ForumGüncel Politika - İskender'in Düğümü  Yeni Konu 

Türkan Saylan: Bir İstisna - Tanıl Bora

25 Haziran 2009

hurkus

Cami avlusuna getirilen, makineli tüfek yuvası boyutlarındaki TSK çelengi,
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” tezahüratıyla karşılandı. Cenaze töreni, küçük ölçekli bir Cumhuriyet mitingi havasında edâ edildi.
Ergenekon davası soruşturmasında evinin aranarak taciz edilmesi, Türkân
Saylan’ın yorgun bünyesini sarsan son travma olmuştu, belki.
Ergenekon’un bir palavra olduğuna inanan veya cümle âlemi buna inandırmak
isteyenler, cenazeye de bu kampanyanın bir parçası olarak kullanmak
üzere çullandılar. Birilerinin gözünde çağdaşlık azizesi olan,
ötekilerin gözünde mümineleri kötü yola düşürmeye adanmış bir laiklik
cadısı idi. Bir tarafta onu tarikatlarla çağdaşların kız çocukları
pastasından azamî pay kapma mücadelesinde bir Cumhuriyet mücahidesi
olarak yüceltenler; diğer tarafta münafıklara karşı galiz söz
söylemenin lüzumuna, gayzın sevabına inanarak çirkinleşenler... Beri
yandan, onun “ne şeriat ne darbe”ciliğinin aslında bir darbe
hoşgörürlüğü olduğuna dikkat çekerek, Türkân Saylan imgesine yönelen
sempatileri tenzil etmeye çalışanlar...
Saylan’ın cenazesi, son zamanlarda birçok vesileyle olduğu gibi, bir cepheleşme
sahnesi kurdu. Şaşırtıcı değil, sebepsiz de değil. Ama Türkân Saylan,
bu cepheleşmede herhangi bir yeni vesile olmaktan fazlasını hak ediyor.
Onu mercek yaparak, çağdaş/laisist/Kemalist cephe gerisine baktığımızda
göreceklerimiz veya yokluğunu fark edeceklerimiz var. Ayrıca,
cephelerin berisinde, kendi şahsiyeti var. Cenazesinde uyulmayan sükûnet vasiyetini, ardından düşünürken dikkate alalım; Türkân Saylan’ın zihniyet dünyasının cam küresine bakalım.(1)

“DÜNYA İNSANI OLMAK”
Ulusalcı faşizme mesafeli, dahası bundan rahatsız bir Kemalist olarak
tanımlayabiliriz Türkân Saylan’ı. Zenofobiye, yabancı düşmanlığına
sahiden yabancı; aklı komplo teorilerine ermeyen birisi. Türklükle veya
başka bir kimlikle ilgili toptancı hükümler, etnisist imâlar lügâtinde
yok. Hindistan’ın çokkültürlülüğünü, emsal alınacak bir zenginlik
örneği olarak anar. Ermeni soykırımı konusunda iddiaları yalanlama ve
tel’in bildirilerine davet edenleri yadırgar, “başını kuma gömmemek”
gerektiğini söyler – bunun imâsı açıktır. “Bundan sonra ne yapabiliriz?
Dostluğumuzu nasıl pekiştirebiliriz?”e bakmaktan söz eder.
Avrupa Birliği’ne dair görüşleri, bir ulusalcıyı ürpertecek cinstendir. AB
sürecinin, sürüncemede kalmış olumsuzlukları aşmada güdüleyici rol
oynadığını düşünür, “bir tür havuç” der AB için. Tıpkı Baskın Oran gibi
düşünür: “Ben bizim hiçbir dayatma olmadan, sadece kendi kendimize bir
şeyleri değiştirebileceğimize inanmıyorum.”
Militan laisizmin ve vesayetçi-otoriter ideolojinin şifresi olan çağdaşlaşmayı,
“hümanist, insancıl değerler”le tanımlar. 2008’de ÇYDD burslu
üniversite öğrencilerine yazdığı mektupta “dünya insanı olma” hedefini
gösterir. Reel Atatürkçülüğün (2) lâfzen bile repertuvarından çıkarttığı evrensellik ve hümanizma, Saylan’ın çağdaşlık kanonununun sabitleridir.

