hurkus
|
Bir devlet başkanıymış gibi cenaze töreni Bişkek’ten naklen TRT’de yayınlanan Çıngız Törekuloviç Aytmatov 20. yüzyıl dünya edebiyatının önemli yazarlarından birisiydi. Onun yetiştiği ve ürün verdiği çağda Sovyetler Birliği’nden bir yazarın uluslararası üne kavuşması için kendisini önce Batı’ya kabul ettirmesi gerekirdi, o toplumun yazarlarının hepsi değilse bile çoğu Boris Pasternak, Alexander Soljenitzin gibi siyaseten rejime muhalif edebiyatçıların ürünleri ve edebi değerleri (bazen Nobel’in de yardımıyla) dünya toplumunca tanınırdı. Cengiz Aytmatov (12 Aralık 1928- 10 Haziran 2008) böyle bir kolaylığa sahip olmadan eserleri 157 dile çevrilen bir Sovyet yazarı olmuş, Sovyet sonrası dönemde de ürün vermeğe devam etmişti.
1928’de Kırgızistan’da Şeker köyünde doğdu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları, önce devrimin ekonomik ve sosyal dönüşümlerinin sorunları, sonra 2. Dünya Savaşı’nın olağanüstü meşakkatleri ve nihayet savaşın büyük yıkımlarını telafi etme çabalarıyla çok zor koşullarda geçti. Küçük yaştan başlayarak hem okudu, hem çalıştı. Yetişkin erkeklerin hepsi savaşta olduklarından yaşı küçük olanlara da çok iş düşüyordu, Cengiz de on beş yaşlarında köyün politik organı köy sovyetinde çalıştı veya tarım makinelerinin kaydını tuttu, vb. “Her şey ben çocukken oldu. Savaşın üçüncü yılıydı. Uzaklarda bir yerlerde, Kurak’ta, Orel’de babalarımız, ağabeylerimiz, düşmanla savaşırken, bizler, 15 yaşındaki çocuklar kolhozda çalışıyorduk. Cılız, gencecik omuzlarımız koca adamların işini yüklenmişti. En güç olanı da hasat zamanıydı. Haftalarca evden uzak kalır, günlerimizi, gecelerimizi tarlada, harman yerinde ya da istasyon yolunda ekin taşımakla geçirirdik.”
Aytmatov ailesinin çektiği sıkıntılarda savaş koşulları kadar babanın tutuklanmasının ve idam edilmesinin de rolü oldu. Törekul Aytmatov Milliyetçi Kırgız Partisi’ne mensuptu, parti kendisini feshedip Komünist Partisi’ne katılınca, Türekul da komünist partili olmuştu. Ne var ki, 1937’deki geniş tutuklama ve tasfiyeler başladığında Törekul da bu furyadan nasibini aldı, Aralık başında götürüldü, 11 ay sonra halk düşmanı ilan ve idam edildi. Ama daha sonraki evrede suçsuzluğu kabul edildiyse iş işten geçmiş, Törekul Aytmatov hayatından olmuştu. Aradan geçen zaman zarfında Anne Naima Aytmatova dört çocuğuyla Şeker’de kocasının amcası Alimkul’a sığındı, Alimkul da tutuklanınca, Naima bu kez Törekul’un ablası Ayimkül’ün yanına taşındı, çok geçmeden bu kadıncağız ölünce, Naima çocuklarıyla bu kez küçük görümcesi Karakız’ın yanına gitti. Ayımkül ve Karakız erkek kardeşlerinin eşine ve çocuklarına sahip çıkmışlardı. Törekul’un üç erkek kardeşi de potansiyel suçlu görülerek tutuklandılar. Bunlardan büyük olanı daha sonra savaşta ölecekti.
Anne Naima Aytmatova çok eğitimli bir kadındı. Çocuklarının eğitilmesinde payı oldu. Örneğin Kırgız Türkçesini ve edebiyatını Cengiz’e küçük yaşta öğretti, Rus edebiyatını tanıttı, nu okumaya teşvik etti. Ne ki, kocasının başına gelenlerden sonra “halk düşmanının karısı” damgasını yemişti, kimse ona iş vermiyordu. Çaresiz kalıp partinin Kirovskoe (şimdiki adıyla Kara-bura) yöre sekreterine çıktı, iş istedi, “sen bir halk düşmanının eşisin” diye talebini reddeden sekretere “diyelim ki kocam Törekul halk düşmanı olsun, varın beni de öyle sayın, ama dört çocuğumun ne günahı var, onlar da halk düşmanı mı, halk düşmanı olacak ne yaptılar, açlıktan ölsünler mi?” deyince sekreter “çocuklara bakmak zorunda değilsin, onları Çocukevi’ne ver, devlet onları besler, büyütür, okutur” der. Naima çıkar ve atının bağlı olduğu ağaca kapanarak ağlar, onun bu halini gören bir işyeri sahibi, kadına iş verir. Ne var ki, bu kişi bir Almandır ve 1941’de Alman-Sovyet harbi başlayınca “ortadan kaybolacaktır.”
Aytmatova çocuklarıyla birlikte Şeker yakınındaki Cide köyüne taşınır ve kolhozda muhasebeci olarak çalışmaya başlar. Diğer köylüler gibi onların da hayatı büyük yokluklar, zorluklar içinde geçmektedir.
