'Zanqırt köyü katliamı...' Yalçın Yusufoğlu

09 Mayıs 2009 01:17  

 

'Zanqırt köyü katliamı...' Yalçın Yusufoğlu

"5 Mayıs gecesi meydana gelen toplu öldürme olayı ülkede şok etkisi yaptı. Sadece bizde değil, ertesi günkü Batı medyasında da habere hayli geniş yer verildi. Olay değişik yönleriyle pek çoğumuzca bilinen, ama çoğu zaman o ölçüde önemsenmeyen bazı gerçekliklerin yüzümüze tokat gibi inmesiydi. Aksi halde (ne denli dehşet verici olursa olsun) bu kadar sarsıcı bir etki yapmazdı. Oysa 2010’lu yılların Kürt halkı realitesi budur. Bu realiteyi kabul etmediğimiz veya iyi tanımadığımız için durumun ne kadar vahim olduğunu göremeyebiliyorum..."

44 can, 70 çocuk

5 Mayıs gecesi meydana gelen toplu öldürme olayı ülkede şok etkisi yaptı. Sadece bizde değil, ertesi günkü Batı medyasında da habere hayli geniş yer verildi.

Olay değişik yönleriyle pek çoğumuzca bilinen, ama çoğu zaman o ölçüde önemsenmeyen bazı gerçekliklerin yüzümüze tokat gibi inmesiydi. Aksi halde (ne denli dehşet verici olursa olsun) bu kadar sarsıcı bir etki yapmazdı. Oysa 2010’lu yılların Kürt halkı realitesi budur. Bu realiteyi kabul etmediğimiz veya iyi tanımadığımız için durumun ne kadar vahim olduğunu göremeyebiliyorum.

Bugün Mazıdağı diye bilinen ilçe 1937’ye kadar Derik kazasına bağlı bir nahiyeydi. Tarihsel olarak Diyarbekir’den Şam’a giden yol üzerinde bulunduğu için adı Şamrah’tı (Şam Yolu.) Kürtçe yazılışıyla Şamrax (Kürtçe’de gırtlaktan “h” sesi alfabede “x” harfiyle ifade edilir.) Orada aynı isimli bir kale de vardı. Köyün adı Zangırd resmi kayıtlarda Bilge olmuş. Haksızlık etmeyelim, Köyün ismini Türkçeleştirenler kafadan atmamışlar: Diyarbakır’ın 1977-80 arasındaki sosyalist belediye başkanı Mehdi Zana’nın soyadı “bilge, bilgin” anlamına geliyor. Yöre sakinlerinin belirttiğine göre-- Çarkâne (Dört Çeşme) diye anılan bir mesire yeri. (Türk devleti o kırsal mahallin bile adını Türkçeleştirmiş ‘Kırçeşme’ yapmış.) Aynı zamanda bir ziyaretgâh bulunduğu için sadece yakın çevreden değil bölge dışından da konuk çekiyormuş. Ayrıca köyde alabalık yetiştiriliyormuş, dört tane de balık lokantası varmış. Köy sakinleri İzol aşiretine mensupmuşlar. Ayrıntıları, olay yöresinin ücra bir köy olmadığını işaret etmek için aktardım. Yapılan TV röportajlarından da dikkat edildiği gibi, kadınlar dâhil köylüler (kendi aralarında sadece anadillerinden konuşan köylüler) bir kentli gibi akıcı Türkçe konuşabiliyorlar. Bu da köyün kendi içine kapalı bir köy olmadığını, sakinlerinin şehirlerden (hatta Erzurum’dan bile) gelen, Türkçe konuşan ziyaretçilerle temasa alışkın insanlar olduklarını gösteriyor. (Kapalı Kürt köylerinde --özellikle köylü kadınların—Türkçeleri zayıftır. Erkekler okulda öğrendikleri Türkçeyi askerlik yarken ilerletirler. İlköğrenim mecburi olduğu halde kadınlar çocukken okula gönderilmemişlerdir. Burada ise yetişkin kadınlar da, kız çocukları da zorluk çekmeden Türkçe konuşmaktadırlar.)