“OLUMSUZLUKLARA TAKILMAMAK”
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş evresindeki milâdçı damarı biliyoruz. Türklüğün yitik altın çağı mitosu ve ezelî Türk Devleti nomos’uyla
baypas edilse de, Yeni Türkiye’yi yeni bir toplumun, yeni bir insanın,
yeni bir hayatın milâdı olarak tahayyül eden bir damardı bu. Tarihi
sıfırlayan, her şeyi kendiyle, kendinden başlatan... Türkân Saylan’ın
İsviçreli-Alman annesinin biyografisiyle örtüşen bir tavır, bu:
O da yeni bir ülkede kendine yeni bir yol çizmemiş, kendi tarihini
sıfırlamamış mıydı? Yeni ülkesindeki yeni hayatını pirüpak kurmak için
kolları sıvamış, hamarat, ahlâkçı, mükemmeliyetçi bir anne...
Türkân Saylan, kurucu edimin tarihi sıfırlayarak ileriye bakan edâsını cisimleştiriyordu. Kurup
geliştirdiği cüzam kliniğine sürgün gönderilen, problemli, nizalı,
küskün sağlıkçıları şunu anlatarak karşılarmış: “Kardeşim, sen şu anda
bana göre hiç geçmişi olmayan değerli bir insansın... birçok olumlu
tarafların vardır, yaşadığın birtakım sıkıntılar olmuştur, sen kendini
yanlış anlatmışsındır, gel burada önce kendini kendine kanıtla, sonra
bize kanıtla ve sen de bizim ekibimizin bir parçası ol.” Sahih
cumhuriyetçi erdem anlayışının bir ifadesi saklı bu hitabede: Hiç
geçmişi olmayan değerli insanlar olarak eşit yurttaşların itibarını
onların kamusal eyleminde gören, bu eylemi toplumsal’ın kurucu edimi
olarak yücelten bir anlayış.
Milliyetçi tapınca dayalı sözde laisist Kemalist otoriterliğin alâmetine
dönüştürülmüş cumhuriyetçilik söylemine sığmayan, gerçekten
cumhuriyetçi olmaya açılan uğrak burasıdır Türkân Saylan’da. Erken
Cumhuriyet döneminin “öğrenme ve yararlı olma” heyecanıyla, -o
zamanların sahici ve naif heyecanının imtidâdıyla-, “ne yapabilirim,
nasıl işe yarayabilirim” duygusuyla birlikte... Yurttaşlık bilincinin
sosyal mütekabili olarak reşit insan, Saylan’ın idilidir. Birkaç yıl
önce Ankara Üniversitesi Kadın Çalışmaları programının açılış dersi
konuşmasında, oğlunu evlendirdiği için kutlayanlara nasıl bozulduğunu
aktarması, onları ısrarla düzelttiğini söylemesi: “ben evlendirmedim, o
evlendi”, hep bunun ifadesi – reşit birey kültüne iman... Çocukların da
sevgisiz-sorumsuz anne babayı boşayabilmesi gerektiğine inandığını
söylerken, reşit insan kültünün Jakobenlikle buluştuğu yerde duruyor.
Bu onun cumhuriyetçiliğini altın çağcı bir muhafazakârlık olmaktan da
çıkarır. 1920’lere takılmamaktan söz eder. “Ara sıra Anıtkabir’e
gitmekle toplumsal sorunların üstesinden gelinebilir mi?”
Tarihsel yükü sıfırlayarak, toplumsal engelleri ve yapısal zorlukları sanki
bilmiyormuşçasına, bir tür naiflikle eylemek, azimkâr bir
iradeciliktir, aynı zamanda. İyimserliğin iradesi... ‘İyi’
pragmatizm... Mükemmeliyetçiliğe iltifat etmez Saylan: “Başarı her
zaman dört dörtlük olmayabilir.” Mükemmele koşullanmanın kibri yerine,
“başarıyı insanlara anlatabilme, yol gösterebilme, yol açabilme”yi
önemser. “Hep bir çıkar yol arama” peşindedir. Şiârı “olumsuzluklara
takılmamak”tır. Yapmanın iyimserliğini taşır. Onu hayata ve ‘kamu’ya
hep borçlu hissettiren misyon duygusu, sadomazohist ve agresif
bir püriten hıncına dönüşmüyor da bir yaşam sevinciyle, bir tür neşeyle
birleşebiliyorsa, bundandır. Husumetle değil meseleyle, hasımla değil
işle meşguldür. İrticayla, “dinciler”le ilgili bile, ilenmek için fazla
dil dökmez. Hele hainlerden, düşmanlardan (iç ve dış), satılmışlardan
hiç bahis yoktur; ulusalcılığın ve reel Atatürkçülüğün lisan-ı farikası
haline gelen nefret diline uzaktır Türkân Saylan.
Kendine yakıştırdığı “Kemalist feminist” kimliğinin feminist bileşeni,
pragmatizmini temellendiren bir kaynaktan da beslenir: Kadının
“yaratıcı, ince ve ayrıntılı işlere yatkınlığı”, “sabırlı, ısrarlı,
takipçi” oluşunda, “savaşmaya değil uzlaşmaya eğilimli, sorunları
çözmeye çalışan” yapısında bir cevher görür.

