Yoldaşını Öldürmek
04 Aralık 2021 12:20 / 655 kez okundu!
"Aytekin Yılmaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Yoldaşını Öldürmek3], tanıklıkları yazma eyleminin süzgecinden geçiren ve bambaşka varoluş imkanlarını mümkün hale getiren bir eser. Foucault’nun Raymond Roussel’a ithafen aktardığının aksine “Yoldaşını Öldürmek” yazarın ilk kitabı değil; ancak okuyucuya bambaşka bir varoluş biçimini işaret etmesi bağlamında Türkiye’de devrimci-sosyalist örgütlülüğün şiddet anatomisine dair bir ilkin kitabı..."
Alparslan Has'tan Aytekin Yılmaz'ın yeni kitabına dair deneme yazısı... >>>>>
****
Devrimin Boğulduğu Labirentler: “Yoldaşını Öldürmek” Üzerine Bir Deneme
Tanıklık ve Yazarın Dönüşümü
“Raymond Roussel ilk kitabı yayınlandığının ertesi sabahı herkesin onun bir kitap yazdığını bildiğinden hareketle etrafında bir aura oluşacağını düşünmüştü. Bu durum, kitap yazan herkesin hissettiği anlaşılması güç bir arzudur. Gerçek olan şudur ki, yazılan ilk metin ne başkaları ne de yazarın kendisi için kaleme alınmıştır; kişi, kendisinden başka bir kimseye dönüşmek için yazar. Yazma eylemi vasıtasıyla kişi, esas olarak kendi varoluşunu dönüştürmeye yeltenir.” Michel Foucault[1]
Michel Foucault, “Raymond Roussel: Ölüm ve Labirent” kitabında, yeni bir varoluşun inşa edilişinde yazma eyleminin bireysel ve toplumsal işlevini bu sözlerle okuyucuya aktarır. Yazmak, yazan bireyin yaşamla ve kendi varoluşuyla farklı bir ilişkilenme biçimini mümkün kılmaktadır. Yazmak, yalnızca bir temsil aracı değildir; hatta bir araç değildir. Yazmak, bireysel ve toplumsal yaşanmışlıklarımıza yönelik bakış açımızı radikal bir düzlemde dönüştüren, varoluşumuz ile yeni ilişkilenme biçimlerini imkanlı hale getiren bir eylemdir. Evet; Roland Barthes’ın “yazarın ölümünü”[2] duyurduğu gibi belki “yeni” bir söz söylemek artık imkansızdır; ancak yeni bir söz aslında hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Metinler, yaşanmışlıkların dil ve söyleme dökülebilmesi için sınırsız ihtimalleri gündeme getirirken yazmak; bireyin sabit, homojen, eylemsiz kimliklerden taşarak sınırsızlaşmasına uygun alan açmaktadır. Hele ki söz konusu olan, bir tanıklığın metniyse.
Aytekin Yılmaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Yoldaşını Öldürmek[3], tanıklıkları yazma eyleminin süzgecinden geçiren ve bambaşka varoluş imkanlarını mümkün hale getiren bir eser. Foucault’nun Raymond Roussel’a ithafen aktardığının aksine “Yoldaşını Öldürmek” yazarın ilk kitabı değil; ancak okuyucuya bambaşka bir varoluş biçimini işaret etmesi bağlamında Türkiye’de devrimci-sosyalist örgütlülüğün şiddet anatomisine dair bir ilkin kitabı. Yılmaz’ın ilk kitabı Labirentin Sonu: İçimizdeki Hapishane[4] 2002 senesinde yine İletişim Yayınları tarafından basılmış, 2012 senesinde ise ikinci baskısı yapılmıştı. Yazarın, gerilla mücadelesinde yaşanan trajik yarıda kalmışlıkları konu eden ilk romanıDağbozumu, 2011 senesinde Doğan Kitap tarafından yayınlanmıştı. 1992 ila 2001 yılları arasında çeşitli cezaevlerinde mahpus bulunan yazar, 2003 senesinde Mahsus Mahal Derneği girişiminin kuruluşunda öncülük etmiş ve girişim 2008 senesinde resmen dernek statüsüne geçmişti. Mahsus Mahal Derneği, hapishanelerde sanat ve edebiyat etkinlikleri ile eski mahpusların topluma entegrasyonu üzerine projeler gerçekleştirmişti. Dernek çatısı altındaki projeler kapsamında 2007 senesinden itibaren Mahsus Mahal Hapishane ve Edebiyat Dergisi’nin hazırlanmasına öncülük eden Yılmaz, her açıdan atıl durumda bulunan ve toplumdan izole edilen hapishanelere edebiyat ve sanatı dahil ederek pek çok mahpusun hapishanelerde yazar olma serüvenine imkan sağlamıştı. Bugün çeşitli projelerle bir sivil toplum örgütü olarak Mahsus Mahal Derneği faaliyetlerini sürdürürken, bugüne kadar 21 sayı basılan Mahsus Mahal Dergisi de yayın faaliyetlerine devam ediyor.