Toplumunun yaşadığı bu yoksulluk ve zorluk yılları (ilk öyküsü olan) Gazetçik Dyuydo (Gazeteci Çocuk Dyuydo—1952), Ak Gaan (Ak Yağan=Beyaz Yağmur—1954), Trudnaya pereprava (Zorlu Geçit—1956), Litsom ki litsu (Kırgızca Betme-bet kelgende) (Yüz Yüze Gelende—1957), Cemile (1958), Botoköz bulak (Devenin Gözü—1961) Samançıpın holu (Hasat Yolu—1963), ve ilk romanı Matarinskoe pole (Toprak Ana—1963) gibi kitaplarına yansır.
Savaş bütün yönleriyle insana karşı bir felakettir. Deprem, tsunami, sel baskını gibi bir doğa afeti değil insanın kendi eliyle başlattığı bir felakettir. Yaşlılar hariç yetişkin erkeklerin hepsi (oğullar, eşler, kardeşler) cepheye (öldürmeye ve ölmeye) giderler. Cephe gerisinde kadınlar, yaşlılar, çocuklar kalmıştır. Onların en önemli işlevleri bu topyekûn harbi kazanmak için varlarını yoklarını ortaya koyarak çalışmaktır, cephe ardında başarı kazanılmadan muharebe meydanlarında nihai başarıya ulaşılamaz.
Cephe gerisinde büyük kentlerden köylere kadar hayat devam etmektedir, büyük sıkıntılarla, güçlüklerle, imkânsızlıklarla da olsa devam etmektedir. Aytmatov’un başlangıç dönemi yapıtlarına yansıyan yaşam cephe gerisinin köy toplumunu betimler. İnsanların parası yoktur, parası olsa da o paranın faydası yoktur, çünkü parayı harcayacak yer, satın alınacak ürün yoktur. Başta gıda olmak üzere her üründe kıtlık, yokluk vardır. Köyde yıllık hasat zamanları umutla beklenir, hiç olmazsa harman günlerinde biraz olsun doğru dürüst bir şeyler yiyeceklerdir, ama hasat toplanınca (cepheye gönderilmek üzere) nerdeyse tamamına yakınına devlet el koyar, geri kalan miktar en muhtaç olanlardan başlayarak ailelere gıdım dağıtılacaktır. Ümitler bir dahaki senenin hasadını toplamaya kalmıştır.
Fakat en önemlisi cepheden gelen ölüm haberleridir. Yaralanıp sakat kalarak dönenler acınacak haldedirler, ama erkekleri savaşta olan başka aileler komşunun oğlunu, kocasını kör veya kötürüm kalarak da olsa ölümden kurtulduğu için şanslı sayacaklardır. Savaş uzadıkça savaşacak asker ihtiyacı da artar (nitekim 1941- 1945 yılları arasında Sovyetler Birliği’nden tam 22 milyon insan ölmüştür), asker ihtiyacını karşılamak için silahaltına alınma yaşı düşürülür. Yaş aşağı çekildikçe anne için henüz kuzusu olan küçük oğlu da gözyaşları, kaygılar, üzüntüler içinde savaşa –ölümün kol gezdiği bir cehenneme—müziklerle, türkülerle uğurlanır, ilh.
Yukarıda yazdığımız yapıtlardan özellikle “Yüz Yüze Gelende” ve “Toprak Ana”da cephe gerisinin köyünü okuruz.
Aytmatov’un ve ailesinin hem çektiği sıkıntıları, hem de kişiliğindeki özü anlatan bir anıyı buraya aktarmak istiyorum. Kızkardeşi Roza Aytmatova 1995’te Kırgızistan’lı gazeteci Orozali Sadıkulu’na verdiği bir mülakatta ağabeyini anlatırken “beni eğitmedi, ama torun sahibi olduğum bu yaşımda bile yardımıma koşacak kadar her şeyini verdi” dedikten sonra çocukluk yıllarına geri dönüyordu:
“Çocukluğumdan aklımda canlı kalan bir olayı anlatmak istiyorum. Son derece yoksul bir hayatımız vardı, okula başladığımda on yaşındaydım, ablamla ortaklaşa giydiğimiz sadece tek bir çift pabucumuz vardı, ders saatlerimiz çakışmadığı için öyle yapabiliyorduk. Ailede çalışan tek kişi annemizdi.
Daha sonra ağabeyim veterinerlik teknik okuluna burslu devam etmeğe devam başladı. Birgün ablama ve bana birer palto almış, gelmiş. O güne kadar hiç paltom olmamıştı. Rengi bile hâlâ gözlerimin önünde. Annem çok telaşlandı, çünkü Cengiz’in paltoları burs parasıyla aldıklarını öğrenirlerse çok kötü olurdu. Ağabeyim annemi teskin etti, çünkü o hediyeleri bize almak için okul dışı saatlerde tren istasyonunda vagonlarından kömür boşaltma işinde çalışmış.”
Cengiz Aytmatov köyünden çıktıktan sonra Cambul Baytar Mektebi’nde okudu (1946-1948), başkent Frunze’deki (şimdiki adıyla Bişkek’teki) Kırgızistan Tarım Enstitütüsü’nü bitirdi (1953), sonraki üç yıl içinde “kıdamli zootekniker” kadrosunda çalıştı, sonra gazeteciliğe başladı, ilk öyküleriyle dikkat çekince Moskova Gorky Enstitüsüne stajyer öğrenci kabul edildi, sonra Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. İlk eserlerini Kırgızca yazmıştı, daha sonrakilerin çoğunu Rusça yazdı.