“DOKUNMAK VE DUYMAK”
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu,(3) Cumhuriyet mitinglerinin üç profesörü arasında Türkân Saylan’ı Nur
Sertel ve Necla Arat’tan ayırt ettiğini yazdı. Fark, Saylan’ın temasın simgesi olmasıydı. Daha ortaokuldayken, siyah/beyaz televizyonda, en
büyük acının hiç kimse ile göz teması kurmadan yaşamak olduğunu
anlatır, cüzamlılara bakmaktan korkmamak gerektiğini telkin ederken
izlemişti onu. Türkân Saylan, cüzamlılara dokunabilen birisiydi.
Saylan’ın kamusal kimliğinden hoşlanmayanlar, hatırasına hürmetlerini, onun
cüzamla mücadelesi ile kayıtlıyorlar. Aslında, cüzamla mücadelesi ile
politik uğraşı arasında pekâlâ bir ortak yöntem, bir etik anlayış var.
En azından kendi nazarında, öyle.
Cüzamla ilgili bir makalesinin başlığı: “Dokunmak ve Duymak”. Ona göre
hekimliğin temel önemde bir etik ilkesi: “Her hastanın farklı bir insan
olduğunun bilincinde olmak”. Konu her ne olursa olsun, “Sorunlara el
sürmek, hissetmek, anlamak”tan söz eder. “Dinlemek!” der:
“Karşısındakine değer vermek, onu keşfetmeye çalışmak, keşfederken onun
kendi kendisini keşfetmesini sağlamak ve yolu açmak. Sen başarırsın,
sen yapabilirsin, sen önemlisin.” Muhtemelen, insan hakları eğitimi
çalışmaları vesilesiyle Ioanna Kuçuradi’yle olan alışverişinin
pekiştirdiği ülkü: “İnsanın kendi olanaklarını keşfetmesini sağlamak”.
Empatiyi ilkeleştirmesi ile, tebliği farz sayan mümine benzer: “En olmayacak
insanla ilişkide bile bir çıkış noktası bulunabilir... Çünkü her
insanın iyi bir yanı mutlaka vardır, onu bulmaya çalışmak gerekiyor.”
Aydınlanmanın dini olarak filantropi: insanseverlik, insanın özündeki
iyiliğine inanmak... Said Nursî de “Kâfirin her hali ve her sıfatı
kâfir değildir” diyordu. Cumhuriyetçi ethos ve pathos’un seküler din burcuna girmesinin bir uğrağı...
Dinleyerek, ilişki kurarak, insandaki yetenek ve olanağı ortaya çıkararak mesafe
almak... Bunun karşı kutbu, “tepeden bakan bir bakış, dıştan
dayatma”dır. Saylan bunlara inanmadığını söyler. Nasihatten haz
etmiyordur. Şiddete, ses yükseltmeye, bağırmaya meşrepçe değil ilkesel
olarak karşıdır.

* * *

Zehra İpşiroğlu, Türkân Saylan’ın yapıcı gücünün ana kaynağı olarak sevgi yetisinden söz ediyor. Onunla temas eden nice insanın, sarsılmaz iradesi, azmi,
çalışkanlığı yanında, mutlaka andığı hasleti: İnsan sevgisi ve gönlü bolluğu...
Kapitalist modernliğin ve oryantalizmin bunca tecrübesinin ardından, filantropiye
ve onun kibrine karşı tetik durmak gerektiğini biliyoruz elbet. Cân-ı
gönülden iyi olan ama ‘maddî koşullar’ icabı, ‘objektif olarak’
insanlara kötülüğü dokunan Sezuan’ın İyi İnsanı’nın hikâyesini de Bertolt Brecht’ten dinlemiştik. Peki, uyanık olalım ama kötücül bir sinizme de düşmeden... İyi bir iyilik ölçüsü de var elimizde: Hrant Dink katledildiğinde hemen Agos’a koşan birisinden söz ediyoruz. (4)