KATİL VE GÂSIP KORUCULUK

Kürt realitesinin fazla aldırmadığımız boyutlarından biri koruculuk sistemi. Elbette tek boyut bu değil, hatta en önemli boyut da değil, fakat siyasetle doğrudan ilişkili olduğu için, sistemi (devleti) doğrudan ilgilendirdiği için en başta bu nokta üzerinde durmak gerekiyor.

İçişleri Bakanının da itiraf ettiği gibi, öldürenler de, ölenler de korucu ailesine mensupturlar. Tutuklanan faillerin birisi 14 yaşında çocuk, diğerlerinin hepsi de devletin silahlı, maaşlı korucuları. Gerçi devlet vermese de oralarda yetişkin erkekler ya bizzat silah sahibidirler veya her isteyen kolayca silah bulabilir. [Kenan Evren cuntası darbe yapar yapmaz silahları toplama emri çıkardığında, silah teslim etmemiş durumuna düşmemek ama asıl silahlarını da korumak için erkekler bozuk tabanca. av tüfeği, Karadeniz yapımı kalitesiz silah satın alıp devlete onları teslim etmişlerdi. Birçok yerde görevliler kayıtları tahrip ediyorlar ve hurda silahları tekrar piyasaya sürüyorlardı.]

Hatırlanacağı gibi, üç hafta önce Genel Kurmay Başkanı Başbuğ koruculuk sistemini övgüyle savundu. Son olaydan sonraki basın toplantısında Genel Kurmay sözcüsü savunmayı sürdürdü (8.5.2009.)

Katliamın korucular tarafından işlenmesinin emsal alınamayacağını söyleyenler çıkabilir, ama korucular kırsal bölgelerde kriminalitenin başlıca unsurlarıdırlar. Resmi rakamlar korucuların üçte birinin köy yakma, ırza geçme, cinayet, kız kaçırma, gasp, kaçakçılık, uyuşturucu trafiği dâhil altmış çeşit suçtan kovuşturulduğunu söylüyor. Kovuşturulmayan suçlar ve suçlular rakamlara dâhil değil.

Yaşanan olayla ilgili söylenen pek çok şey arasında ayrıntıların doğru olanları çok geçmeden ortaya çıkacaktır, ama ilk bilgilerin elverdiği kadarıyla parmak basılacak husus şudur: 16 yıl önce 8 kişi gelip cinayet işlemişler, “PKK yaptı” süsü vermişler. Fakat böyle şeyler gizli kalmayacağı için katillerin kim olduğu hemen öğrenilmiş. Caniler yakalarını sıyırmak için yakınlarıyla birlikte korucu yazılmışlar. Onlar yazılınca mağdurlar da korucu olmuş. Böylece hem suç işleme amacıyla korucu olmak için, hem de katil koruculardan korunmak için en emin yol korucu olmak, maaşa, bedava silaha, suç işleyebilme imtiyazına ve devletin korucu korumasına sığınmak yol olmuş. Herkes korucu olunca, korucu olmayan aileler köyü terketmişler.

Belirtilen ikinci önemli nokta, köyden göç etmiş olanların arazilerine, evlerine korucuların konmalarıdır. Gâsıp korucular devletin adamı oldukları için el koydukları arazilerin kadastrolarını, mülk kayıtlarını da değiştirmişler. Yakın zamanlarda mal sahipleri köylerine geri dönünce topraklarını geri almak isteyince korucular gaspettikleri mülkleri geri vermek istememişler. Yani, sorunlardan birisi budur. Kadın, çocuk herkesin öldürülmesi vâris kalmasın diyedir.

CANİNİN CAHİLİ, OKUMUŞU

Konuştuğumuz köydeki bu durum devletin boşalttığı 3225 köy ve mezrada yaygındır. Oradaki insanlar gönderilince devleti koruyan korucular oradaki ekilebilir araziler el koymuşlardır. Sahiplerinden geri dönenler olursa toprakları onlara verilmemektedir. Bir başka iddia alabalık çiftliğine konmak için yapılmış.