Şüphesiz ki bir yazarlığın kronolojisi, okuyuculara yazarın geçmişten bugüne taşıdığı edebi üslup ve tematik yaklaşımları açısından bütünsel bir algı sunar. Metinler yazarın kim olduğu, hangi toplumsal sınıfa mensup olduğu ve ne türden deneyimler yaşadığı bağlamında okuyucuya, C. Wright Mills’in meşhur tabiriyle birsosyolojik muhayyile[5] imkanı tanır. Bu açıdan yazarlık süreci, bir taraftan yazarın öznelliğinin metne aktarıldığı otobiyografik bir bütüne de işaret eder. Otobiyografi alanında çalışmalarıyla bilinen akademisyen Philippe Lejeune’ün vurgulamış olduğu gibi, metnin yazarın öznelliğiyle kesiştiği bir anlatı üslubuyla mümkün kılınan ve anlatının temel gidişatını oluşturan “otobiyografik-ben”[6], yazarın eserleri arasında yegane bir merkeze sahip olmaktan ziyade, kronolojik bir metinsellik dahilinde yeniden üretilir.
Yılmaz’ın yazarlık kariyeri boyunca özellikle Labirentin Sonu ve Yoldaşını Öldürmek kitaplarında kendisini belli eden otobiyografik-ben, yazarın dert edindiği toplumsal ve bireysel problemlerin metne dökülmesi ve bu dert edinmelerin okuyucu tarafından tutarlı bir biçimde algılanması için son derece dikkat çekicidir. Otobiyografik-ben yalnızca okuyucuya yazar hakkında bilgi sunmakla kalmaz; aynı zamanda yazarın dert edindiği konuların okuyucu tarafından duyumsanabilmesi için de uygun bir alan açar. Metni şekillendiren otobiyografik aracılar, bir başka deyişle, yazarın tanıklığı ekseninde dile dökülen yaşanmışlıklar, okuyucunun yaşanmışlıklarla kurgusal değil, gerçeğe dokunan bir düzlemde etkileşmesini sağlar. Yazarın ve okuyucunun ortak bir düzlemde, metinsellik vasıtasıyla beraberce dönüşebildiği bir yaşam deneyimi bu şekilde mümkün olmaktadır.
Devrim, Ölüm ve Labirent
Yılmaz’ın Yoldaşını Öldürmek kitabına dek taşımış olduğu yazarlık serüveni, Türkiye’de devrimci-sosyalist örgüt pratiği etrafında şekillenen deneyimlerin farklı bir bakış açısıyla yeniden yorumlanması bağlamında bütünsellik içeren metinsel bir çabaya işaret ediyor. Bu serüven boyunca hapishaneler, Yılmaz’ın sorunsallaştırdığı konuların başında geliyor. Labirentin Sonu kitabı; Dev-Sol, PKK, DHKP-C, TİKKO, MLKP gibi devrimci-sosyalist örgütlerdeki egemen söylem ve pratiğin dışına çıkarak, hapishane olgusuna alternatif bir bakış açısından yaklaşıyordu. “Hapishaneler toplumların zuladaki resimleridir” diyordu Yılmaz; “hapishaneler, arada sırada ceplerden çıkarıp bakmaya bile cesaret edilemeyen, duvarlar arasına hapsedilmiş dünyalardır”. Labirentin Sonu, otobiyografik bir anlatı ve bir tanıklık olarak bu hapsedilmiş dünyaların keşfedilmeye cesaret edilemeyen yaşanmışlıklarına ışık tutuyordu.