Aytmatov’un yaşamı (ve yapıtlarının bir bölümü) doğal ekonomik ilişkilerinin hakim olduğu Kırgızistan’ın (ve 20. yy.da Rusya periferisindeki benzer toplumların) sosyalizm deneyimlerinde şekillenmiştir. Belirleyici öğenin endüstri olduğu ve kapitalizmin az çok geliştiği toplumu esas alan sosyalist kuruluş, prekapitalist, hatta prefeodal ilişkilerin hakim olduğu kırsal bir toplumda hangi zorluklarla, zorlamalarla, sorunlarla karşılaşır diye düşünürsek dünkü Kırgızistan’ı öyle algılayabiliriz.
Kırgızistan’a değişim ve dönüşüm o toplumun kendine özgü iç dinamikleriyle gelmiş değildi, bir anlamda Rusya’dan ithal edilmişti. Çünkü Rus İmparatorluğu devlet olarak tek bir ülke olsa bile, farklı farklı toplumlardan oluşmuş çok uluslu, çok ülkeli birleşik bir ülkeydi. Bu kadar toplumsal farklılıkların üzerinde yer aldığı o denli geniş bir coğrafyayı sadece siyasal bakımdan tek bir ülke sayabilirdik, sosyal bakımdan değil.
1917’ye değin yeryüzünde her hangi bir coğrafyada modernleşme kapitalizmle gelmişti. Çarlık Rusya’sı gibi çok geniş bir ülkede, 100’e yakın ulus, milliyet ya da etninin yaşadığı, büyük çoğunluğuyla kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin hakim olduğu bir kır toplumuna modernleşme dünya tarihinde ilk kez sosyalizmle geliyordu.
Kapitalizmin Batı’da doğması ve Avrupa’yı modernleştirmesi nedeniyle birçok ülkede olduğu gibi Rusya’da da modernleşme = Batılılaşma anlamına geliyordu, 19. yy.da Rus aristokrasisinde Avrupalılaşma isteği vardı, Napolyon Bonaparte ordularının işgaline ve Rus kültürünün büyüklüğüne rağmen Fransız hayranlığı göze çarp maktaydı. Batı toplumu ise Çarlık Rusyasına kaba saba, vahşi, gayrı medeni (vodkasıyla, balalaykasıyla, Çinganıyla, folklorik Kazak veya Kafkas danslarıyla) egzotik bir toplum diye bakardı. Rusya’da kapitalizm daha çok Alman göçmenlerle başlamıştı. Rus sanayiinde ise devletin yatırımları önemli bir yer tutmaktaydı.
19. yy.ın ikinci yarısında St. Petersburg, Moskova, Volgagrad, Kiev gibi büyük merkezlerde kapitalizmin gelişmesine bağlı olarak yaşam az çok modernleşmişti, ama kapitalizm bu devasa kır ülkesinde pek çok yere, özellikle de Rus Çarlığının çevre uluslarının topraklarına ulaşmamıştı. Burjuva demokratik devrimi sadece kentli insana siyasal demokrasi anlamına gelmez, belki ondan daha önemli etkisi kırsal yaşamın demokratikleşmesidir. Feodal mülkiyetin tasfiyesidir. Küçük ve yoksul köylünün topraklandırılmasıdır.
Çarlık Rusya’sındaki burjuva demokratik devrim meşruti parlamentoyu (Duma’yı) ve çok partili hayatı getirmiştir, ama feodaliteyi tasfiye etmemiştir.
Sosyalizm yeni mülkiyet ilişkileriyle birlikte (burjuvazinin yapmadığı) kırsal yaşamın modernleşmesini ve demokratikleşmesini de getirme görevini üstlenecekti. Modernleşme derken (sosyalist dünya görüşünden bağımsız olarak) feodalitenin tasfiye sürecine bağlı olarak o topluma özgü önyargıların, tutuculukların, dinsel mistisizmin, kadın-erkek ilişkilerinde ataerkil tahakkümün bertaraf edilmesini, siyasi demokratikleşmeye paralel olarak insanlar arasındaki ilişkilerin de (toplumun genelinden aile içi ilişkilere, kadın -erkek, ebeveyn-çocuk ilişkilerine kadar) demokratikleşmeyi kastediyoruz. Kısacası burjuva demokratik devrimi büyük kentlerde gerçekleşmişti, ama kırlara ulaşmamıştı.
Şunu da ekleyelim ki, bir göçebe toplumunda sosyalizasyon feodal veya kapitalist bir toplumdakinden daha kolaydır. Çünkü o çoban topluluklarında mülkiyet (ve mülkiyet duygusu) kökleşmemiştir. Tarihsel ereler bakımından toplum henüz birinci işbölümü (hayvan yetiştirme) aşamasındadır, ikinci işbölümüne geçip toprağa yerleşmemiştir.
Tarihsel deneyler göstermiştir ki, karşı devrimin direnişinin ve gericiliğin kırlardaki en önemli sınıfsal temeli hem feodal hem de zengin ve orta köylünün toprak mülkiyetini koruma kavgasıdır. Göçebe obasında, aşiretinde ise az çok ortaklaşa mülkiyet ve güçlü bir topluluk ruhu olduğundan kulakların (tarım burjuvazisinin) ve feodallerin devrime gösterdiği kanlı karşı koyuş (iç savaş) Kırgızistan ve benzeri Sovyet toplumlarda yaşanmamıştı. Bu nedenle Aytmatov’un yapıtlarında yoksulluk, acı ve zorluklar vardır, ama iç savaşın bıraktığı derin izler, hiç bir ulusun başına gelmesi istenmeyecek alt üstlüklerin, düşmanlıkların, kinin nefretin devamı olan derin bölünmüşlükler (üstelik de aynı sınıftan emekçi insanların birbirlerine düşmanlıkları) yoktur.
Bilindiği gibi, devrimci dönüşümlere karşı koyan sınıf ve zümrelerin mülkiyet kavgaları özellikle kır emekçilerinin algısına mülkiyet sorunu olarak yansımaz, dinin ve geleneksel ahlâkın korunması olarak yansır. Yoksul yığınlar için devrimciler “inançsız bolşevikler, komünistler dinimizi, törelerimizi elimizden alacaklar” diye karşı devrimci sınıf ve zümrelerin peşine takılırlar.
Kırgızistan’da devrim/karşıdevrim çatışkısının şiddetli olmamasının bir nedeni kulakların ve feodal mülkiyetin güçlü olmaması idiyse, dinsel bağnazlığın da etkili olmamasıydı. Nüfusun çoğunluğu Müslümancı ama göçebe toplumunun karakterinden ötürü insanlar henüz animizmin etkilerinden çıkmamışlardı. Yani toplum henüz bugün örneklerini sıkça gördüğümüz bir İslam fanatizminden uzaktı. Örneğin Ramazan bile bir ibadet ayı olmaktan çok, insanların şarkılarla, türkülerle, ziyafetlerle, birbirlerine verdikleri küçük hediyelerle ve yaptıkları şirin şakalarla kutlanan bir şenlik ayı gibiydi.
Dediğimizi daha iyi anlatmak için Dadaloğlu türkülerinden veya bazı anonim türkülerden, masallardan, anlatılardan dinlediğimiz göçebe Türkmen aşiretlerindeki yaşamı düşünebiliriz. O obalarda ne hoca efendi hurafeleri vardı, ne de imam veya vaiz taassubu. Örneğin Anadolu’ya gelen ama toprağa yerleşmeden yüz yıllarca yaşayan göçebe Türkmen toplulukları ‘hac farizasını eda etmeye’ giderler miydi acaba? Ne var ki, mozayık olmasıyla ve başka dinlere hoşgörülü davranmasıyla övündüğümüz Osmanlı Müslüman olan ama Sünni olmayan tebaasına hiç de hoşgörülü değildi, devlet yüz binlerce Türkmeni katletmişti. Rus ve Ukrayna kırlarının demokratikleşmesi sosyalist devrimle olduğu gibi, periferi ülkelerinin çağ atlaması da öyle gerçekleşti. Bu aynı zamanda koşulların ve toplumların zorlanması demekti.
1. Dünya Savaşında Almanlarla savaş başlayınca adı St. Petersburg’dan Petrograd’a dönüştürülen başkentte 30.000 işçi, köylü ve askerle Sosyalist Ekim Devrimi gerçekleştiğinde ve işçi, köylü, asker sovyetleri yönetimi ele aldıklarında, yeni hükümetin verdiği ilk talimat --halkın en ivedi ihtiyacının ayakkabı olması nedeniyle-- 150 milyon çift pabuç imal edilmesiydi. Daha uzun sürede gerçekleştirilecek olan ilk kapsamlı yatırım ise periferi ülkeleri de dahil olmak üzere bütün coğrafyanın elektrifikasyon şebekesine kavuşturulmasıydı.
Yazarın ilk dönem yapıtlarına, üretim ilişkilerindeki değişmenin yol açtığı sosyal ya da siyasal sorunlardan çok, modernleşme yüzünden meydana gelen eski ile yeni arasındaki kültür çatışması yansır. Örneğin 1958’de yayınladığı ünlü Cemile böyledir. Eser Cemile isimli bir genç kadının gelenekçi önyargılara ve kadın-erkek ilişkilerindeki tutucu ahlâk ölçülerine rağmen etrafın ayıplayacağı bir aşkı yaşadığı için sevdiği erkeği seçerek kendi geleceğini kendi ellerine almasını anlatır.
Ailesi tarafından rızası sorulmadan zengin biriyle evlendirilmiş köyün en güzel kızı Cemile’nin kocası dört ay sonra savaşa gider. Öyküyü bize anlatan Cemile’nin çocuk yaşındaki kayınbiraderi Seyit’tir. Cemile savaşta bacağından sakat kaldığı için çürüğe çıkartılmış, bilge bir kişiliğe sahip Danyar’la birlikte cephe gerisi hizmetlerde görev alır, muharebe alanına zahire taşır. Kocası eşine hiç mektup yazmamakta, sadece ailesine gönderdiği mektubun sonunda ‘karım Cemile’ye selam ederim’ demektedir.
Bir süre sonra Cemile’yle Danyar arasında bir aşk doğar ve iki genç kaçarlar. Savaştan sonra kocası dönüp durumu öğrendiğinde kızarsa da, fazla aldırmaz, yeniden evlenir. Seyit ise büyüyecek, başarılı bir ressam olacak ve Cemile’yle Danyar arasındaki aşkı imrenerek, özleyerek -bir çocuk aşkıyla- anımsayacaktır. Fransa’nın uluslararası üne sahip şairi Louis Aragon yapıtı “okuduğum gelmiş geçmiş en güzel aşk hikayesi” olarak niteler.