Sabah Gazetesinden (Batman’daki genç kız intiharlarını incelemesiyle tanıdığımız) Müjgan Halis “korucular devlet benim” şeklinde davranıyorlar” diyor ve bir köylünün mealen ‘korucular zamanlarının % 10’unu görevlerine ayırıyorlar, asıl zamanlarını kendi çıkarlarına harcıyorlar” dediğini söylüyor.

Koruculuk tartışmasında bazıları “cahil insanların eline silah verildi, korucular eğitilsin” diyenler çok. Pekala: 17.000 faili meçhullerin failleri Jitem’ciler, özel timciler eğitimli, hem de mektep eğitimli değil miydiler? Yani sorun korucuların cahil olmalarından gelmiyor. Şiddet sizin yönteminizse ve “insan öldürsün” diye özel istihdam yapmışsanız, bunun cahili, eğitimlisi olmaz. Savcının serbest bıraktığı üç sağlıkçı sendikacıyı şehir dışına götürüp kafalarına sıkan görevli Harbokulunda okumamış mıydı? Bir Vietkong teğmeninin kafasına sıkan Güney Vietnamlı subayın rütbesi general değil miydi?

Korucu cahildir deyip geçmeyin: Konuştuğumuz olaydaki katil korucular son derece planlı ve profesyonelce davranmışlar. Tam yatsı namazını beklemişler. Maskeli gelmişler. Gittikten sonra geri gelip acaba kurtulan oldu mu, ölmeyenler ayağa kalktılar mı diye bakmışlar ve cesetlere şarjör boşaltmışlar. Böylece korucuların öldürmek için kiralandıkları; öldürmek için koşullandırıldıkları bir kez daha görülmüştür.

Ecevit koruculuk sisteminden hoşnut değildi. Öcalan Türkiye’ye getirildikten sonra arada bir “koruculuk kalksın” derdi. Onu dinleyen kimdi? Başbakan da olsa gücü elbette yetmezdi. İlker Başbuğ koruculuk sistemini savundu, Başbakan Erdoğan istese bile kaldırabilir mi?

Dağda 5000 kişilik PKK mensubunun bulunduğu bildiriliyor. Bölgede 200 bin kişilik orduya ilaveten halen 70-80 bin kişilik korucu var. Yetmediğine göre korucu sayısını arttırmak lazım!

KÜRDÜ KÜRDE KIRDIRMAK...

Koruculuk sistemi 1984’te büyük demokrat, emsalsiz devlet ve siyaset adamı ve Ulu Önder’den sonra gelen İkinci Türk büyüğü Turgut Özal’ın Kenan Evren’le birlikte Kürt halkının başına çıkardığı bir beladır. Ama Kürt aşiretlerini birilerine karşı silahlandırmak ve yetkilendirmek I. Selim’in (Yavuz) Nakşi Şeyhi Bitlisi’ye verdiği vazife ve imtiyazdan beri devlet politikasıdır. 1895’te Ermenilere karşı silahlandırılan, başlarındaki Osmanlı zabitleri katliam için St. Petersburg’da eğitilen Hamidiye Alaylarının bugünkü şeklidir. O sırada Ermeni Kürde kırdırılmıştı, şimdi ise Kürt Kürde kırdırılıyor. Hamidiye Alayları da bugünkü korucular gibi baş belasıydılar, gene bugünküler gibi aşiretler olarak istihdam ediliyorlardı.

Cumhuriyetin ilk dönemlerinde meydana gelen 19 Kürt isyanına Genel Kurmay arşivleri uluslararası literatürde kullanılan pasifikasyon (bastırma) kelimesi yerine ikame olarak “tedip harekâtı” der. Son çeyrek yüzyılın “geçici korucu sistemi” ise hoşa gitmeyen Kürtleri tedip etmek için orduya yardımcı olacak paramiliter ve aylıklı Kürt grupları kurmaktır. Bunu yaparken de aşiret yapısından yararlanmaktır.