Yılmaz’a göre devrimci-sosyalist külliyat dahilinde hapishaneler, devrimci bir güzellemenin nesnesi olarak öne çıkmaktaydı. Devletin resmi ideolojisine direnç gösteren devrimci-sosyalist örgütler, 1990’lı yıllar boyunca hapishanelerde oluşturmuş oldukları korunaklı alanlar vasıtasıyla devrimci bir yaşam tarzını gerçekleştirme ve en temelinde de devlet şiddetine karşı hayatta kalma çabası sergilemişlerdi. Bu doğrultuda hapishanelerin toplumdan izole edilmiş duvarları arasında yaşamla yeni ilişkilenme biçimleri ortaya çıkmıştı. “Siyasi mahpusluk” üzerine inşa edilen bu yeni öznellikler, Yılmaz’a göre devrimci-sosyalist söylem dahilinde güzellemeler ile söyleme dökülüyor ve bir gün gerçekleşecek olan devrime yönelik öncü yaşamı müjdelediği iddiasını taşıyordu. Ne var ki Yılmaz’ın “içimizdeki hapishane” olarak tanımladığı yaşanmışlıklar bütünü, devrimci bir öncü yaşam pratiği dahilinde bambaşka bir resme işaret ederken, zulüm ve dışlanma, bu resmin merkezinde yer alıyordu.
Labirentin Sonu ile Yılmaz, mahpusluğa dair tanıklıklarını metne dökerken, devrimci örgütlenmenin hapishanelerde kendi egemen söylemini nasıl geliştirdiğini, bu egemen söylem çerçevesinde “aykırı” olarak kodlanan davranışlar sergilediği iddia edilen diğer devrimci bireylerin nasıl dışlandığını, katledildiğini ve hapishane içerisinde ayrı bir hapishanenin maddi ve manevi boyutlarıyla nasıl inşa edildiğini anlatıyordu. Ranzalarına tutuşturulan bir örtü ile koğuştan izole edilerek “uygulamaya alınan” bireyler, neo-Marksizm külliyatına veya devrimci güzelleme içermeyen herhangi bir romana merak sardığı için “burjuva kişiliği geliştirmekle” suçlanan devrimciler, televizyon kumandacısının dahi belirlenmiş bir görev ile sorumlu olarak tanımlandığı ve ondan başka hiç kimsenin inisiyatif alamadığı aşırı bir kolektivizm dahilinde sindirilen bireysellikler, farklı bir devrimci kişiliğin mümkün olduğunu ifade ederken dışlanan ve “bağımsızlar” olarak hapishane yaşamına devam ederken türlü işkencelere ve katliamlara maruz kalan kimseler, hapishane içindeki hapishaneye dair tanıklıkları ve esas olarak öteki yaşanmışlıkları oluşturuyordu.
Devrimci mahpuslar, gerek devlet gerekse örgüt tarafından iki türden bir dışlanma ve baskıya maruz kalabiliyordu. Devletin dışlama mekanizmaları devrimci mahpuslar için zaten tanıdık bir olguydu; bireyleri esas hayal kırıklığına uğratan ve travmatize eden baskı ve şiddet, örgütlerden gelendi. Örgütsel şiddet ve dışlanma sarmalı dahilindeki yaşanmışlıkları dayanılmaz kılan ise onların söze dökülmeyişleri, görünür ve bilinir kılınmayışlarıydı. Egemen kılınan devrimci söylemin etkinliğini sürdürebilmesi pahasına görünmez kılınan bu yaşanmışlıkların sessizleştirilmesi ise, zalim ve zulüm olgularının yeniden düşünülmesini gerektiriyordu. Yılmaz’ın “her örgüt, henüz iktidar olamamış bir devlettir” sözünden hareketle devrimci söylem ve pratik de pekala devletleşebilir, zalimleşebilir ve kendi zulüm mekanizmalarını işlevli hale getirebilirdi. Dolayısıyla eleştiri, devlet vs. devrimci pratik gibi ikili ve sabit bir eksenden çıkarılıp, insani ve özgürlükçü bir zeminden hareketle ve bugüne dek bize görünür ve bilinir kılınan egemen her türlü söylemin dışına çıkarak geliştirilebilirdi. Yılmaz’ın, mahpusluk sürecinin sonlanmasının hemen ardından kaleme almış olduğu Labirentin Sonu, devrimci-sosyalist örgütlenmenin egemen söylem alanının dışında kalan yaşanmışlıklara tanıklık etme ve bu tanıklıkların metne dökülmesi noktasındaki çabasının ilkine işaret etmekteydi.