“Ey Alfred de Musset, Kırgız boylarındaki bu Ağustos gecesini de, otuz yaşında hayatını ve gücünü hiç kaybetmediğini söyleyebilen bu genci kıskanmalısın dostum! (...) İşte şimdi bu kentte, Villon, Hugo, Baudelaire’in Paris’inde, kralların ve devrimlerin Paris’inde, ressamların yüzyıllık Paris’i olmakla övünen her taşı ya bir tarihi, ya bir efsaneyi hatırlatan şu Paris’te Werther, Bérénice, Antonius ve Kleopatra, Manon Lescaut, Education Sentimentale, Dominique, hepsi birdenbire gözümden düşüverdi. Çünkü ben Cemile’yi okudum. Romeo Juliet, Paolo ve Francesca, Hernani ve Dona Sol, artık bunların hiçbiri gözümde yok, çünkü ben ikinci cihan savaşının üçüncü yılı yazında, 1943 yılının o Ağustos gecesinde Kurkureu vadisinde bir yerde zahire arabalarıyla giden Danyar ve Cemile’ye, bunların hikayesini anlatan küçük Seyit’e rastladım.” (aktaran Mehmet Haldun)
Kırgızistan 80. yaş günü nedeniyle 2008’i Cengiz Aytmatov yılı ilan etmişti ve etkinlikler yazarın doğum günü olan 12 Aralık’a kadar sürecekti. 24 yaşından başlayarak komaya girdiği 14 Mayıs 2008’e kadar Cengiz Aytmatov’un edebiyatta ve sinemadaki bütün mesleki yaşamı aynı zamanda Kırgızistan toplumunun da seksen yıllık serüvenidir. Çarlık Rusyası merkezde Sovyetler Birliği’ne dönüştükten sonra Kırgızistan önce özerk Sovyet bölgesi kabul edildi, 1926’de Kırgız Otonom Sovyet Cumhuriyeti, 1936’de ise statüsü birlik cumhuriyeti oldu. Bugünkü nüfusu 5 milyona varan ülkenin insanlarının yarısından biraz fazlasını Kırgızlar oluşturur, diğer milliyetlere gelince başta Özbekler olmak üzere, Kazaklar, Ruslar, Ukraynalılar, Tatarlar, Tacikler, Özbekler, Uygurlar ve başka birçok etni yaşamaktadır.
1920’lerde Kırgızistan göçebe ağırlıklı bir toplumdu, nüfusun çoğunluğu toprağa bile yerleşmemişti, tarım yapılan arazilerde ise kapitalist değil feodal mülkiyet ilişkileri vardı. Daha yirmi yıl öncesine kadar güneyde bazı Özbek kabilelerinin “kışlaki”leri, kuzeyde ise az da olsa Kırgız “kıştaki”leri kalmıştı.
Başkent Bişkek’in nüfusu 1913’te 14 bin iken, 1926’da Frunze adıyla özerk cumhuriyetin başkenti olduktan sonra 30 bine ulaşır, 1991’de tekrar Bişkek ismine geri dönen başkentin nüfusu 800.000’e yaklaşmaktadır. Sanayileşmede bunca yol aldıktan sonra bile nüfusun ancak yzde 40 kadarı kentlerde, yüzde 60’ı kırlarda yaşamaktadır.
Göçebe toplumunu toprağa yerleşik tarım toplumuna dönüştürmekle başlayan sosyalizasyon ve modernizasyon zamanla büyük hidroelektrik santralları ve madenciliği de kapsamış, antimuan, cıva, kok kömürüyle madencilik gelişmiş, neticede Sovyet ekonomisindeki iş bölümü gereği büyük şeker fabrikalarıyla, makine endüstrisi, inşaat malzemeleri üretimi, maden izabe fabrikaları ve fırınlarıyla Kırgızistan’a öncelikler tanınmıştı. 1970’lerden sonra doğal gaz üretimi ülke ekonomisinde önem kazanmıştır. Şekerden başka tarıma dayalı üretimde yünlü, pamuklu ve ipekli dokumacılık, konservecilik vardır.
Çoban toplumunun devamı olarak hayvancılık sığır, koyun ve keçi yetiştirmesiyle gelişkindir; ama ilginç bir özellik olarak dağlık yörelerde at yetiştirilmektedir. Makineleşen bir toplumda at ne işe yarar derseniz, kırsal yörelerde at hâlâ bir taşıma enerjisi anlamına geldiği gibi, at eti bir besin maddesidir de, ama en önemlisi at sütü olan kımız hâlâ ülkenin ve bölgenin önde gelen içkisidir. Batı toplumunda at, konkurhipikler gibi elit bir spor ve pahalı bir keyif, at yarışlarıyla kitlesel kumar amaçlı bir binek hayvanken, Kırgızistan’da yenilmekte ve içilmektedir. Çoğumuza çok olağan gelse bile gerçekte şaşırılması gereken sosyal çelişkilerden birisi de işte atın dünyadaki bu durumu olsa gerektir.
Kırgızistan’da attan söz edince Aytmatov’un en önemli eserlerinden birisini daha anımsamamak elde değil: Proşçay, Gül sarı (Elveda Gülsarı—1966) kitabında anlatılan ihtiyar sığırtmaç Tonabay ile kendisi gibi yaşlanmış atı Gülsarı arasındaki bağın duygu ve duyarlılık yüklü şiirsel öyküsünün Kırgızistan’dan çıkması tesadüf değildi. Orta Asya Türklerinde erkek ve atı iki yakın arkadaştı. Hikâyemizde Tonabay ve Gülsarı birer yaşlı arkadaştırlar, yazarın yazdığı gibi “yaşlı at ile ihtiyar adam terkedilmiş bir yolda yapayalnızdırlar.”
