'Matbuat kâmilen meddah oldu!'

17 Haziran 2013 14:15 / 4340 kez okundu!

 


Mayıs 1959'da pek çok gazete, beyaz boşluklarla ya da "Bir CHP gazetesine alet olduk", "... tarihli gazetemizde yayımlanan haber yalandır..." gibi komik özürlerle çıkıyordu.


Türkiye ‘hapisteki gazeteci’ sayısının yüksekliği ile dünya medyasının dilinde. Son yıllarda onlarca saygın, popüler, başarılı gazeteci, muhalif kimliklerinden dolayı işsiz kaldı. Kimi konularını değiştirdi, kimi kalemini yumuşattı. Son örnek, yazılı ve görsel medyanın Gezi Direnişi sırasında takındığı tavır. En saygın haber kanalları polis şiddetini vermek yerine ‘penguen belgeseli’ gösterdi. Olayları ele alan programlar yapan televizyoncular kızağa çekildi. Tam 7 gazetenin aynı başlıkla çıkması, iktidarın basın üzerindeki etkisine karine oldu. Başbakan Erdoğan gün geçmiyor ki yerli ya da yabancı basına ağır suçlamalar getirmesin. Tiyatro, sinema, müzik ve sosyal medyadaki baskıları da ekleyince ifade özgürlüğü alanında ciddi sorunlar olduğu açık. Bütün bunlar Cumhuriyet dönemindeki basın-iktidar ilişkilerine göz atma ihtiyacı duyurdu. Ancak yer sorunu yüzünden esas olarak 1938-1971 arasını, o da elbette ana başlıklar halinde ele alabildim.

‘Ebedi Şef’ etkisi

Tek Parti döneminin muhalifleri sindirme ve kontrol etme araçları esas olarak, 1920’den beri faaliyette olan İstiklal Mahkemeleri ile 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu’ydu. Bunların eksik kaldığı yerleri dolduran 1931 tarihli Matbuat Kanunu, 1932’de iki kez, 1933, 1934 ve 1938 yıllarında birer kez ağırlaştırılmıştı. Bu dönemde çeşitli eğilimlerden onlarca gazete kapatılmış, gazeteciler yargılanmış, bazıları örnek olsun diye hapis, sürgün cezalarına çarptırılmışlardı. Ama basın sadece baskı ile değil, ödüllendirme ile de susturuluyordu. Mustafa Kemal’in sağlığında yaklaşık 40 gazeteci milletvekili olmuştu. Mustafa Kemal’in azılı muhalifi Rıza Nur durumu şöyle özetlemişti: “Mustafa Kemal, matbuatı tamamiyle eline almıştı. Ankara’da Hâkimiyet-i Milliye gazetesini büyüttü. Makineler getirdi, başına Falih Rıfkı’yı koydu. İstanbul’da Ahmet Emin’in elinden Sabahçı Mihran’ın matbaasını aldı, Milliyet adında bir gazete çıkardı. Başına da Siirt mebusu yaptığı eski yaveri Kürt Mahmud’u koydu. Falih Rıfkı Atay, Ruşen Eşref Ünaydın, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı da her iki gazetenin muharriri. Bu muharrirlerin yaptıkları şu: Günümüzü cennet göstermek, başka bir şey yok. Yunus Nadi İstanbul’da bir Rum’a ait büyük bir bina ve makineleri ucuza kapattı. İki yüz bin liralık malı, sekiz-on bin liraya aldı. (...) O da Cumhuriyet gazetesini çıkarıyor. Orda kâmilen medihname ve zafer destanı. Matbuat böyle kâmilen meddah oldu...”

Nazilerden maaş alanlar

1938 sonrasında basını kontrol etme işini, Şükrü Kaya, Recep Peker ve Kılıç Ali bizzat üstlenmişti. Bu üçlü Anadolu Ajansı haberlerinin metnini bile dikte ettiriyordu. 1940 yılında Matbuat Kanunu’nda yapılan iki değişiklikle ‘milli hislerimizi inciten ve bu maksatla milli tarihimizi yanlış gösteren yazılar’ yazmak ağır ceza konusu oldu.

Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in şu satırları savaş yıllarındaki baskıların türü hakkında bir fikir verebilir sanıyorum: “1943’te Cumhuriyet gazetesinde çalışmaya başlamıştım. Yazıişleri Müdürü Yardımcısı Ahmet İhsan’dı. Onun arkasındaki dolapta, bir dosya kilitli dururdu. Gün geçmezdi ki, Birinci Şube’den bir memur gelip, yeni bir yasak kararını getirmesin ve dosyayı şişirmesin (...) Sonradan bu dosyayı gözden geçirmek fırsatını bulmuştum. Neler yoktu ki (...) hangi haberin kaçıncı sayfada kaç sütun üzerine, hangi puntolu harflerle gösterilmek gerektiğinden hava durumunun yazılmaması emrine kadar (...) bunların yetmediği tehlikeli ve kritik anlarda Milli Şef kaşlarını gösterişli bir şekilde çatıyor, istemediği havayı dağıtıyordu. Başka emirler ise Milli Şef İsmet İnönü’nün kendisi ve ailesiyle ilgili haberlerin büyük puntolarla verilmesi gerektiğini bildiriyordu. Cumhurbaşkanı’nı bir konserde, bir temsilde veya at yarışlarında gösteren fotoğraflar çarşaf çarşaf devlet zoru ile yayımlanıyordu.”

60 yıl sonra, Babıâli’de bazı yazarların o dönem rejimin elitlerinin büyük sempati duyduğu Nazi Almanyası tarafından maaşa bağlandığı ortaya çıkacaktı. Bunlar arasında Cumhuriyet gazetesinin sabık başyazarı Yunus Nadi, Tasvir-i Efkâr’ın yazarı Peyami Safa, Akşam gazetesinin kurucusu ve başyazarı Necmettin Sadak gibi önemli isimler vardı.

Ancak Almanya’nın yenileceğinin anlaşıldığı 1944’te müttefikleri memnun etmek gerektiğinde ilk darbe Pan-Türkist eğilimli Çınaraltı, Kopuz ve Orhun mecmualarına vuruldu. Sonra durumu dengelemek için de sol eğilimli Adımlar, Yurt ve Dünya gazeteleri kapatıldı. Bunlara merkez medyadan Tan, Vatan ve Tasvir-i Efkâr eklenerek tablo tamamlandı. 4 Aralık 1945’te solcu Sabiha ve Zekeriya Sertel çiftine ait Tan Matbaası ile bir dizi matbaa ve gazete binası, ırkçı, milliyetçi, sağcı koalisyonu tarafından tahrip edildi, yağmalandı.

DP’nin ‘besleme basını’

14 Mayıs 1950 seçimleri sonucu, “Yeter Söz Milletindir!” diyen Demokrat Parti’nin (DP) ezici bir çoğunlukla iktidara gelmesi baskılardan yılmış basında büyük bir umut yaratmıştı. Gerçekten de yeni hükümet 20 Temmuz 1950’de, 1931 Matbuat Kanunu tarafından hükümete verilen sınırsız yetkileri kaldırdı. Artık gazete çıkarmak için izin alınması gerekmiyor, sadece bildirimde bulunmak yeterli oluyordu. Basın suçları basın mahkemelerinde yargılanacak, gazete sahipleri yerine yazıişleri müdürleri sorumlu olacaktı. Bu bahar havasında gazeteciler sendika bile kurdu.

Ancak 1953’ten itibaren iktidar sarhoşluğuna giren DP, aynen Tek Parti Dönemi’nde olduğu gibi, kendi ‘besleme’ basınını kurmaya başladı. Zafer, Hürriyet ve Milliyet gazeteleri Menderes hükümetinden aldıkları destekle teknik seviyelerini ve sayfa sayılarını, renkli baskı ve eklerle tirajlarını arttırdı. Buna karşılık CHP yanlısı basına ağır baskılar yapılıyordu. 14 Aralık 1953’te CHP’nin tüm malvarlığına, dolayısıyla partinin resmi organı olan Ulus gazetesine de ‘tek parti döneminde haksız bir şekilde edinildiği’ gerekçesiyle el konuldu. CHP Milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın, Halkçı gazetesinde başbakana hakaret ettiği gerekçesiyle, yasalara aykırı biçimde dokunulmazlığı kaldırılarak 26 ay hapse mahkûm oldu ve 80. yaş gününü hapishanede kutladı. CHP’ye yakın Ulus, Yeni Ulus ve Halkçı gazetelerinin sorumlu müdürü Cemal Sağlam hakkında tam 69 dava açıldı. Öldüğü gün Ankara’da davası vardı.

Mevcut kanunlar yetmezmiş gibi, 9 Mart 1954’te Basın Kanunu’nda yapılan değişikliklerle basın ve radyo yoluyla işlenebilecek 21 yeni cürüm tanımı yapıldı ve bunlar ağır yaptırımlara bağlandı. Kanunun en kötü yanı suçlanan gazeteciye ‘iddiasını ispat hakkı’ verilmemesiydi. 1955’ten itibaren muhalif gazeteler, kâğıt zamları, kâğıt tahsisleri, resmi ilan kısıtlaması ile kıskaca alındı. CHP yanlısı Ulus gazetesi dört yıl boyunca ilan alamadı. SEKA’dan ancak peşin parayla kâğıt alabildi.