CUMHURİYETİN İYİ, GÜZEL VE DOĞRUSU
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’nun, kendisine teması, insanî
temascesaretini hatırlattığı için Türkân Saylan’ı diğer çağdaşçı
profesörlerden ayırt ettiğini aktarmıştım. Yazısının devamında
sitemkârdı ama Barbarosoğlu. Saylan’ın kendini bazı kızları okutmaya
adarken, öteki kızlarla göz teması kurmaktan kaçındığını
hatırlatıyordu. Cüzamlılardan kaçırmadığı bakışını, başörtülülerden
esirgemişti, demeye getiriyordu. Cihan Aktaş’a göre de, “onun ilgisini,
şefkatini ancak belli bir çağdaşlaşma idealine özgü ölçüleri temsil
etmeye açık insanlar (kızlar) hak edebil”mişlerdi.(5) Keza Hidayet
Tuksal, Saylan’ın “kendi mahallesinden hiç dışarı çıkmadığını,
başörtülü kadınlarla aynı toplantı salonunda bile bulunmak
istemediğini” hatırlattı; (6) “Ne diyelim, biz kendisini iyi bilirdik ama keşke o da bizi iyi bilseydi!” diye bağladı sözünü.
Başörtüsü yasağından bir kutsal mazlumluk hıncı üreten kem sözlüleri, –çoğunlukla
erkekler-, geçelim. Andığımız İslâmcı kadın yazarların Saylan’ı yâd
edişlerindeki hüzünlü sitemkârlık, çok şey söylüyor. Necla Arat’ın, Nur
Sertel’in sizi can kulağıyla dinlemesini, kendisini sizin yerine
koymaya çalışmasını beklemezsiniz; onların hoyratlığı incitmez sizi.
Türkân Saylan’dan ise bunu beklersiniz, bu yazıda aktardığım sözleriyle
ve bakışıyla bu ümidi veriyordur – dolayısıyla o sizi dinlemediğinde, o size bakmadığında, incinirsiniz.
Türkân Saylan, başını örten kızların çoğunun aslında bunu yapmayı gerçekten
istemediğine, isteyemeyeceğine inanıyordu. Hem aklın söyledikleri hem
görüştüğü bazı kızların söyledikleri, veya onlardan aktarılanlar, buna
emin olmasına yetmişti. Aile baskısına maruz kalmadan, yüzüne kezzap
atılacağı tehdidi olmadan da başını örtmeyi tercih eden genç kızların
saiklerini merak ettiğine, onları “keşfetmeye” çalıştığına dair,
gerçekten, hiçbir emare yok. Kapanma tercihini tartışma ve değiştirme
kaygısıyla, insanlara nüfuz edecek bir menfez bulmak, bir ortak dil
aramak üzere, stratejik bir anlama çabası da yok. Oysa, insan hakları konusunda sağlam bir duyarlılığı olan Türkân Saylan’ın, başörtüsü meselesine çocuk hakları temelinde yaklaşımı, –çocuklar söz konusu olduğunda-, güçlü ve değerlidir. Çocukların “oynamayı, bedenlerinin gelişmesinden mutluluk
duymayı, öğrenmeyi, yaşıtlarıyla iletişim içinde olmayı” hak
ettiklerini, onların baskıdan azâde olmalarının bir temel hak olduğunu
vurgulaması, etik açıdan olduğu gibi politik açıdan da sağlam bir hat
çizer. Fakat, Saylan’ın hazzetmediğini söylediği tarzın, tepeden
inmeciliğin, nasihat hatta azarlama makamının hâkim olduğu bir cephede, bir türlü muhkemleşemeyen, yarılıp duran bir hat.
Asıl mesele, çağdaşlık/çağdaş yaşam kavramının bağlandığı politik-toplumsal
tasavvurun kendisinde elbette. Bir toplumsal hareket olarak çağdaş
yaşamcılığı doğuran saik, İslâmcılığın yükselişi ve Millî Görüş’ün
iktidar seçeneği haline gelmesinin laik orta sınıflarda doğurduğu
tedirginlik idi. ÇYDD, bu tehlikeye karşı, toplumsal seferberlik
yaratmaya dönük bir sivil aktivizm girişimi olarak kuruldu. Atatürkçü
Düşünce Derneği (ADD) mertebesinde olmasa bile, fevkalâde müsaadeye
mazhar bir sivil aktivizmdi bu. Yine kesinlikle ADD mertebesinde olmasa
bile, güçlü bir mağduriyet ve tehdit algısıyla güdülenen Neo-Kemalizmin
reaksiyoner-restorasyoncu söylemine dayanıyordu.(7)
ÇYDD’nin, algı dünyası İstiklâl Harbi ve Cumhuriyetin inşa döneminin imgeleri ve
askerî mecazlarla belirlenen ADD’den farkı, -Şerif Mardin’in
aktüel-popüler tabiriyle-, Cumhuriyetin iyi, güzel, doğru açığını kapatmayı dert etmiş olmasıydı. En azından Saylan’ın arayışını
böyle açıklayabiliriz. Onun düşüncesinin sahih cumhuriyetçiliğe açılan
uğrakları, hümanist-evrenselci tutumu, sonra bilimselliğin ölçütü
olarak “bu doğru olmayabilir duygusu”nu da anması, Atatürkçü aydınların
