Karabasandan kurtulmanın yolu, uyanmaktır - Sibel Yerdeniz
30 Ağustos 2012 23:49
Gözümüzün önünden geçip gitti. Yüzlercesi gibi. Bayramın birinci günü mezarlığa ‘şeker toplamaya’ giden iki çocuğa yapılan işkencenin izleri.
Dün, “Bingöl’de şeker toplayan çocuklara işkence yapan çocuklar serbest” başlığıyla tekrar gözümüzün önündeydiler. Sonra yine kaybolup gittiler.
Bayramda, kardeşlerine ‘işkence’ yapanlar onlardan bir kaç yaş büyük ‘abiler’. Yani onlar da ‘çocuk’ ve muhtemelen akrabalar.
Olayın basına yansıdığı gün, bir haber sitesinde rastladığım okuyucu yorumlarından biri şöyleydi: “Bunu yapanlar bulununca çocukların ailelerine teslim edin, cezasını onlar versin...”
Okumaya devam etseydim eminim böyle çokça yoruma rastlayacaktım. Bu tür haberlerde sıkça rastladığım başka bir yorum:
“Bunu yapanlar insan olamaz!”
Peki ne olabilirler?
Bunu yapanların insan olmadığı düşüncesi sizi rahatlatıyor mu?
Çocuklarınızı bu ‘insan olmayanlar’dan nasıl korumayı düşünüyorsunuz?
Zanlılar, ifadeleri alındıktan sonra yaşları küçük olduğu için ‘serbest’ bırakılmışlar.
Onlara ne yapılsaydı içimiz rahat ederdi?
İfade alanlar için en önemli soru sanırım “Neden böyle bir şey yaptın?” sorusu. Nedenlerini anlamak için değil ama görevini yerine getirmek, kayda girmek, dosyayı kapatmak için önemli bir soru.
Yaşlarına bakınca bu soruyu soranların öncelikle pedagoglar ya da psikiyatrlar olması gerektiğini düşünsem de ben de kendi kendime soruyorum:
Böyle bir şeyi nasıl ve neden yaptın çocuğum?
İslam ve cihat için yapmadıysan; namus ve ahlak için yapmadıysan; devlet ve vatan sevgisi için yapmadıysan, emir kulu değilsen, söz hakkın olmadığı için yapmadıysan; tahrik, rıza, milli hassasiyetler, terör gibi argümanların da yoksa... neden yaptın?
Bu çocuklar bize bir şey söylemeye çalışıyorlar ama ne?
Ya biz çocukları bu hale getirdiysek. Ya çocukların insan olma, büyüme, toplumsallaşmadan anladıkları artık buysa? Ya içinde yaşadıkları topluma ait olma ve uyum sağlama iç güdülerinden başka bir nedenleri yoksa.
Aile-okul-devlet üçgeninde baskı, cehalet ve hurafelerle şekillendirilen, yaşadıkları toplum tarafından her yönden sıkıştırılan, kırılan, kıstırılan; yüreğinde er ya da geç açığa çıkacak bir nefret ve öç alma duygusuyla büyüyen-büyütülen çocuklarımız.
Umutsuzluk, hayal kırıklığı, sevgi açlığı, öfke, kendini ezik ve yetersiz hissetme gibi başa çıkamadığı onlarca duygu durumunun acısını, kendinden güçsüzler üzerinde baskı, tahakküm ve şiddet uygulayarak çıkartmaya çalışan büyüklerinden, rol çalarak toplumsallaşan çocuklarımız.
Yalnızca futbol tribünlerinde ve linç meydanlarında dayanışma içinde olan, mutsuz, asabi, saldırgan, aşağılık kompleksine boğulmuş rol modelleri.
Kafasını, aile, din, gelenek, örf, adet, ahlak, toprak, kan, üniforma, savaş ile bozmuş; ekranlara ‘7 yaş üstü’ ibaresi koyarak çocukları şiddetten uzak tuttuğunu düşünen devlet babamız.
Elinden bir türlü bırakamadığı abaküsünde, çocukları üstünden kanlı hesaplarını tutturabilmek için, “3 çocuk, yüzde 99’u Müslüman, 4+4+4, bir kaç Mehmet...” diyerek sürekli sayıklayan devlet babamız.
Bir tehlike anında ilk gözden çıkarılacak olan çocuklar. Yangında ilk feda edilecek olanlar.
Bir avuç bayram şekeri için mezarlıkta gezinen çocuklar; sahip olmadıkları üç-beş lira için onlara akıl almaz şekilde işkence yapan başka çocuklar. Toza toprağa bulanan bayram şekerleri; toprağa ve gözyaşlarına, gözyaşlarına ve kana, kana ve mezar taşlarına...
Bu, karabasan değilse ne?
Fethiye'deki tecavüz davasını hatırlarsınız. Tutuksuz yargılanan 8 sanık, 7. duruşmada ‘delil yetersizliği’nden beraat etmişti. