Anayasasını yapamayan tosbağa - Namık Çınar
29 Mart 2010 15:13
– “Ne okuyorsunuz, efendimiz?
– Kelimeler, kelimeler, kelimeler...
Hamlet böyle yanıtlar Polonius’u.”
Sözcüklerdir belirleyen, biçimleyen, gerçeği barındıran, içeriği “bir başına dünya” olan. Onlar, sevinçlerimizi kaygılarımızı özlemlerimizi bir “atlas” gibi sırtlarında taşırlar. Yüklendikleri anlamları, üzerlerine sinen renkler kokular ve tatlarla kavramsallaştırırlar. Sözcükler her şeyimizi “ele veren”dirler. Hepimizin “giz”leri onların dağarlarında saklıdır.
İşte, 1982 Anayasası’nın bu bakımdan da “ipliği pazarda”dır, bana kalırsa. Örneğin “devlet” sözcüğü 154 kez geçiyorken içinde, “vatandaş” sözcüğü 17 kez geçer. Devleti kutsarken, bireyi “bölücü ve yıkıcı” bir kaygıyla betimler. “Refah, mutluluk, sevgi, kardeşlik, hoşgörü diline hiç değmeyen, rastgelmeyen sözcükler kapsamındadır. “Barış” bir kez olsun uğramaz semtine. “Yurtta sulh, cihanda sulh” eriyip giden bildik bir tekerleme olarak kalıverir. “Dayanışma, işbirliği, insan hakları, adalet” nadide ipekliler gibi tezgâh altında, karaborsadadırlar. Ama “milli güvenlik, ödev, görev, sınırlama, kısıtlama, denetim, gözetim, yasaklama, erteleme” lebaleb bir Çin pazarı ucuzluğundadır. “Sıkıyönetim, olağanüstü hal” her sayfanın köşesinden el sallarlar. “Milli” sözcüğü bitmeyen şarkının nakaratı gibi 49 kez yinelenir. “Atatürk ilke ve inkılâpları, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” 19 ve 20’şer kez tekrarlanarak, ev ödevini yapmamış bir haylaza verileri yineleme cezasına dönüşürler.
“Herkes kişi hürriyeti ve güvenliğine sahiptir” denerek altı sözcükle tanımlanan bu özgürlüklerin, daha sonra nasıl kayıt altına alınacağı 336 sözcükle kararlaştırılır. 11 sözcüklü “temel hak ve hürriyetler”e ödev ve sorumluluk getiren, onları sınırlayan, durduran 271 sözcük nezaret eder. 29 sözcüklü “din ve vicdan hürriyeti” 203, “düşünce ve kanaat hürriyeti” ile bunları “açıklama ve yayma hürriyetleri” 62’ye karşın 140 ve garibim “basın hürriyeti” 14’e karşın 504 sözcükle “kuşa benzetilir”ler...
İstemiyorum ben bu anayasayı, dostlarım! 1876’dan beri “sivil bir anayasa yapamayarak”, “hacr” altında ve de “temyiz gücü” olmayan, 135 yaşında bir kaplumbağa gibi yaşamak istemiyorum artık.
Sadece bu mu?
Ben, kendi tasarruflarına yargı yolunu bile kapatan bu “üst yargı” organlarının bağımsız ve başına buyruk olmalarını da istemiyorum. Bana bağımlı olsunlar, her karar verişlerinde göz ucuyla hep beni kollasınlar, hep beni süzsünler; ben “leb” demeden anlasınlar “leblebi” diyeceğimi ki, ona göre hareket etsinler, istiyorum.
Ben, elli tane devletten oluşan, coğrafyası bizimkinden 13, nüfusu da dört buçuk kat daha fazla olan süper güç ABD’ninki kadar bir “bürokrasi”yi de istemiyorum.
Kara-deniz-hava gücü toplamı 100 binin altında olan ve dünyanın en güçlü ordularından sayılan İngiltere’ninkinden yedi-sekiz kat daha büyük, hantal ve verimsiz bir “silahlı kuvvetler” de istemiyorum.
Osmanlı’dan miras, fiskalistik –gelirci- bir mâli politikadan başka yol iz bilmeyen, her “iş” yapanın büyük ortağı bir “maliye ve vergi teşkilâtı” da istemiyorum.
Çünkü ben “halk”ım.
Çünkü kim bakacak bunlara, kim besleyecek? Ben ekmeğimi nasıl çıkaracağım taştan, diye kıvrım kıvrım kıvranırken, bu saydıklarım yetmezmiş gibi, ensemde boza pişiriyorlar bir de. Seçtiğim temsilcilerin karşısına geçip, gemi azıya alarak “siyaset” yapıyorlar. Anlaşılan karınları tok, sırtları da pek bunların.
Elimdekine avucumdakine el koyup, devasa bütçelerine habire kaynak yaratmam için kapılarındaki “yanaşma”, tarlalardaki “reaya” olmaktan çıkmaya yüztuttuğumu gördükçe de telâşlanıp, “cumhuriyetin kazanımları” edebiyatına sığınıyorlar.
Farkında mısınız bilmem, ben çoktan geçtim “Bor”un pazarını. Bilesiniz ki, ben dünyanın küresel ölçeklerdeki fuarlarındayım artık. Yani anlayacağınız, bundan böyle o bildik “kapıkulu”nuz değilim sizin.
Bu hükümete de bir içerliyorum ki, sormayın! Hani çocuk dergilerinde üç tavşandan birinin doğru çıkış kapısında durduğu labirentler vardır ya! Hani siz de kalem ucuyla dolana dolana o yolu bulursunuz ya! İşte o doğru kapı önündeki tavşan gibi, hükümet de. Ne ki, aynı zamanda tıpkı o tavşan gibi de ürkek, korkak, mütereddit. Tıpkı emekleyerek yarıştırılan bebekler gibi, kendi parkurunda bir hızlanan bir duran, bir geriye dönen bir ağlayan ve “koş gel” diye çırpınıp duran anasının çağrılarına aklı erip de bir türlü hedefine varamayan tosuncuklardan, sanki.
Hep yüreğimiz ağzımızda mı yaşayacağız böyle; hep umarak, hep bekleyerek?
Sıkıntıdan dostlarım, inanın göğüs kafesim daralıyor. Sanırım, şu ilerde parlak ışıklarıyla güzele benzeyen bir “belediye sosyal tesisi” görüyorum. Oraya gidip, hiç değilse birkaç kadeh “parlatayım” bari. Belki açılır, ferahlarım.
TARAF