Ulusal demokratik Kürt siyasi hareketi feodal dokuyu ve hatta feodal kültürü parçalarken, ağa otoritesini yıkarken, onun feodal otoritenin üstüne siyasi otoriteyi getirirken, hatta feodal kültürü değiştirip siyasetin kurallarını ikame ederken) koruculuk sistemi aşiret dokusunu güçlendirmiştir. En göze çarpan örnek Siverek’li Bucak aşireti ve onun eski milletvekili korucubaşı ağasının devletle ve paralel devletle (Susurluk’la, Ergenekon’la) içli dışlı olmasıdır.[Yazıyı ağırlaştırmamak için Bucaklar, Jirkiler gibi bazı korucu aşiretleri bir başka yazıya bırakalım.]

GELENEKSEL TOPLUM

Zangırd faciası olmadan da koruculuk sistemi elbette sorgulanmalıydı ve sorgulayanlar vardı, 25 yıllık düşük yoğunluklu savaş ve onun koruculuk sistemiyle, Jitem+ korucu+ itirafçı marifeti olan 17 bin faili meçhul cinayetlerle şiddet öğesinin arttığı doğrudur. Ne var ki, arazi ihtilafları, su paylaşımı kavgaları, başka maddi menfaatler, “namus cinayeti” adını alan kadının özne değil nesne olduğu kız kaçırmak (başlık parası vermemek), iğfal etmek, başkasının “malı” olan bir kadınla ilişki kurmak gibi olaylarda şiddet yoluna başvurmak bölgenin –özellikle kırsal yörelerin—kültüründe vardır. Kişiler arasında başlayan kavgalar aileler ve aşiretler arasına dönüşebilmektedir.

Hiçbir neden olmadan kendiliğinden çıkmış bir kavga sonucunda bir kişi ölmüşse, öldürülen taraf intikam için karşı taraftan bir erkek öldürür. Kan davası böyle başlayabilir, ama başlayan ve süregelen kan davalarının çoğu demin yazdığımız nedenlerle başlar. Tecavüze uğrayan bir kadın veya kendi rızasıyla başka bir erkekle bağı olduğu anlaşılan ya da ailesinin sattığı erkeğe varmayıp kaçan kadın öldürülürse bu taammüden kadın öldürmeye namus cinayeti deniliyor ve şiddet ailenin en dar çekirdeği içinde gerçekleştiği için o genç kızın öldürülmesiyle kan davası başlamıyor, varsa ailenin reşit olmayan bir bir delikanlısı cinayeti üstleniyor. Yani kan davası “kadın yüzünden” başlaması için öldürülen kişinin kadın değil erkek olması gerekiyor.

Zangırt katliamının “namus yüzünden” olmadığını söyleyen bir köylü “Namus meselesi olsaydı şimdiye kadar çoktan öldürürdük” diyordu. Kadına bakışın ne olduğunun veciz bir ifadesiydi bu.

Olayın aile içi husumetten veya arazi meselesinden, balık çiftliğinden çıkmış olabileceği söyleniyor. Olay kan davası değildiyse bile kan davası şimdi başlıyordu.

Kan davasının geçerliliği hukukun geçersizliğini gösteriyor. Öldürülme olayı vuku bulmuşsa, kanun öldürenin yakasına yapışsa bile ölenin ailesi karşı taraftan can almadan a) öcünü almış olmuyor, b) dolayısiyle başını dik tutamıyor. Aile şerefini kurtarmanın ve başı dik gezebilmenin yegâne yolu karşı taraftan birisini temizlemek oluyor. Bu şerefli cinayet gerçekleşince onurunu kurtarma sırası şimdi o tarafa geçiyor, ilh.

Yani söz konusu olan koşullanmışlık kişisel değil, toplumsaldır. Zaten medyada kısaca töre demek kolaycılığının nedeni de budur.