Bizde “Kopar Zincirlerini Gülsarı” adıyla tanınan yapıtta yazar kendi toplumunun insanını, onun iyi kalpli sıcak insancıllığını, doğayla barışıklığını ve geleceği kurma çabasındaki iyi niyetini edebi ustalıkla vermiştir. Öykü gerçekte geçmişle bugünün çatışması, geçmişin irdelenmesi ve eleştirilmesidir.
Ne var ki, kuşağının kimi genç devrimci yazarlarından farklı olarak Aytmatov geçmişi yerden yere vurmaz, tarihin getirdiği geleneksel ve kültürel birikimi yadsıyarak yarının kurulamayacağına inanır. Tonabay ve Sarıgüle sevgiyle yaklaşır.
Aytmatov kendi toplumunda hem eskinin hem de yeninin insanını yakından tanıdığı için yaşanılmakta olan toplumsal, kültürel ve siyasal olguyu insan boyutuyla kavrar, kaba bir devrimcilikle eski kuşağın insanını reddetmez, onu anlar ve yarına giden yoldan kucaklamaya çalışır.
Ortada sanayi proletaryası şöyle dursun, tarım veya hizmet işçisi bile yoktur. Böyle bir durumda sosyalizmi genç kuşaklar sahiplenecektir. Yani sosyalizmin kurulması evresinde sınıf mücadelesi olarak yansıyan karşıtlaşma, öyle bir toplumda kuşaklar arası farklılaşma olacaktır.
Cengiz Aytmatov kendi kuşağından pek çok genç gibi yeni yaşam mücadelesini seçti. Hayata tarım alanında bir teknisyen olarak başlaması rastlantı değildi, çünkü o kır toplumunda başka üretim yoktu ve dönüşüm için yapılacak ilk iş tarım ve toprak reformuydu.
Ne ki, Aytmatov’un yazdıkları siyasi ajitasyon olmayıp, edebiyat değeri taşıyan ve insanı, insanın iç dünyasını şiirsel bir duyarlılıkla anlatan yapıtlardı. Edebiyat bireyselle toplumsalı estetik düzlemde buluşturuyorsa, ya da başka bir iadeyle toplumsalı bireyle ifade ediyorsa, Aytmatov tam da bunu yapmıştır. Yapıtlarında her şeyden önce edebi lirizm ile anlatılmış gerçekliğin ta kendisi vardır; lirizm doğayla bütünleşmiş bir duygu yoğunluğunu, şiirli anlatımı ve insanın ruh halinin duyarlılıkla algılamasını yansıtır. Gerçeklik ise toplumun yaşadığı sıkıntılarıdır, bocalamalarıdır. Toplumun transformasyonu bir de son derece yıkıcı bir savaşın koşullarında geçiyorsa o denli tarifsiz sıkıntılar ve sorunlar içindeki bireyin usta bir betimleyicisidir Aytmatov.
Yukarıda değindiğimiz çeşitli eserlerine yansıyan ahlâk farklılaşmasını, kendi dünya görüşünün felsefi boyutları içinde bir kez daha ele aldığı Belyi parachod (Beyaz Gemi—1971) öyküsünde kişilerin iç dünyalarını derinlik ve ustalıkla işlerken ülkesinin insanını doğal ortamında ve folklorik özellikleriyle bize tanıtır.
Çoban toplumu Kırgızistan’da merkezi planlamanın yaptığı ilk iş tarımsal dönüşümler oldu. Bu da tarımda kollektivizasyondu, devlet üretme çiftliklerinin oluşturulması, kolhozların, sovhozların ve kooperatiflerin kurulmasıydı, tarımın makineleşmesiydi ve köylünün hem teknik bakımdan eğitilmesi hem de zihniyet bakımdan yeni sosyal ve kültürel ilişkilere hazırlanmasıydı. Bu nedenle, çiftlikler kurulurken, toprakta kolektif mülkiyete dayalı üretim üniteleri oluşturulurken, topraklandırılmış küçük ve yoksul köylü sovhozlarda ve kooperatiflerde örgütlenirken, henüz toprağa bile yerleşmemiş göçebe (çoban) toplulukları için yerleşim merkezleri de kuruluyor, hatta bu yerleşim birikimlerine bir göçebe terimi olan “kışlak” (Kırgızca'da “kıştak”) adı veriliyordu.
Devrimin kırsal toplumda eğitim alanında yaptıkları sadece teknik eğitim değildi, okuma-yazma kursları, ilköğretimin ıslahı ve dönüşümlerin örnek öğretmenlerle yeni kuşaklara kavratılması eğitim faaliyeti arasındaydı. Yazarın ilk kez 1961’de ulusal nitelikli bir öğretmen gazetesi olan “Kırgız mugalimder gazetası” nda Birinci Mugalim adıyla anadilinden yayınladığı kitap Duyşen isimli bir köy öğretmeninin profilidir. Türkiye’de ilk kez 1964’te Memet Fuat tarafından de Yayınları’ndan “Öğretmen Duyşen” adıyla (İngilizce’den Ülkü Tamer’in çevirisiyle) sunulan ve büyük ilgi toplayan öyküde ekonomik, sosyal ve kültürel atılımların başladığı yıllarda devrimci bir köy öğretmeninin köye, köylülere ve öğrencilerine kazandırmaya çalıştıkları anlatılır. O zamanlar öğretmenine hayran Altınay yıllarca sonra Sovyet Yazarlar Birliği üyesi ünlü bir kadın yazar ve bir üniversite öğretim üyesi olarak köyüne gelir, okuduğu ilkokula adının verileceği törene katılır, bu vesileyle eski yılları anar, aydınlanmasına neden olan sonra da kendisini teşvik ederek kente okumaya gönderen ve bugünlere gelmesinde başlıca âmil olan –o zamanlar çocuk aşkıyla sevdiği- sevgili öğretmeni Duyşen’i arar, onun sonraki yaşamını ve akıbetini merak eder. “Öğretmen Duyşen” (bir başka basımındaki adıyla “İlk Öğretmen”) Türkiye’de bugün kendisine “1968’liler” adını veren devrimci gençlik kuşağında bir kült kitap olmuştu. Yapıt daha sonra “İlk Öğretmen” adıyla TRT tarafından Türkiye’ye uyarlanarak filmleştirilmiştir. Duyşen Öğretmen Anadolu köyünde Derviş Öğretmen olacaktır.