Yoldaşını Öldürmek: Boğulan Devrim
Labirentin Sonu, devrimci bir hayal kırıklığının romanı olarak değerlendirilebilecek bir eser. Yılmaz’ın, Dev-Sol, PKK, DHKP-C, TİKKO, MLKP gibi örgütlere mensup bireylerin hapishane ve kırsalda infaz edilme tanıklıklarını anlattığı ve “yarı yolda kalmış bütün romantik devrimcilere” ithaf ettiği Yoldaşını Öldürmek ise,Labirentin Sonu eseriyle açılan bu yeni söylem alanından hareketle bir tamamlayıcı olarak okunabilir.Labirentin Sonu, yazarın cezaevinden çıkışı akabinde tanıklığını yazma ihtiyacını daha yoğun bir şekilde hissettiren ve bu açıdan kişisel bir tanıklığa yaklaşan bir eser iken, Yoldaşını Öldürmek, yazarın da mevcut bulunduğu çeşitli yaşanmışlıkların sınırları keşfeden, kolektif bir tanıklığın metni olarak dikkat çekiyor.
Kitap Ömer Laçiner’in yazmış olduğu Sonsöz ile birlikte 15 kısımdan oluşuyor. Yazarın cezaevindeki mahpusluk süreciyle başlayan “Giriş Kapısı” kısmıyla başlayan kitap, yazarın cezaevinden çıkışını ve kitap boyunca aktarılan tanıklıkların analitik bir muhasebesini yaptığı “Çıkış Kapısı” kısmıyla sonlanıyor. Kitap boyunca cezaevlerinde ve dağda örgüt tarafından gerçekleştirilen infaz eylemlerini aktaran yazar, aynı zamanda infazların güncel izdüşümlerini takip ederek, katledilen bireylerin yakınlarıyla görüşmeler gerçekleştiriyor. Kitabı alışılagelmiş bir tanıklıktan farklı kılan bir nokta olarak Yılmaz, araştırmacı bir gazetecilik titizliğiyle, örgütün infazları sonucu yaşamı son bulan bireylerin yaşadıkları acı dolu süreçlere tanıklık eden kimselerin ifadelerini de metne yansıtıyor. 1990-1999 arası hapishanede Dev-Sol, PKK, DHKP-C, TİKKO, MLKP gibi örgütler tarafından infaz edilenlerin de bir listesini oluşturan ve bunu kitabın sonuna ekleyen yazar, böylelikle yaşanmışlıkların bir kitap aracılığıyla gerek duyumsanmasını gerekse tarihselleştirilmesini sağlıyor. Yılmaz’ın aktardığı rakamlara göre 1990-1999 arasında infaz edilen toplam 36 kişi mevcutken, bu süreçte cezaevi dışında yapılan örgüt içi ve sivil infazların sayısı 1030. Özellikle hapishanelerdeki infazlara dair rakamların bugüne dek hiçbir şekilde tutulmadığı ve kayıt altına alınmadığı düşünüldüğünde, Yılmaz’ın çabası ölümlere dair bir farkındalık geliştirmek için son derece hayati bir önem arz ediyor.
Yazar kitap boyunca örgütler tarafından infaz edilen Osman Tim, Şimel, Şerif Mercan, Sorgul vb. bireylerin hikayelerini anlatırken, aynı zamanda bu yaşanmışlıkların kesişim noktalarında kendi hikayesine de dönüşler yapıyor. Kronolojik bir üslupla ilerleyen anlatının, kısımlar dahilinde bu türden geri dönüşlerle donanması anlatıyı zamansal açıdan dinamik kılan önemli bir unsur. Örgütler tarafından infaz edilen bireylerle yazarın deneyimlerinde ortak bir nokta olduğu hissi uyandıran bu üslup çerçevesinde, anlatı boyunca otobiyografik-ben doğrultusunda ilerlerken, bir yandan da yazarın devrimci tavrını ve devrime olan inancını zedeleyen infaz hikayeleri okuyucunun dikkatine sunuluyor.
