Atina'da bir tren yolculuğu

11 Mayıs 2015 16:41 / 1790 kez okundu!

 

 

Pire limanından kalkan ve Kiffisia yönüne giden 1 numaralı yeşil hat Atina seyahatimin önemli bir bölümünü oluşturdu. Şehri ve insanlarını en iyi gözlemleyebileceğiniz alanlar trenler. Günün değerlendirmesini yapabilecek kadar da zaman sunuyor bize. Gelin bir seyahatime eşlik edin o halde dostlar...

Hellenic deniz yollarının büyük Sakız - Pire feribotu ile şehre varıyorum. Pire istasyonunda 5 günlük şehir içi bilete 10 avro vererek seyahate başlıyorum. Sınırsız in bin. Sadece yerliler için değil yabancılar için inanılmaz kolaylıklar sunuyor ulaşım.

 

Thissio, Monastiraki, Syntagma, Acropolis, Iraklio, Faliro, Kallithea... En çok kullandığım istasyonlar bunlar. Hiçbirinde biletime bakan, “Hop nereye gidiyorsun birader, göster bakalım ulaşım kartını” diyen yok. Arada bir yapılan kontroller çok nadir denk geliyormuş insanlara. Öyle güvenlik kontrolleri, alarmlar, ziller, hayır.

 

Tren ilerlerken her durduğu istasyonda çalgılı çalgısız, çocuklu çocuksuz bir çok müşkül insan kah gözyaşlarıyla kah yüksek sesle derdini anlatmak için kah belli belirsiz bir umutla trene biniyor ve yardım talep ediyor. Çok kişi yardım ediyor, özellikle de çocuklu olanlarına. Arap ve Afrikalı göçmenler de hatırı sayılır sayıda. Elini yumruk yapıp “Birader” diyor biri, “sen Türk müsün? ben de Pakistanlıyım, kardeşim ister misin bi bileklik?” Bana nereden anladığını anlayamadığım bir şekilde bir başka kez “Sen Türk müsün?” diye soran Monastiraki’denki Babiyannis kebapçısı vardı bir de.

 

“Agios Nicholas” ya da “Agios Elefterios” gibi azizlerin adlarının verildiği istasyonlarda anons yapıldığında bir çok Yunan istavroz çıkarıp dua ediyor. Daha çok kadınlar... Yer yer gençler de... Ve birden yolculardan biri elindeki radyoçaların sesini sonuna kadar açıyor, İbrahim Tatlıses avazı çıktığınca “Allahım neydi günahım” derken yolculara bakıyorum bir çoğu oralı olmuyor bile. Arabesk tanıdık buralarda. Türkçe, İstanbul ve İzmir de...

 

Turko dağları, Yeni İzmir mahallesi, Yeni İyonya... Bunlar da bana tanıdık.

 

Kalabalık vagonlarda birbirini iten, kakan, yüksek sesle “Ortaya ilerleyelim beyler” diyen birisine çok rastlamıyorum. Söylenen birisi de yok. “Birisi gözümün içine baksa da bir şeyler söylese” diye bakınıyorum. Yolculuk gayet sakin, gayet yavaş, gayet huzurlu, gayet monoton sürüyor, sürüyor, gidiyor...

 

Trenler, vagonlar, istasyonlar, kulübeler... Grafitilerle dolu. Hatta kilise duvarları, kamu kurumları bile. Yol verilmiş gençlere sanki. Onlar da eserlerini büyük bir başarıyla icra etmişler. Birden bir konvoy görüyorum. Kornalara basıyorlar. Düğün konvoyu bu, en önde düğün arabası. Bizden bir şey daha.

 

Ağlayan çocuk görmüyorum, duymuyorum. Sadece trenlerde değil... Hemen hemen hiçbir yerde.  Telefonuma bakarken sabahki Bulgaristanlı roman çocuğu geliyor aklıma birden: Hani Monastiraki’nin ünlü kebapçılarından birinde arkadaşıma telefonumu nasıl kırdığımı Türkçe anlatırken birden yanımda bitip elindeki pembe gülü bana uzatan “Sen kırmışsın telefonu sakarlık yapıp, şimdi şu gülü al da vicdanın rahatlasın” diyen çocuk... Dört dil biliyorlarmış bu roman çocukları. Yaşı daha 15 bile değil. Ve beni de vicdanımla başbaşa bırakan ender insanlardan...

 

Aldığım magnetleri kurcalıyorum ineceğim istasyona yaklaşırken. Satın aldığım dükkanda, kasadaki çocuk “sizin kebap ve kadayıf daha iyi kabul ama bizim de zeytin ve sabunlarımız sizinkilerden çok daha iyi” demişti. Bu vesileyle bana da epey bir zeytinyağı sabunu satmıştı köftehor. Evet, Sakız’da da yediğim zeytinlerden farklı bir keyif aldığımı söylersem yalan olmaz. Ama sabun bildiğin sabun. O dükkanın çok yakınındaki likör diyarı Brettos’tan aldığım masticho ve rakomelo’dan ise hiç pişman değilim. Havayolu şirketine fazladan 35 avro ödememe neden olsalar da. 1900’lerin başında İzmir’de kurulmuş, mübadele ile Atina’ya gelmiş ve likörcülüğü sürdürüyor bu aile. Karmaşık duygular...

 

Yanıbaşımdaki Yunan arkadaşa Çipraz’ı soruyorum. KKE’li anlaşılan, hiç memnun değil. “Ama ne yapalım insanlar şimdilik memnun” diyor. “Amerikan projesi bunlar” diyor bir diğeri. Gülümsüyorum.

 

Trenden iniyorum, bir tuvalete giriyorum. Girdiğim hiçbir tuvalet kirli değildi, restoranından kafesine, hatırlıyorum. Havalimaanına gitmek üzere 8 avroluk başka bir bilet almam lazım, parayı veriyor üstünü alıyorum: Para gıcır gıcır. Hakikaten beş gündür en ufak bir yırtık, kirlenme, bozulma, yıpranma hatırlamadığımı farkediyorum kağıt paralarda. İnce detaylar. Ama çok şey barındırıyor. Kirli değil bu şehir. Kesinlikle. Ne parkları, ne sahilleri, ne merkezi, ne istasyonları.... Hayır hayır, kirli değil.

 

Hadi özet geçelim:

* Bir itme, bir güvensizlik yok burada yoksul ve müşkül insanlara, göçmenlere ve yabancılara. Karşılıklı bir saygı ve güven hissediliyor.

* Kimse kimseyle ilgilenmiyor. Evine giren çıkanla, saat kaçta gelip gelmediğiyle, yiyip içtiğiyle. Bir din ülkesi burası üstelik.

* Baskıcı bir devletin ya da totaliter bir dinin değil demokrasinin söz sahibi olduğu yerler

* İnsanlar devletine, devlet insanlarına güvenmiş. Olan bu.

* Temizler, bizden çok çok fazla. Oturdukları, yaşadıkları şehre saygıları var.. Duvarlardaki çizimler biraz daha özenli olsa tam puan.

 

Beş günün sonunda İzmir’e dönüyorum.. Demokrasinin doğduğu tepeden, Pnyx’dan bakmıştım demokrasinin doğduğu güne selam ederek ve getirildiği hallere sitem ederek. Sitem sürüyor.

 

 

Volkan ABUR

11.05.2015

 

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.