Ama yazarın Türkiye’de veya Sovyetler Birliği’nde yapılmış en başarılı sinema uyarlaması “Selvi Boylum” öyküsünden Atıf Yılmaz gibi bir ustanın yeteneğiyle yapılmış Selvi Boylum Al Yazmalım filmidir (1977). Öykü yazarın Rusça’dan yayınladığı Povesti gor i stepey (Dağ ve Bozkır Hikayeleri—1969) de yer alır.
Aytmatov her şeyden önce kendi toprağının insanıydı ve yapıtlarında bu insanı anlattı o atmosferi yansıttı. Çocukluğundan başlayarak büyükannesi Aykız’ın anlattığı efsanelerle, masallarla büyümüştü, halk ozanlarının kopuz çalarak yaptığı atışmaları, doğaçlama şiir ve türkü yeteneklerini izlemişti, başta Manas olmak üzere halk içinde yazılı olmadan dilden dile ulaşan, halkın kattıklarıyla sürekli zenginleşen, türküleşen, şiirleşen destanları tekrar tekrar dinledi, türküleri söyledi ve o toplumun a) doğa-insan uyumunu, b) folklorik öğelerini içselleştirdi. Yıllar ilerledikçe, özellikle Moskova’daki yüksek edebiyat etütleri yıllarında Rusça’yı daha iyi okuyup yazmaya başlayınca ve büyük Rus edebiyatına yoğunlaşınca o edebiyatın olağanüstü zenginliğiyle de donandı. Oradan evrensele yöneldi.
Yazar “yerelle everenseli yapıtlarında birleştirip sentezleştirmiş sanatçıdır” diye bir genelleme varsa, Aytmatov bunu en iyi başarmış dünya edebiyatçılarından birisidir. O Kırgızistan bozkırlarının efsanelerini, ezgilerini ...insanını evrensele taşımış, günümüz toplumunda somutlaştırmış ve toplumsal çoğulu insan tekilinde yoğunlaştırmış sanatçıdır. Örneğin, kendi ifadesiyle, Beyaz Gemi’deki masal tiplemesi Geyik Ana günümüz toplumunun gerçek kişiliğiyle bire bir örtüşür:
“Efsane ve mitler üzerine düşünecek olursak, onlar halkın gerçek yaşam deneyimleridir, felsefesi ve tarihidir. Efsanelerin masalsı fantastik dünyaları büyük değer taşır...
DeÙiz Boyloy Jortkon Ala Döböt (Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek—1977) efsanenin günümüz edebiyatında ve çağdaş yaşamında nasıl ustalıkla kullanıldığının seçkin bir örneğidir. Sibirya’daki bir balıkçı kabilesine özgü Şamanist bir inançtan yola çıkar, masalın kahramanı bir ördektir. Oysa Sibirya gibi koskoca bir coğrafya yeryüzünde en az bilgi sahibi olduğumuz diyardır. Yani o belde hem ta dünyanın içindedir, hem de bizim dünyamıza o denli uzaktır. Örneğin bugüne değin kaçımız bir “balıkçı kabilesinin” var olduğunu biliyorduk? İşte yereli evrensele, efsaneyi gerçeğe taşımak böyle bir şey olsa gerek.
1990’da Rusça’da (Beloe oblako Chingiskhana), 1992’de ise Kırgızca’da (Çıngızxandın ak bulut) yayınladığı “Cengiz Han’ın Ak Bulutu” öyküsünde yine böyle bir efsane bize aktarılır. Türkçe’ye “Cengiz Hana Küsen Bulut” adıyla aktarılan hikayede, yazarın adaşı bir tarihi şahsiyet olan Cengiz Han’ın başının üzerinde gökte beyaz bir bulut dolaşırmış ve hakanın her gittiği yerde onu korurmuş.
Rivayete göre, Cengiz Han savaşta subaylarının evlenmesini yasaklamıştır. Buna rağmen subaylarından birisi seferde bayrak diken genç bir terzi kadına âşık olur, gizlice evlenirler, çocukları olur. Bu evliliği öğrenen Cengiz Han iki genci de idam ettirir. Bakıcısı çocuğu Hanın hışmından korumak için ordugâhtan çöle kaçırır: O anda beyaz bulutu Cengiz Han’ı terkeder, çocukla dadısının başları üzerine gider, bundan böyle artık onları koruyacaktır. Bu öykü Sovyet sisteminin eleştirisi olarak nitelendirilmiştir. Öykü, “Gün Uzar Yüz Yıl Olur” isimli kitaba bir bölüm olarak hazırlanmışken, sonra yazar tarafından ayrı bastırılmıştır.