Pulliam davaları

1958 yazında hükümetin başı ‘iç mihraklar’la yeterince dertte iken, bir de ‘dış mihrak’ belası çıktı. ABD’de yayımlanan iki büyük gazetenin sahibi olan Eugene Pulliam’ın 1958 ortalarında Türkiye’ye yaptığı ziyaret Menderes iktidarının ilgisizliği yüzünden küskünlükle bitmiş, Pulliam ülkesine dönünce ‘Türkiye’de Onikiye Çeyrek Var’ başlıklı yazısıyla DP’nin iflasa gittiğini ileri sürmüştü. Bu yazı temmuz ayında ABD’de tam 72 gazetede yayımlanıp, TIME dergisinde başyazı konusu olunca Amerikan gazetelerine gücü yetmeyen hükümet, Pulliam’ın makalesinden alıntılar yaparak yayımlayan Vatan, Ulus, Dünya ve Kervan gazeteleri ile Akis ve Kim dergisi hakkında soruşturma açtırdı. Menderes’in himmetiyle Dünya’ya az ceza verildi ama diğerleri birkaç ay kapatıldı. Olayı Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) protesto edince Menderes’in tepesi iyice attı.

Vatan Cephesi listeleri

Sinirleri biraz daha bozan gelişmeler ise kapıdaydı. Hükümetin ekonomideki sorunları aşmak için açıkladığı 4 Ağustos kararlarının ardından Türk lirasının değeri üçte birine düşünce muhalefet DP’yi köşeye sıkıştırmaya başladı. CHP yanlısı gazetelerde ‘bunları da öldürecek bir sergerde çıkmayacak mı’ türünden haberler boy gösteriyordu.

DP’nin buna tepkisi ‘Vatan Cephesi’ni kurmak oldu. Menderes’in 12 Ekim 1958’de Manisa İl Kongresi’nde yaptığı ilk açıklamadan sonra Basın Yayın ve Turizm Bakanı Selver Somuncuoğlu’na bağlı olmasından dolayı halkın ‘Somuncuoğlu Radyosu’ adını taktığı radyoda çoğu sahte isimlerden oluşan katılım listeleri yayımlanmaya başladı. Önce öğle ve akşam haberlerinde okunan listeler büyüyünce haber bültenleri genişledi. Listelerin okunuşu haber saatlerine sığmayınca her gün saat 14.00’te ‘Yurdun Dört Köşesinden Haberler’ ismi altında yeni bir program oluşturuldu. Bir süre sonra liste işi öyle bir hal almıştı ki ‘radyo haber bültenlerini dinlemek istemeyenler’ bir dernek kurarak radyo yönetimine karşı dava açmaya kalkışmışlardı.

‘Bir CHP gazetesine alet olduk’

17 Şubat 1959’da, yeni oluşturulan Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş anlaşmasını imzalamak üzere Londra’ya giden Adnan Menderes’i taşıyan uçağın sis yüzünden düşmesi, Menderes’in 16 yolcunun öldüğü bu kazadan sağ kurtulması üzerine iktidarla muhalefet arasında kısa bir ateşkes yaşandıysa da, nisan ayında CHP lideri İnönü’nün çıktığı Ege gezisinde yaşanan olaylar ipleri yeniden gerdi. İnönü ikinci saldırıyı İstanbul’a dönüşünde, Topkapı’da yaşadı. Ancak olayları halka duyurmak mümkün olmadı, çünkü gazetelere sansür konmuştu. Mayıs 1959’da pek çok gazete, beyaz boşluklarla ya da “Bir CHP gazetesine alet olduk”, “... tarihli gazetemizde yayımlanan haber yalandır...” gibi komik özürlerle çıkıyordu. Eylül ayında Çanakkale Geyikli’ye giden CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek başkanlığındaki heyete yapılan saldırıyı da halk sansür yüzünden duymadı.

Yeniden Takrir-i Sükûn

Bundan sonraki 10 ay iki parti ve onların basını arasındaki şiddetli söz düellolarıyla geçti. Ortam öylesine gergindi ki, bazı DP milletvekilleri hızlarını alamayıp 1925 tarihli Takrir-i Sükûn Kanunu’nun bir yıl süre ile yeniden yürürlüğe konulmasına dair önergeler vermişti.

