok daha sert ve mücadeleci bir karakter taşırken, öncesinde işçi sınıfındaki yabancılaşma ve insani gelişim üzerine yazıları ise daha farklı okumalara kapıyı açmıştır. Elbette bu farklı okumalar hem Sosyalist topluma geçiş süreci (bu konuda özellikle Grundrisse adlı eserinde geniş çaplı değerlendirmeler bulunuyor), hem iktidar sorunu, hem de devlet sorunu konusunda çok farklı yollara gidişin önünü açmıştır. 20. yüzyıl Marksizmi de işte bu yollardan birisinin seçilerek pratiğe döküldüğü bir yüzyıl olmuştur. Bunun sonuçları üzerinde ayrıntılı duracağız.

Avrupa'da 1815-1830 ve 1848 yılları işçi sınıfının devrimci mücadelesinin çok yükseldiği yıllardır. 1789 Fransız İhtilali'nin yükselttiği dalganın tüm Avrupa'ya, özellikle İşçi sınıfı mücadelesi yoluyla yayıldığı bir dönemdir bu dönem. İşçi Sınıfının hayaleti tüm Avrupa üzerinde dalgalanmış ama ne yazık ki sermaye tarafından vahşi katliamlarla karşılık bulmuştur. 19. yüzyıldaki bu dalganın en son çıkış noktası ve en büyük yıkım noktası da 1871 Paris Komünü olmuştur. 30-40 Bin arası tahmin edilen öldürülen işçi sayısı sermayenin yükselen sınıf mücadelesine karşı sınıfsal tavrını ortaya koymuştur. Zaten 1871 yılı da Kapitalizmin tüm Avrupa'da artık gerçek bir sistem olarak var olmaya başladığı, yani toplumun tüm unsurlarını kendisi için ve kendi çıkarları doğrultusunda yönetmeye başladığı, serbest işçilik döneminden çıkarak artık tamamen kendisine bağlı bir işçi sınıfı oluşturduğu (ki bu işçi sınıfının kendini yeniden üretmesinin şartıdır) bir yıl olarak kabul edilir. Denebilir ki Kapitalizm 15. yüzyıldan başlayarak Feodalizmden çıkmamış mıdır? Elbette öyledir ama 15. yüzyıldan 1871 yılına kadar olan dönem Kapitalizm için bir "düzenleme dönemi"dir. Yani asıl olarak bir ticaret ve finans dönemidir ki, Kapitalist Sistemin bütün unsurlarıyla oluşması için gereken şartları oluşturmuştur. Bu söylediklerimiz açık olarak Marksizmin ideolojisinin oluşma dönemini Kapitalizmin tam bir sistem olarak oluşmasından önceki son 50 yılı işaret etmektedir. Bunun altı çizilmeli.

Bu dönemde, özellikle Fransız İhtilali'nden başlayarak gelişen mücadele döneminin toplumsal aktörleri Liberaller ve Muhafazakarlar olmuştur. Bu iki karşıt gücün süren mücadelesinde, mücadelenin giderek yükselen sertliği içerisinde Liberallerin içinden daha sert tavırlar alınmasını talep eden Radikaller'in ayrılması (Radikal Demokratlar) sanırım Toplumsal mücadelenin ilk bölünmesidir. Mücadelenin giderek işçi sınıfı karakteri kazanması ile işte bu Radikal Demokratlar, Sosyalist Demokratlara dönüşmüştür. Bazı Radikal Demokratların daha da radikalleşerek Anarşistlerin kaynağını oluşturduklarını de düşünüyorum. İşte Marx'ın geçirdiği siyasi değişim de bu dönüşümlere paralel olmuştur. Gençlik yıllarında Liberal Marx, sonra Radikal Demokrat Marx'a ve en sonra da Sosyalist Demokrat Marx'a düşünsel ve mücadeleci yolu açmıştır. Sanırım Sosyalistlerin Liberallerle bir türlü sonlanmayan "kan davası" aynı kökenden gelme bir sorundan muzdarip görünüyor; Hristiyanların "Tanrı'yı kim öldürdü?" kavgası gibi.