1980’de yayınladığı I dol'she veka dlitsya den' veya Kırgızcası : Kïlïm karïtar bir kün) (“Gün Uzar Yüz Yıl Olur” veya “Gün Olur Asra Değer”) adlı roman tekrar sistemin eleştirisi ve özeleştirisidir. Eleştiri ve irdeleme Sovyetler Birliğinde somutlaşmakla birlikte onu sadece o toplumla sınırlamak kavramı daraltmak olur. Eleştiri aynı zamanda genel insan toplumuna ve insanın dünden bugüne devam eden boyun eğme eğilimine yönelik everensel bir eleştiridir.
Kırgız tarihinde Avarlar (Batı’nın adlandırmasıyla Juan-Juan’lar) Naymanlara karşı yaptıkları akımlarda tutsak alıp götürdükleri insanlardan genç, güçlü kuvvetli erkeklerin kafasına sıkı sıkı deve derisi geçirirlermiş, zamanla başlarını sıkan derisi nedeniyle insanlar belleklerini ve düşünme yeteneklerini yitirmeye başlarlarmış, saçları da uzayamayıp kafataslarının içine dönünce acıdan çıldırıp tamamen efendilerine itaat eden beyinsiz, belleksiz yaratıklar haline gelirlermiş. Hiç bir şey düşünmez, hiç bir şeye aldırmaz sadece efendilerinin vereceği emirlere itaat ederlermiş Bunlara “mankurt” denirmiş. Cengiz Aytmatov “mankurtlaştırmak” ve “mankurtlaşmak” terimini kullanmış ve günümüz insanının hâlâ mankurtlaşmaya ne kadar yatkın olduğunu üzülerek söylemiştir.
Mankurtlaşma aynı zamanda insanın yabancılaşmasıdır, kişi ya baskın ve baskıcı olan karşısında mankurtlaşmakta veya toplumdaki egemen kültler, beyin yıkamalar, konformizmler karşısında kendini onlara esir kılmaktadır. İnsan önce kişiliğini törpüler, zihniyetini köleleştirir, beynini ve belleğini bu yabancılaşmaya (boyun eğişe göre) biçimlendirir.
Yazar bu kavramı sadece ‘Gün Uzar Yüzyıl Olur’da değil, ‘Cengiz Han’a Küsen Bulut’ta, ‘Dişi Kurdun Rüyaları’nda (Mechty volchitsy), Beyaz Gemi’de de kullanmıştır. Tavro Kassandri (Kassandra’nın İşareti--1995) yukarıda son olarak andığımız yapıtlarıyla birlikte algılanması alınması gereken sosyal saptama ve uyarılardır.
İlyada destanında tanıdığımız Troya Prensesi Kassandra, antik mitolojide Kral Priamos’un kızı, Paris’in kız kardeşidir. Özelliği toplumun veya bir insanın başına gelecek felaketleri önceden görüp haber vermesidir. Ve Troya’nın başına gelecek olanları da haber verir, ama kimse ona inanmaz. Efsanenin çağdaş kültüre yerleşmesinden bu yana “Kassandra’nın Çığlığı” yazı diline yerleşmiş bir tabirdir.
Aytmatov’un yapıtında ana rahmindeki küçük embriyonlar doğduklarında dünyada başlarına gelecekleri bildiklerinden doğmak istememektedirler. Bu reddiyelerinin bir emaresi olarak annenin yüzünde gitmeyen bir ter damlacığı (Kassandra’nın İşareti) oluşmaktadır. Yazar burada gen teknolojisinin doğuracağı tehlikelere parmak basar. Ayrıca silahlanmayı eleştirir, doğacak her bebeğe yüz kurşun düştüğünü söyler.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız eserlerinin ve yazarlık özelliklerinin de göstereceği gibi Aytmatov doğa ile insanın uyumunu derinlemesine kavramış, insanın doğadan kopamayacağını, doğaya yabancılaşırsa kendi özüne de yabancılaşacağını söyleyen ve doğadaki bütün canlıları bir bütün olarak gören, insanın hayvana üstünlük kurmasını reddederek, hayvanı insanın kardeşi olarak niteleyen bir yazardı.
Çağdaş dünyanın bugün benimsemiş olduğu doğa ve insan bilincini 1975’te yayınladığı Erte kelgen turnalar (Erken Gelen Turnalar)da dile getirmişti. İnsanın doğadaki diğer varlıklar karşısında edinmesi gereken evrensel ahlâkı vurgulayan yazar, insanın doğaya saygı göstermesini, kendisini doğadaki hayvan bitkilere eşit görmesini, üstünlük taslayarak onlara zarar vermemesini ister.
* * *
Aytmatov genç yaşından başlayarak itibar ve ikbal gördü. 1956’da Yazarlar Birliği’ne kabul edildi, aynı yıl Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne, sonraki yıllarda Birliğin sekreterliğini yürüttü, 1963’te Lenin Edebiyat Ödülünü, 1968 ve 1983’te iki kez Sovyet Edebiyatı Büyük Ödülünü aldı, 1959-67 arasında Sovyet Edebiyat dergisi Nova Mir’in editörlüğünü üstlendi, Kırgızistan Komünist Partisi MK üyeliğinde bulundu, 15 yıl Yüksek Sovyet Presidyumu (parlamento) üyesi oldu ve Yüksek Sovyet Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlığını yürüttü, Devlet Başkanı Mikhail Gorbaçov’un yanında danışman olarak çalıştı, UNESCO, Benelüx ve Avrupa Birliği Büyükelçilikleri yaptı.
Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Kırgızistan Cumhurbaşkanı olması istendiyse de öneriyi kabul etmedi.
Sesonline.net 19.06.2008
|