Kitap boyunca aktarılan yaşanmışlıklardan, örgütlerin şiddetli ve haksız uygulamalarına maruz kalan çok sayıda bireyden biri olan PKK mensubu Sorgul’un yaşadıkları, örgüt içi şiddeti gözler önüne sermesi ve yazarın bu türden tanıklıkları bir araya getirmeye yönelik motivasyonunu ortaya koyması açısından son derece önemli. Gerilla olmak için büyük istek gösteren, sonrasında cezaevine giren ve bu süreçte polis sorgusu ve işkencesi altında çözülmeyen Sorgul, direnişçi ve azimli kişiliğiyle öne çıkar. Sorgul’un direnişi, o dönemde örgüt içerisinde bir kahramanlık öyküsü olarak yayılır ve devrime inanan bireyler için ciddi bir motivasyon kaynağı oluşturur. Bu süreçte Yılmaz’ın örgüte eleştirel tespitlerinden de haberdar olan Sorgul, “örgüte muhaliflik yapıyormuşsun Heval, şimdi bunun zamanı mı?” şeklinde yazarı uyarır. Bu durum Sorgul’un örgüte son derece kuvvetli bir bağlılık geliştirdiğini gösterir. Yaklaşık dört ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen Sorgul, yeniden dağların yolunu tutar. Yılmaz başka bir hapishanedeyken Sorgul’un infaz edildiği bilgisini alır ve büyük şaşkınlık yaşar. “Sorgul’a nasıl kıydılar” diye soran yazar, cezaevinden çıkmasının akabinde Sorgul’un akıbetini araştırır. Örgütle ilişkili çeşitli bireylere Sorgul’un başına gelenleri soran yazar, tatmin edici bir yanıt bulamazken, örgüt içi infazların bilinmezliğe hapsedilen dinamiklerini keşfeder. Yıllar sonra Sorgul’un hakkında bilgilere ulaşan Yılmaz, Sorgul’un direnişçi, inatçı ve eleştirel kişiliğinin örgüt içinde kendisi için birtakım sorunlara yol açtığını fark eder.
Örgüt yönetimi tarafından psikolojik sorunları olduğu öne sürülerek kamp hapishanesinde tutulan Sorgul, “örgüt içinde tasfiyecilik geliştirme, kadın yapısını partiye karşı kışkırtma” gibi suçlamalara maruz kalır. Sorgul ve onunla birlikte diğer iki kadın gerillaya idam kararı verilmesinin akabinde bu karar uygulanmazken, Sorgul için son bir fırsat sunulur. Sorgul ise örgütün erkek-egemen pratiklerini eleştirmeyi sürdürür; örgüt içinde devletten farksız olan bir erkek-egemenliğinin bulunduğunu, kadınlar kolaylıkla mahkum edilirken erkeklere yönelik bir ayrımcılığın uygulandığını yüksek sesle dile getirir. Eleştirileri üzerine parti merkezi tarafından ciddi bir tepki gören Sorgul, “bu eleştirileri yapan birinin normal olamayacağı” iddiasıyla “psikolojik hasta” olarak bir kez daha tanımlanır. Yol arkadaşlarının “kaç kurtul” telkinlerini dikkate almayan ve direnişine devam eden Sorgul, ilerleyen süreçte bir kez daha tutuklanır ve ajanlıkla suçlanır. Yılmaz’ın aktardığı üzere, “kamp yönetimine göre, Sorgul devlet tarafından saflara gönderilmiş, parti ortamını yıpratmaya yönelik faaliyetler yapan bir ajandır” ve ajanlık söylemi üzerinden Sorgul bir düşman ve bir öteki olarak inşa edilirken, infazına meşru bir zemin hazırlanmaktadır. Sorgul’un infaz kararı parti merkez yönetimi tarafından Abdullah Öcalan’a gönderilir; Öcalan da, Sorgul için, “Evet, ortamı bozmak isteyen bir ajan olabilir!” der. Yazara göre idam kararını onaylayan Öcalan, Sorgul’un hayatta görmek ve dokunmak istediği bir hayalidir.