etkisi-etkisizliği tartışılırken “güçlü olmak değil, doğruyu ve gerçeği
bulmak” gerektiğinden söz etmesi, bu arayışın izleridir. Fakat galiba,
modernizmin mekaniğine ve pozitivist akılcılığa duyduğu –hekimlik
ideolojisiyle de beslenen- güven, serazat bir arayışa izin vermiyordu.
Hümanizm, filantropinin kibrine takılabiliyordu. Zaten, -bunu galibasız
söyleyebiliriz-, Kemalizmin her yerde hazır ve nâzır ikonografisiyle
dinselleşmiş söylemi, milliyetçi Türk-cumhuriyetçiliğinin vesayetçi
katılığı, hele içine girdiği alarmist ruh hali içinde, kendi içinden
dönüştürülmeye ve sahih Aydınlanma düşüncesinin etiğiyle aydınlatılmaya
müsait değildi. ATV’de Türkân Saylan anısına yapılan Siyaset Meydanı programındaki sahne, bu imkânsızlığın bir özetidir: Leyla Umar, Ayşe
Önal ve Ece Temelkuran, hürmet ve hayranlıkla methettikleri Saylan’la
anılarından hareketle iki söz konuşmaya kalktıklarında, stüdyodaki
ÇYDD’li genç konuklar saldırganlaştılar; onlar sadece ve sadece
Saylan’ın adının zikrine taliptiler, “hocalarına” sadece ve sadece
perestiş edilmesini istiyorlardı.
Politik sosyalleşmenin yapılarıyla ilgili bir yanı da yok değil bu meselenin.
Türkân Saylan’ın ilkeleştirdiği empatiye ket vuran, onun temel bir
insan olanağı olarak düşündüğü dokunma ve duyma yetisini körelten,
içinde eylediği toplumsal-politik muhitti, bir ölçüde de. Herhangi
insanlarla olduğu gibi Türkân Saylan’la da göz teması kurduğu şüpheli
bir yandaş muhitinden söz ediyoruz... Söylemeye çalıştıklarının
incesine bakmadan, onu bir asrî zaman Kara Fatması, bir kadın kuvvacı
olarak simgeleştiren muhit... Onu Vakit’ten çok önce “Sorosçu”,
“misyoner” diye karalamışken, cenazesine, sükûnet vasiyetini en
edepsizce çiğneyerek “sahip çıkmaktan” ar etmeyen muhit... Türkân
Saylan’ın söyleşilerinde de rastlarsınız, kibarca, Atatürkçü hamaset
erbâbından yakınmalarına... Burası artık naifliğin acılaştığı nokta.
Kendi dikkatleriyle, kendi rikkati ile bu bayrak sallayıp kin
saçan hoyratlığın arasına açık seçik mesafe koyamaması; o cenahın
“sürülmüş tarlalar”ından uzaklaşamaması; yan yana durduklarının,
“kardeşim” dediği Hrant Dink’i öldürten ortamın oluşturulmasındaki
payını görememesi...
* * *
“Bizde bir de Atatürkçülük adı altında ortaya çıkan otoriter bir söylem var
ki, laikliği ancak anti-demokratik bir çerçeve içinde koruyabileceğini
sanıyor”, der bir söyleşisinde Türkân Saylan. Genel olarak devlete ve
bürokrasiye mesafelidir, otoriter, baskıcı, vatandaşından kuşkulanan
devlet geleneğini problem olarak görür. Cumhuriyet mitingleri
kampanyası sırasında “Ne şeriat ne darbe” şerhini düştüğü için kürsüye
çıkartılmadığını biliyoruz. O dönem hakkında konuşurken, “Birileri
bizim daha radikal, ırkçı olmamızı istediler, böyle olmadık” dediğini
biliyoruz. 12 Eylül usulü bir askerî darbeye zinhar razı olmazdı ama 28
Şubat stili “çağdaş” bir müdahaleden hoşnuttu. Ordunun 27 Nisan
2007’deki gece yarısı muhtırasını “haklı bir uyarı” saymıştı.(8)
Ordunun doğrudan politik sürece müdahalesine karşıydı ama muhtıraları
sivil tepkiye denk sayıyordu; yanı sıra, “askerin toplumsal projelere
yatkınlığını” değerlendirmekten yanaydı. Zaten “Laiklik, kadın-erkek
eşitliği, insan hakları konularında Jakoben” olduğunu söylüyordu.
Militarizmi sorgulamayan bir darbe karşıtlığının, 12 Eylül’ü gösterip
28 Şubat’a razı eden bir siyasete onay vermek olduğunu görmüyor, “ne
şeriat ne darbe” formülünün kifayetsizliği, muğlaklığını9 fark
etmiyordu. Açık ki, Cumhuriyet mitinglerinde doruklaşan darbe arayışı
süreci, Türkân Saylan’ın şerhlerini, dikkatlerini de araya kaynatan,
onu da kapıp sürükleyen bir süreçti.
Türkân Saylan, sadece etkileyici şahsiyetiyle değil, davasıyla da istisnâî
birisi idi. Davası içindeki davasıyla... Kemalizm veya Neo-Kemalizm
çizgisinde istisnâî bir arayışı temsil ediyordu. Bu çizginin
taşıyamayacağı kadar, onun istisnâî kişiliğinin bile flulaşmasını
engelleyemeyeceği kadar istisnâî...