Bu bir gelenekselliktir ve feodalitenin kalıntısı olarak bilinse de, kökleri pre-feodal dönemlere dayanmaktadır. Feodalite ekonomik temelde tasfiye edilmiş olmakla birlikte (a—makineli tarım yapılmaktadır, --pazar için üretim yapılmaktadır, c--köy kente açılmıştır), üst yapıda kapitalizm öncesi koşullanmalar devam etmektedir. Demek ki, feodalite tam anlamıyla tasfiye edilmemiştir.

Kan davası sadece bizde yok. Kürdistan’da, Hindistan’da, Afganistan’da, Belucistan’da, Afrika’da da var. Hâlen var. 20. yy.da Avrupa’da Korsika, Sicilya ve Sardunya adalarında vardı.

SUÇLU KÜRT TOPLUMU MU?

Eğer söz konusu olay bir Afrika ülkesinde vuku bulsaydı, o ülkenin bugününe bakarken, geçmişini, sosyal dokusunun evrimini incelerdik. Ve ilk soracağımız soru “bu ülke eskiden hangi ülkenin sömürgesiydi, bağımsızlığını ne zaman kazandı, bağımsızlıktan sonra hangi ekonomik, sosyal evrimleri geçirdi?” olurdu. Bugün Afrika’nın geri kalmışlığında sömürgeciliğin rolü en önce göze tutulur. Öyle yaklaşmak için Marksist olmaya gerek yoktur. Afrika konusunda hiçbir uzman sömürgecilikten bahsetmeden konuşmaz.

Türkiye’de Kürt toplumunun evrimini ancak Osmanlı’dan Türkiye’geçen genel sosyal ve siyasal dünü, bugünü içinde ele alabiliriz. Sözünü ettiğimiz geri kalmışlık Kurucu İrade’den başlayarak Türk burjuvazisinin ekonomik, sosyal ve siyasal çizgilerinin ürünüdür. Yarım yüzyıldır bağımsızlığını kazanmış Afrika ülkelerinde bile geriliği emperyalizm olgusuyla sorgulanırken, kendi kaderini hiçbir zaman kendi eline alamamış Kürt toplumunun içinde bulunduğu durumda elbette önce Türk burjuvazisine bakmak gerekecektir. Şayet Kürt toplumu müstakil ya da muhtar olarak biçiminde kendi kendini yönete gelmiş olsaydı bugünkü durumdan o toplumu sorumlu tutabilirdik.

Sözü edilen töre ya da kan davası vesaire gibi geleneksellikleri herkes kapitalizm öncesinin kalıntıları diye nitelendirdiğine göre, acaba Güneydoğu’da niçin feodal kalıntılar kalmış? Örneğin Ege’de yoktur, Doğu Karadeniz’de de yoktur. Orta Anadolu’da yoktur, hatta Ağrı dışında doğuda bile yoktur ama güneydoğu’da külliyen vardır. Sorun Kürt topluluklarının dışlanmışlığıdır.

Kemalist burjuvazinin ve iktidarı devralan tekelci burjuvazinin temel Kürt politikası Kürt feodalleriyle işbirliği yapmak olmuştur. Kendisine karşı çıkanları ezmiş, Batıya sürmüş, mecburi iskâna tabi tutmuş, geniş feodal kesimlerle işbirliği yapmıştır. Feodalleri milletvekili, hatta bakan yapmıştır.

FEODALİTEYLE İŞBİRLİĞİ

Burjuva devrimleri feodaliteyi radikal olarak tasfiye eder. Ama diğer tasfiye yolu Prusya modeli denilen barışçıl geçiştir, yavaş yavaş kapitalistleşmedir, feodalizmin devrimci tarzda değil kapitalistleşerek tedricen tasfiyesidir. Türkiye’de de bu yapılmıştır. Ama işbirliği yapılan feodaller ve fieflerindeki ahali Kürt olunca (ortada bir de ezilen ulus sorunu bulununca) olay sosyoekonomik olmanın ötesinde siyasi bir nitelik kazanmıştır. Anadolu’nun kuzeyinde, ortasında, hatta doğusunda feodalitenin tasfiye edilip sadece güneydoğusunda kalmasının açıklaması budur. Devlet orayı işbirlikçi feodallerin kontrolüne bırakmıştır. Kürtler ayaklanmasınlar diye feodaliteye sarılmıştır.