1997 yılının bir sonbahar günü Güney Kürdistan’ın Karadağ bölgesinde gerçekleştirildiği ifade edilen infaza giden süreçte Sorgul’un yaşadıkları, örgüt içi şiddet pratiklerinin insani, vicdani ve devrimci sınırları aşan ürkütücü boyutlara ulaştığını gösterir. Yılmaz, Sorgul’un infazını araştırırken infaza giden sürece tanıklık eden bireylerin anlatılarına da metinde yer verir. Yazarın olay üzerine konuştuğu eski bir gerilla komutanı olan Dursun Ali Küçük de Sorgul’un idamını gerektirecek herhangi bir durum olmadığını, devrime bağlı bir kimse olarak örgüte yerinde ve haklı eleştirilerde bulunduğunu ancak onu ölüme götüren büyük baskılara maruz kaldığını belirtir. Dursun Ali Küçük’e göre Öcalan ve yöneticiler hakkında olumsuz konuşan kimseler hemen infaz edilmektedir ancak Sorgul’un “psikolojik sorunları” olduğu kanısıyla infazı ertelenmiştir. Parti yönetimi tarafından kurulan infaz mahkemelerinde sanık pozisyonundaki bireyin kendini savunma hakkının olmadığını, bu hakkın ancak 2003 senesinde sağlandığını belirten Küçük’e göre, savunma hakkı çıkmasına rağmen bu sistemli bir şekilde uygulanmamıştır. Dönemin yöneticilerinin erkeklerden oluştuğunu belirten Küçük, bu dönemde kadınların daha fazla cezalandırıldığını da sözlerine ekler.
Yoldaşını Öldürmek kitabında aktarılan çeşitli hikayelerden Sorgul’un hikayesi farklı açılardan değerlendirildiğinde büyük önem arz ediyor. Öncelikle Sorgul bir kadın devrimci olarak örgüt içi dinamiklerin toplumsal cinsiyet açısından nasıl işlediğini gören ve buna yönelik eleştirilerde bulunan bir olarak öne çıkıyor. Sorgul’un eleştirel tavrı, örgüt içinde etkin bulunan erkek egemenliğinin ulaşmış olduğu boyutları göstermesi açısından anlamlıdır. Diğer yandan bakıldığında Sorgul’un yaşanmışlığı, “devrim” olgusunun nasıl farklı açılardan tanımlandığına dair son derece açıklayıcıdır. Sorgul, örgütün kuramsal ve pratik olarak çizmiş olduğu perspektif dahilinde “devrimci kişiliğin” tüm gereksinimlerini yerine getiren bir bireydir. Gönüllü bir şekilde dağın yolunu tutan, polis sorgusunda çözülmeyen, arkadaşlarını yarı yolda bırakmayan, bulduğu her imkan dahilinde son ana kadar mücadelesini ve devrime olan inancını sürdüren, parti yönetimine karşı herhangi bir ölçüsüz davranış sergilemeyen, Öcalan’a hayranlıkla bağlı olan, hatta yazarın örgütü eleştirel çıkışlarına tepkiyle yaklaşan bir kadın olarak Sorgul’u ölüme götüren tek niteliği, onun bireysel bir tavır ortaya koyabilmesi ve eleştirel düşünmesidir. Emir komuta zinciri altında militarist bir yapılanma doğrultusunda eleştirel düşünmenin yasaklandığı, bu türden eylemler gerçekleştiren bireylerin “deli” olmakla suçlanarak dışlandığı, izole edildiği ve karar verme mekanizmalarında erkek egemenliğinin mevcut bulunduğu totaliter bir yapılanma dahilinde Sorgul, yazara göre tam olarak da eleştirel düşünebildiği ve bireyselliğini ortaya koyabildiği için bir devrimcidir. Ancak gerek bireysellik, gerekse eleştirel düşünce, devrim için dahi olsa hoş görülmediği için Sorgul infaz edilir.