------------------------
(1): Saylan’ın sözlerini, düşüncelerini yazı boyunca şu iki ‘nehir’ söyleşi kitabından aktaracağım: Türkân Saylan Kitabı- Güneş Umuttan Şimdi Doğar. Söyleşi: Mehmet Zaman Saçlıoğlu. İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2004 (3. baskı). Zehra İpşiroğlu: Türkân Saylan - Yapıcılığın Gücü. Doğan Kitap, 2009 (3. baskı).
(2): Fikret Başkaya, Reel Atatürkçülük, Özgür Üniversite Yayınları, Ankara 2007. Özellikle s. 21-34. Başkaya bu
terimi, “hakiki/öz” Atatürkçülük diye bir şey olmadığını vurgulamak
için kullanıyor; devlet politikası ve resmî ideoloji olarak iş gören
Atatürkçülük neyse, Atatürkçülüğün o olduğunu söylüyor.
(3): “Türkân Saylan ölünce”, Yeni Şafak, 22 Mayıs 2009.
(4): Saylan’ın Agos’un önünde açılan deftere yazdıklarını da tekrar not edelim: “Sevgili Hrant
Dink, Sen Türkiye Cumhuriyeti’nin yiğitler yiğidi, güzeller güzeli bir
bireyiydin. Ülkemizdeki kafa karışıklığını yenmek, kendimizle,
komşularımızla ve dünyayla barışmamızı sağlamak üzere canını verdin.
‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’ ilkemizi senin adına da yaşatacağız. Sana
tüküren, şişe atan, tehdit edenler ve seni öldüren eller ulusun
vicdanında zaten mahkûm oldular. Daha adil, insanlarına, fikirlere daha
saygılı bir Türkiye için çalışacağız. Işıklar içinde yat kardeşim.” (Agos, sayı 686, 22 Mayıs 2009).
(5): “Ölüm dersi, hayat sınavı”, Taraf, 25 Mayıs 2009.
(6): “Başka mahallenin türküleri”, Star, 20 Mayıs 2009.
(7): ADD ve ÇYDD’nin ideolojik çizgisi ve aradaki farklar hakkında bkz. Necmi
Erdoğan: “ ‘Kalpaksız kuvvacılar’: Kemalist sivil toplum kuruluşları”, Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik derlemesi içinde, İletişim Yayınları, İstanbul 2001, s. 235-264.
(8): Ayşe Arman’ın söyleşisi, Hürriyet, 6 Mayıs 2007.
(9): Bu konuda bkz. Tanıl Bora, “Tandoğan, Çağlayan, İzmir mitingleri ve sol: Çılgın kalabalıktan uzakta”, Birikim 218 (Haziran 2007)., s. 38-45.
__._,_.___
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0