Din ve siyasetin yollarını ayırmak ya da tersi -1 (Kürtajı okumak)

31 Mayıs 2012 00:12 / 1697 kez okundu!

 


Uygarlık yürüyüşünde insanlık,- her zaman olmasa bile çoğunlukla- despotizm ve insanın hakları doğrultusundaki gerilimin çözümlenmesi yönünde mücadeleye tanık olmuştur. Bu mücadele tarih boyunca, -despotik ve tüm- iktidarların iktidar olma süreçlerini daima elde tutma ve bu süreci insanı ve toplumu bir nesne olarak görme sürecine indirgeme anlayışını içinde taşır.

İnsanın ve toplumun mücadelesi, bu nesne olma sürecine bir itiraz, bir özne olma istemidir. Tarih boyunca egemenler tarafından daima dışlanan, ötekileştirilen ve altta tutulan “sınıflar”, gruplar ve insan toplulukları bu özne olma istemlerinin hep aktörleri olmuş ve “aşağıdan tarih” dediğimiz halkların tarihinin kurulmasında, egemenlerle hep karşı karşıya kalmışlardır. Denilebilir ki bu mücadele, iktidar sahiplerinin her zaman toplumun tüm yönetilen kesimleri üzerinde kurmak istedikleri hegemonyanın elde edilmesi ve bu hegemonyanın, gerek “zor” yoluyla ve gerekse “rıza” yoluyla gerçekleştirilmesi mücadelesidir.

Bu iki hegemonya oluşturma yöntemi arasındaki, yani “zor” ve “rıza” arasındaki farklılıklar yönteme dayalı farklılıklardır ve “zor”un uygulanmasında modern devlet’in bir baskı aygıtı olarak rolü, bu zor’un kullanılmasında düğümlenmektedir. “Rıza” ise, egemenlerin toplumu ikna etme yöntemlerinin ideolojik ve kültürel boyutunu içerir. Burada “din” olgusu, bu ideolojik rıza’nın oluşturulmasında en temel faktör olarak her zaman egemenler tarafından kullanılagelmiş, toplumun en alt kesimlerinin, dışlananların, ötekileştirilenlerin elinde ise onlara bir hak olarak tanınmayan, sadece oligarşik elitlerin kullandığı bir hak olan “siyaset yapma” için mücadele etme ve bu sayede özgürlüklerini genişletme ihtiyacı kalmıştır. Siyaset, ezilenlerin seçilmiş elitlere karşı özgürlüklerini genişletme mücadelesinde, kullanabilecekleri tek araç olma özelliğini hep korumuştur. Nasıl ki iktidarlar ayni siyaset aracını, toplumun en alt kesiminde yer alanlar için, onları iktidardan uzak tutmak için kullanılageldiyse.

Bu noktada karşımıza, iktidar sahiplerinin, toplumu “rıza” yöntemi ile boyunduruk altında tutmaya yarayan “din” olgusu ve bunun karşısında iktidarların iktidarlarını kendi özgürlükleri için sınırlandırmaya çalışan, yapabiliyorsa değiştiren bir mücadelenin aracı olarak “siyaset” olgusu. (Burada çok önemli bir olgunun altını çizmemiz gerekiyor, o da din olgusunun tarihsel gelişim çizgisi içindeki diyalektik karakteridir. Tarih boyunca dinin insan toplumları için ilk algılandığı biçim olan, dünyanın kavranışında kullanılan ideolojik biçimlerden olan bir inanç biçimi olduğu gibi, -bu ayni zamanda insanın varoluşu ile ilgili, ölümle ilgili ve yaşamın zorluklarına karşı “bir ilaç olarak (afyon)” ile ilgili bir olgu olduğudur. Bunun bir diğer yanı olan olgu ise, bu inanç biçimini egemenlerin kendi iktidarlarını sürdürmenin, yönetilenlerin “rıza”larını sağlamaya ve kendi ideolojik egemenliklerini sürdürmeye yarayan bir olgu olarak kullanılageldiğidir.) Bizim burada kullandığımız anlamıyla din olgusu bu ikincil, yani bir ikna biçimi olarak din olgusuna yöneliktir. Bu iki dine ait yönün birbirine karıştırılması, indirgemeci bir anlayışa karşılık gelir ve siyasette doğuracağı temel sonuç, kaba bir değerlendirme olması, bilimsel yöntemin mekanist bir anlayışa kurban edilmesidir. Bu da bir ayrım yapmadan ittifaklar cephesini daraltmak sonucunu verecektir.