Feodaliteyi tasfiyenin temeli toprak reformudur. Kurucu İrade’den başlayarak Cumhuriyet bunu yapmamıştır.

1950’lerde ticaret, oto yedek parça bayiliği, benzin istasyonları, inşaat müteahhitliği ile biriken sermaye oraya yatırım yapmamış, Batıya kaçmıştır, sanayileşme anlamında kamu yatırımları da bulunmayınca kapitalistleşme ağır aksak gitmiştir. Bölgedeki madenleri ve petrolü devlet işletmiştir. Sonuç olarak ham madde olarak yer altı servetleri, enerji kaynakları ve kristalleşmiş emek olan birikmiş sermaye de Batıya Türk burjuvazisine akınca, Kürt toplumu yoksul kalmış, uluslaşması yavaş olmuş, demokratikleşme için mücadele edecek işçi sınıfı oluşmadığı gibi, ulusal hakları için mücadele edecek (kendi pazarına sahip çıkmak isteyecek) bir milli burjuvazi de teşekkül etmemiştir.

Fakat Türkiye genelinde işçi sınıfı hareketinin gelişmesi, sosyalist düşünce ve eylemlerin yaygınlaşması Türk aydınlarını olduğu kadar Kürt aydınlarını da etkilemiştir. Önce sosyalist aydın örgütlenmeleriyle başlayan hareketler ulusal demokratik talep ve hedefleri ortaya koyduğu için işçilerle, köylülerle, esnaf, zanaatkâr gibi kent orta katmanlarını da kucaklayarak halklaşmıştır. Gelişmeler giderek bir milli burjuvazi de yaratmaktadır. Bugün Türkiye sosyalist hareketiyle kıyaslanmayacak ölçekte (aydınıyla, işçisiyle, köylüsüyle, esnafıyla, burjuvasıyla) yaygın bir Kürt ulusal demokrat hareketi vardır. Hareketin hedefleri nedir, programı nasıldır, ulusal devrimin sosyal devrimle bütünleşmesinin karakteristikleri nedir bilemiyoruz. Düşünce ve siyaset yasaklarından ötürü bilemeyiz de.

FEODAL BOYUNDURUKTAN KURTULMAK

“Hareket kendi etki alanında feodal boyunduruğu kırmıştır, siyasi otoriteyi getirmiştir” dedik, buna paralel olarak erkek egemenliğine son vermemiş olsa bile (bu kolay değildir) kendi içinde kadının önünü açmıştır. Bugün DTP’nin yapısını ve bölgedeki yurttaş örgütlenmelerini izleyenler, Diyarbakır’daki kadın etkinliklerini görenler kaydedilen başarılara parmak ısırırlar.

Gelgelelim, özetlediğimiz gelişmeler 12 Eylül döneminden başlayarak Türk burjuvazisinin orantısız gücüyle karşılaşmıştır. Hâlen de öyledir. Cemil Çiçek’in deyimiyle 25 yılda 1 trilyon (bin milyar dolar) harcanmıştır. Korucular da işte bu gücün bir parçasıdırlar. Kürt toplumunda hâlâ yerel sanayi yoktur. Fakat yeni bir etmen vardır: Kürdistan Özerk Bölgesi’nde müteahhit, taşeron, küçük ticari işletmeler tarzında yatırım yapan iş adamları sermaye biriktirmek için yeni olanaklar bulmuşlardır. Ne var ki, Özerk Kürdistan’da henüz doğru dürüst iş yasallığı, mevzuatı bulunmamaktadır. Dünya ekonomik krizinin Kürdistan’a yansımalarının ne olacağı da belli değildir. Sürecin nereye doğru evrimleşeceği netçe belli olmamakla birlikte, Özerk Bölge’yle ilişkilerin gelişmesi her iki kesimdeki Kürt toplumunda kapitalistleşmenin gelişeceğini göstermektedir. Bu sosyal gelişmeler ağır aksak da olsa Kürt toplumunun kültürel evrimine de yansıyacaktır. Fakat çözüm ancak siyaset alanındaki pozitif kazanımlarla gelecektir.