CHP lideri İsmet İnönü’nün “Bu yolda devam ederseniz ben de sizi kurtaramam. (...) Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilâl meşru bir haktır. (...) Eğer ihtilâl vatandaş için başka bir çıkar yol yoktur, kanaati zihinlere ve bütün müesseselere yerleşirse meşru bir hak olarak kullanılacaktır...” diyerek darbecilere yeşil ışık yaktığı günlerde Tahkikat Komisyonu Kanunu kabul edildi. Komisyon geçmişin ünlü İstiklal Mahkemeleri gibi olağanüstü yetkilerle donatılmıştı. Her türlü yayını yasaklama, yasağa uymayan matbaaları kapatma, her türlü evrak ve eşyaya el koyma, her türlü siyasi toplantıyı, gösteriyi yasaklama hakkına sahipti. Bu kararlara uymayanlara bir seneden üç seneye kadar ağır hapis cezası verilebilecekti. Komisyonun kararları kesindi ve itiraz edilemezdi. Dahası, Tahkikat Komisyonu’nun araştırmasına dahil olan konularla ilgili haberleri, ima ile dahi olsa yayımlamak yasaklanmış, hatta yasağı içeren tebliğin yayımlaması bile yasaklanmıştı!

‘Gazeteci inkılabın öncüsüdür’

27 Mayıs 1960’ta ordu iktidara el koyduğunda Ahmet Emin Yalman, Bülent Ecevit, Bedii Faik, Müşerref Hekimoğlu gibi geçmişin mağdur gazetecileri, ihtilalcileri övme yarışına girerken 24 Haziran 1960’ta Cemal Gürsel “Gazeteci inkılabın fedakâr, şuurlu öncüsüdür” diyerek basına görevini hatırlatıyordu.

Darbeden sonra, iktidar-basın ilişkilerinin oldukça mutedil geçtiği düşünülse de 1960-1970 arasında basın aleyhine 566 dava açılırken (bu sayı DP döneminde 2 bin 300’dü), 1970’te buna 325 yeni dosya eklenecek, 12 Mart 1971 askeri müdahalesinden sonra anayasada yapılan değişiklikler, 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası ve 1972 tarihli Basın Yasası ile basın üzerinde baskı daha da artacaktı. 12 Eylül 1980 darbesi elbette basını da vurdu. 8 büyük İstanbul gazetesi 17 kez kapatıldı. Yüzlerce gazeteci sorgulandı, yargılandı, hapse mahkûm oldu. 28 Şubat 1997 darbesi tezgâhlanırken basının ne gibi roller üstlendiğini yeni öğrendik. 2002 sonrasında yaşanan süreç ise gözlerimizin önünde cereyan ediyor.

Bu kısa tarihçe, Cumhuriyet tarihi boyunca iktidar-basın ilişkilerinin ne kadar sağlıksız olduğunu göstermiştir diye umuyorum. Hem devletin otoriterlikten vazgeçmemesi yüzünden, hem bu tarihçenin gazeteci cemaatinin kolektif belleğinde bıraktığı kötü izler yüzünden, hem tek işleri gazetecilik olmayan medya patronlarının siyasi iktidarın ve devletin baskılarına açık olmaları yüzünden, basınımızda sansür ve otosansür eksik olmadı. Rıza Nur’un dediği gibi ‘matbuat’ ‘kâmilen’ olmasa bile çoğu zaman ‘meddah’ oldu...

Umalım ki, Gezi Direnişi, her konuda olduğu gibi bu konuda da paradigma değişikliğine neden olsun...

Özet Kaynakça: Alpay Kabacalı, Türk Basınında Demokrasi, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994; Sabiha Sertel, Roman Gibi, Ant Yayınları, 1966; Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları, Tek Partiden Çok Partiye, Bilgi Yayınevi, 1990; Ahmet Emin Yalman, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim (1922–1971), Pera Turizm Ticaret A.Ş, 1997; Altan Öymen, Öfkeli Yıllar ve Olaylı Yıllar, Doğan Kitap, 2009 ve 2010; Nuran Yıldız, Demokrat Parti İktidarı (1950-1960) ve Basın”, A.Ü. SBF Dergisi, C.51, 1997, s. 481-505; Rıfat N. Bali, “II. Dünya Savaşı Yıllarında Nazilerin Türk basınını etkileme çalışmaları”, Toplumsal Tarih, S. 152, Ağustos 2006, s. 26-30.


Ayşe HÜR

Radikal, 16.06.2013

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.