Din’in bu ikincil anlamı ile özgürlükler için siyasetin yan yana getirilmesinin, doğal olarak birbirine karşı konumlanan iki gerilim unsurunun yan yana getirilmesinden bir farkı yoktur. Ortaçağın, özellikle bir bölümünde var olan “dinsel despotizm” ile siyasetin ayni olduğu dönem, Avrupa’nın acılar içinde geçen döneminin tanığıdır. Feodalizmin ideolojik kurumları olarak kabul edilen “din ve aile”, kapitalizmde “okul ve aile”ye dönüşmüş, din ve siyasetin birlikteliği, “dinsel despotizm” dönemine bir meydan okuyuş olan Aydınlanma aklı ile din ve siyasetin ayrılışı gerçekleştirilmiştir. Siyasetin sekülerleştirilmesi olarak bilinen bu süreç ayni zamanda devletin laikleştirildiği bir süreç olarak da biliniyor. Aydınlanma felsefesi bilimsel aklın kurucu süreci olarak adımlarını attıkça elbette ki yine diyalektik bir süreç olarak, kendi karşıtı bir ideolojinin de ortaya çıkmasına ve kendi gelişimine paralel olarak, ortaya çıkan o ideolojinin kurucu düşüncelerinin oluşmasına neden olmuştur. Bu ideoloji de bildiğimiz “Muhafazakarlık”tır.

Muhafazakarlık düşüncesinin gelişmesinde, ilk ortaya çıktığından itibaren, gerek ortaya çıkan toplumsal olayların ve gerekse Aydınlanma felsefesinde meydana çıkan gelişmelerin büyük etkisi olmuştur. Anlaşılacağı gibi bu ideoloji, tamamen bir tepki ideolojisi olmuş ve kendini Aydınlanma’ya göre konumlandırmış, kendi içinden çıkan farklılaşmanın kaynaklarını da Aydınlanma düşüncesinin kendi içinde oluşan farklılaşmalarda bulmuştur. Liberal Muhafazakarlık ve Otoriter Muhafazakarlık olarak adlandırılan iki temel ayrımda, muhafazakarlığın iki farklı yaklaşımını bulmak mümkündür. Birinci olarak, geleneklere, eskiye, değerlere, değişmezliğe, aileye, yaşamın kutsallığına duyulan bağlılık, -gerektiği zaman ve gerektiği kadar ön ekleriyle- değişimi kabul etmeyi de içerecek şekilde kendini kurar. Kabul, her zaman bilimsel aklın, tanrı düşüncesini, yani tek korucuyu dışta bıraktığı gerekçesi reddiyle sınırlıdır. Gelenekler, değerler ve aile bu ideolojinin yaşamsal anlamını bulduğu değerleridir. Bu yaklaşım değişime ihtiyatlı yaklaşım olarak da değerlendirilebilir. Muhafazakarlığın ikinci unsuru ise Otoriter Muhafazakarlık dediğimiz, muhafazakarlığın militan kabulüdür. Özellikle, -devrime tümden karşı olmakla birlikte- 1789 Fransız devrimi’nin ikinci kısmında, Despotik Aydınlanma denilen bölümünde ortaya çıkan teröre karşı kendini oluşturmuş, her türlü değişime, bu değişimleri ortaya çıkaran devrimlere kökten karşı olan, bunlara karşı mücadelenin militan anlayışına sahip olan bu grup, monarşi konusunda da ödün vermez bir savunucu konumundadır. Mutlak Monarşizm’i kurum olarak, otoriterizmi ise bu kurumun değişime, yeniliğe hiçbir ödün vermez bir yöntemi olarak savunan bu düşünce tarzı, günümüzün tutucu, gerici sıfatlarıyla anılan kesiminin düşünsel atalarını oluşturur. Değişimden korku, bu düşünce tarzının en temel unsurudur. Liberal Muhafazakarlar’da ise monarşizm savunulan bir kurum değil, artık tarihin sayfalarında geriye kalmış bir kurum olarak değerlendirilmektedir. Bu iki muhafazakarlık anlayışı içinde Otoriter Muhafazakarlığı günümüzün Yeni Muhafazakarlığı olarak değerlendirmek, sanırım yerinde olacaktır.

“devam edeceğiz”



Ferruh ERKEM

30.05.2012


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.