Son olarak şunu ekleyelim: Kürt halkı vahşidir de, Türk halkı çok mu medenidir? Türk toplumunda da şiddet vardır Kürt toplumunda da. Türk toplumu çok mu ileridir? 29 Mart gecesi seçim sonuçlarını gösteren haritada ilericilik nedir, gericilik nedir görüldü. Güneydoğudaki DTP renkleri olmasaydı ortada kasvetli bir tablo olacaktı. Oyların % 40’ı dinci geçmişli AKP’ye, 23’ü Ergenekon’cu CHP’ye, 16’sı ülkücü MHP’ye, yüzde 5’i Milli Görüşçü Saadet’e gitmiş...

* * *

ÇOCUKLAR, ÇOCUKLAR, İLLA Kİ ÇOCUKLAR

Bırakalım her şeyi bir yana: Olaydan üç gün sonra TV yayınlarına ulaşan görüntüler bütün sözlerden daha önemliydi: Yarısı babasız, diğer yarısı hem anasız, hem babasız kalmış 70 çocuk vardı.

7-8 yaşın altındakiler başlarına gelenin pek farkında değillerdi. Daha da küçük olanlar hiçbir şeyden bir şey anlamıyorlardı. Hangisine sorulsa “annem öldü” diyordu ama ölümün ne olduğunu bilmiyordu. Ölenlerin gömülü olduğu mahal onlar için sanki bir oyun gibiydi. Herkes orada olduğu için onlar da oradaydılar. Bak baban burada diye bir toprak kümesi gösteriliyor, babasının toprağın altında ne işi vardı, anlayamıyordu.

Bir görüntüde toprak yığının üzerine kapaklanmış bir kadın, sırtında küçücük bir kız çocuğu yüzükoyun yatıyor. Annesinin neden ağladığını da bilmiyor. Zaten çocuklar gülüyorlar, koşup oynuyorlar. Ağlayana varsa kadınlar ağladığı için o da ağlıyor.

Bir başka toprak yığının kapaklanmış ağlayan bir çocuk. Ya da annesini saçlarını ördüğünü söyleyip, kadın muhabire “saçımı yapar mısın” diyen bir başka kız çocuğu. Yaşlıca bir kadın küçücük torununu sırtına kuşakla sarmış kendi kızı olan annesine getirmiş, kızına Kürtçe ağıtla karışık sesleniyor: “Kalk Kevser’e meme ver” diye ağlıyor.

Başka bir görüntü daha vardı: Mardin Valiliği uzun ve geniş koridor gibi bir çadır kurmuş, yerde yaygılar var üzerlerinde çeşit çeşit oyuncaklar, taş bebekler, kamyonlar, uçaklar, uzay araçları, motosikletler, tüylü tüylü pelüşler. Küçük çocuklar hangisini alacaklarını şaşırmışlar, bu oyuncak cenneti içinde neşeli, sevinçli oynuyorlar.

O çocukların o oyuncaklara kavuşmaları için anne ve babalarının, kardeşlerinin öldürülmeleri gerekmişti. Bu mutluluğa ancak sevdiklerinin ve kendilerini sevenlerin ölümleriyle erişmişlerdi.

Şimdi onların bir kısmını amcaları, halaları, teyzeleri alacak, bir kısmını büyük kentlerden evlat edinenler çıkacak, bazıları da yetimhanelerin soğuk duvarlı, seygisiz ortamlarına bırakılacak.

Çehov’un ünlü sözü aklıma geldi: “Birinci perdede duvarda asılı bir tüfek görürseniz, bilin ki oyumun sonunda o tüfek patlayacaktır” diyordu. Bu çocuklar doğduğunda o tüfek o duvarda duruyordu ve oyunun sonunda değil, Birinci Perde sonunda silah patladı.

Çocuklar için, “Bir Kürdistan Dramı”nın sonraki perdesi şimdi açılıyor.

Sesonline.net






 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0