Sorgul’un ve kitabın kısımlarına konu olan diğer tüm devrimcilerin infazıyla beraber, yazarın metnin ilerleyen kısımlarında Devrim kod adlı Şerif Mercan’ın yaşanmışlığında altını çizmiş olduğu üzere; Dev-Sol, PKK, DHKP-C, TİKKO, MLKP gibi farklı örgütsel mekanizmaların söylem ve pratikte inşa etmiş oldukları “devrim boğulmuştur”. Osman Tim’in, Şimel’in, Sorgul’un, Şerif Mercan’ın ve kitabın anlatısına dahil edilen nicelerinin infazında aktarıldığı üzere Yoldaşını Öldürmek “devrimin nasıl boğulduğunun” bir anlatısıdır. Yazarın bakış açısından çıkan ve otobiyografik-ben etrafında örülen bu anlatı, bir yandan yazarın öznelliğini ortaya koyarken, diğer yandan infaz edilen ve trajik yaşanmışlıkları tamamen sessizliğe gömülen devrimcilerin tanıklığına dokunmakta, bu açıdan “devrim için yarı yolda kalmış yoldaşların” kolektif bir seslenişini mümkün kılmaktadır. Foucault’nun Raymond Roussel’a atıfla izah ettiği gibi metnin, yazarı farklı devrimci öznelliklerle ilişkilenerek dönüştürdüğü ve kolektif bir ses haline getirerek başkalaştırdığı nokta tam olarak da burasıdır.
Devrimci Labirentin Sınırlarını Keşfetmek
“Sorgul’un izini sürerek aslında geçmişimi arıyordum” der Yılmaz; Sorgul’un nasıl öldürüldüğünün izini sürerken aslında bu arayış, yazarın kendi devrimci yaşanmışlıklarına yönelik bir arayışa da işaret eder: “İnsanın geçmişi hep peşinden gelirmiş. Başkalarının geçmişini bilemem ama benimki biraz böyle oldu. Bunun farkına erken vardım sanırım. Bu yüzden de geçmişimden kaçmak, saklanmak yerine, onunla barışmak, tartışıp her şeyi yerli yerine koymak daha olması gerekendi sanırım.” Yazma eylemi, böylesine kişisel bir ihtiyaçtan çıkar ve kolektif bir tanıklığa dönüşür: “Tam da öyle yaptım. Yazmak bunlardan biriydi. Yazdıkça kamburlarım düzeldi dersem abartmış olmam sanırım.” Yılmaz’ın Labirentin Sonu’ndan Yoldaşını Öldürmek’e dek taşıdığı yazarlığı, devrimi dert edinmeyi ve devrimin farklı bir şekilde mümkün olabileceği ihtimalini kuvvetle hissettirir. Foucault’nun Roussel’ın edebiyatını yazarlık üzerinden sorunsallaştırması ve bu bağlamda “ölüm” ve “labirent” ifadelerini kullanması tesadüf değildir; Yılmaz’ın yazarlığında dert edindiği devrimin labirenti de her köşe başında ölümün dayanılmaz acılarını geride bırakan ve tanıklığı imkansız kılan yok oluşlarla örülüdür. Örgüt içi infazların sessizliğe hapsedilerek hapishane içinde hapishanelerin inşa edildiği yaşanmışlıkların metinsel dışavurumu, devrimsel pratiğe dair alternatif bir tarihselliği mümkün kıldığı gibi, bir yandan da Giorgio Agamben’in Auschwitz’den Artakalanlar’da[7]tartıştığı üzere “ölümüne tanıklık etme imkanı bulunmayan bireylerin tanıklığı” oluverir. Söz konusu tanıklık Kürtlerin yaşadığı sorunların barışçıl çözümünün tartışıldığı, demokratik ve açık bir toplum olma sürecinde son derece önemlidir. Walter Benjamin’in[8] ifade ettiği gibi bir anlatı olarak tarih, her vakit egemenlerin tarihi olagelmiştir ve bugün Türkiye’de vakit, karanlığa gömülen yaşanmışlıkların aydınlatılmasının vaktidir. Gerek devlet, gerekse örgütün ve bu yapılarla kendisini özdeşleştiren bireylerin, barış sürecinde kendi içlerine dönmeleri ve egemen anlatıları aşındırmaları gerekmektedir.