Marksizm'deki Bölünmeler
Marksizm'in en önemli özelliği, O'nun üçlü bir sacayağı üzerinde inşa edilmiş olmasıdır. Bu özellik o'nun hem en güçlü yanını, hem de zayıf yanını oluşturmaktadır. Güçlüdür çünkü, dünyayı kavramada çok daha derinlikli bir bakış açısı edinmemizi sağlamıştır. Bu yüzdendir ki 21. yüzyıla varıncaya kadar devam etmiş ve Kapitalizmi anlamada hala çok önemli bir çıkış yolu olarak önümüzde durmaktadır. Ama bir o kadar da zayıftır, çünkü, her biri farklı alanlara yönelmiş bu üçlü sacayağı iki yüzyıldır farklı Marx okumalarına kaynaklık etmiştir. Ben bu farklı Marx okumalarının Marksizmi zenginleştirdiğine inananlardanım. Tek bir okumanın -yani dogmatizmin- açık bir ideoloji fakirleşmesi olarak algılanması gerektiğini düşünüyorum. Sonra bu konuya geleceğiz.

Ama şimdi bu üçlü sacayağını tek tek ele alıp Marksizm'deki farklı okumaların kaynağına inelim.

Devam edeceğiz...


Ferruh ERKEM

27.07.2011

Son Güncelleme Tarihi: 29 Temmuz 2011 15:46

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
28 Temmuz 2011 21:17

Ferruh

"Marksizm daha Marksizm olmadan bu yana zaten kendi içinde farklı okumalarla gelişen bir ideoloji. Marks'in kendisi için söylediği "benim için çok şey söylenebilir ama Marksist olduğum asla söylenemez" sözü sanırım 21. YüzYıl Marksistleri için kulağa küpe olacak sözlerdir. 19 yüzyıl'dan bu yana Marks okumaları her zaman çok farklı biçimlerde olmuştur."

Yazdığım yazıyla teorik düzeyde ilgilenmenize sevindiğimi söylemeliyim öncelikle. Yazıda kullandığım, yukarıya da aldığım alıntıyı yakın dönem okumalarımda iki ayrı yerde birden okuduğumu söylemeliyim. Bunlardan birisini sanırım altını çizmeyi atladığım için bulamadım, bulduğum zaman size ileteceğim. İkinci olarak bu alıntıyı İngiliz The Guardian gazetesinde toplam sekiz makaleden oluşan bir Marx dizisi yayınlayan ünlü İngiliz Marksisti Peter Thompson'ın "Marksizmin Sosyalist Düşünceye Hakim Olması" başlıklı yazısından aldım. Burada söz şu şekilde geçiyor: "...Kendi ekonomik teorilerinin özellikle bazı indirgemeci Fransız yorumlarını okuduğunda, Marx'ın bir defasında dediği gibi: "Bütün bildiğim bir Marksist olmadığımdır."

Gelelim bu alıntıyı özellikle kullanma nedenime: Farklı Marx okumaları içinde genellikle ağır basan, Ortodoks Marksist okumaların, bu okumaları dogmatizme vardıran bir kutsallıkla ele almalarıdır. Ne yazık ki çok uzun bir süredir, teoride tek bir modelleme üzerine giden ideolojik üretim, sosyalizm ideolojisinin giderek içinin boşalmasına, yaşamdan kopmasına ve günümüz koşullarına yanıt veremez duruma girmesine neden olmuştur. SBKP'nin Bilimler Kurulunun yıkımdan önce, uzunca bir süre bu durumu yaşadığını biliyoruz. Sosyalist ideolojinin eleştiriden uzak tutulmasının, canlı, kendini yenileyen bir organizma olmasına izin verilmemesinin bir sonucudur bu. İdeolojinin çözüldüğü/çöktüğü yer, ideolojiyi "üreten" iktidarın/yapının çok daha önceden çürümeye/çökmeye başladığı yerdir. Buradan Sosyalist Sistemin çöküşünün problematik sorunlarına kadar gidebiliriz.

Yeniden 19. Yüzyıla dönersek, ideolojinin indirgemeci bir mantıkla ve dogmatik bir biçimde ele alınmasına karşı Marx'ın söylediği bu söz, putlaştırıcı ve ideolojide kişi kültü yaratıcı tavra karşı bir tavır alıştır. 20. Yy'a pek örnek olduğu söylenemez. Umarım 21. Yy'a örnek olur ve sadece işçi sınıfına değil tüm dünya halklarına gereken bir ideoloji, yeniden günümüzün koşullarına uygun ve çok daha düzgün uygulanan bir model olur.

Umarım düşüncelerimi yeterli açıklıkla açıklayabilmişimdir.

Dostlukla,
Ferruh

27 Temmuz 2011 23:51

demokritos

"benim için çok şey söylenebilir ama Marksist olduğum asla söylenemez"... Marks'ın bu sözünü hangi yapıtından alıntıladığınızı; önündeki ve arkasındaki cümleleri ve bu cümleyi hangi amaçla söylediğini merak ettim.. Konuyu biraz açarsanız sevinirim...

Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.