Ölüm tanıklıklarının görünür kılınması, Türkiye’de etkin olan sosyalist-devrimci pratiğin geçmişine ilişkin kapalı kapıların aralamanın yanı sıra, sosyalist-devrimci aktivizmin geleceğine belirli bir yön çizilmesi noktasında da anlamlıdır. Yılmaz’ın aktardığı tanıklıklar, sosyalist-devrimci hareketin egemen söylem sınırlarını da belirginleştirmekte ve bu sınırların çoğu zaman, hareketlerin kendilerini karşıt konumlandırdığı devletin söylem ve eylemleriyle örtüştüğü gözlemlenmektedir. Belirli bir ülkü uğruna insan yaşamının sonlandırılmasını meşrulaştıran söylemler ile bireysellikten ziyade kolektif bir bütün halinde hiyerarşik güç ilişkilerini normalleştiren bir mevcudiyet vurgusu, örgütleri ortodoks ve heterodoks söylemlerin gerilimleri çerçevesinde şekil bulan bir iktidar alanı olarak meydana getirmekte ve bu açıdan devlet aygıtına yakınlaştırmaktadır. Örgütlerdeki aşırı merkeziyetçi yapının varlığı tespit edilmekte, tıpkı Türkiye’deki devlet aygıtında etkin olduğu gibi aşırı merkeziyetçiliğin, özellikle adalet olgusunun hegemonik bir söylem dahilinde kurumsallaştığı hiyerarşik güç yelpazesinin yukarısında konumlanan gruplar için bir avantaj oluşturduğu ve karşısında infaza kadar sürüklenen dezavantajlı gruplar yarattığı fark edilmektedir. Yılmaz’ın tanıklığı ve örgütsel söylem ve pratiğe eleştirel yaklaşımı göstermektedir ki esas eleştirilmesi gereken örgüt veya devlet aygıtları değil, iktidar olgusunun bizatihi kendisidir. Yılmaz, tüm bu eleştirel dinamiği harekete geçirirken, bir yandan “devrimci” kişiliğinde de ısrarcıdır. Yoldaşını Öldürmek, devrimsel yöntemin de yeniden tanımlanması gerekliliğinin altını çizmektedir. Yılmaz’ın, örgütler tarafından infaz edilen bireylerin tanıklığıyla kesişen anlatısı bizlere devrimin, hiyerarşik güç ilişkilerinden arınmış, egemen söylem alanı oluşturmaktan imtina eden, katılımcı ve bireyselliğe önem veren bir düzlemde yeniden tanımlanması ihtiyacına işaret etmektedir. Yılmaz’ın tabiriyle bu yeni devrimsellik, “romantik” olduğu kadar, özgür ve demokratik bir geleceğin inşası için de bir gereksinimdir.
Sonuç olarak devrimci bir labirentin sınırlarını ustaca kurgulanmış bir metinsellikle keşfeden Yoldaşını Öldürmek, devrime dair sessizliğe boğulmuş farklı öznelliklerin kapısını aralayarak egemen anlatıların aşındırılmasına katkı yapmakta; özgür ve demokratik bir toplum ve devrimci eylemler setinin ancak ve ancak kendi içimize dönüşleri gerekli kılan bir özeleştiriyle mümkün olabileceğini göstermektedir.
[1] Michel Foucault (1987) 'An interview with Michel Foucault by Charles Ruas'. Death and the Labyrinth: The World of Raymond Roussel içinde. Çev. C. Ruas. London: The Athlone Press, s.182.
[2] Roland Barthes (1977) “The Death of the Author.” Image - Music – Text içinde. Ed. ve çev. Stephen Heath. New York: Hill and Wang. ss. 142-148.
[3] Aytekin Yılmaz (2014) Yoldaşını Öldürmek. İstanbul: İletişim Yayınları.
[4] Aytekin Yılmaz (2012) Labirentin Sonu: İçimizdeki Hapishane. İstanbul: İletişim Yayınları.
[5] C. Wright Mills (1959) The Sociological Imagination. Oxford: Oxford University Press.
[6] Philippe Lejeune [1973] (1989) "The Autobiographical Pact", Eakin, P.J. (ed.) On Autobiography içinde. çev. K. Leary, University of Minnesota Press, Minneapolis, ss. 3–30.
[7] Giorgio Agamben [1998] (2010) Auschwitz’den Artakalanlar: Tanık ve Arşiv. Çev. Ali İhsan Başgül. Ankara: Dipnot Yayınları.
[8] Walter Benjamin (2001) "Tarih Kavramı Üzerine", Son Bakışta Aşk içinde, der. Nurdan Gürbilek. İstanbul: Metis, 39-49.
birikimdergisi.com
30.08.2014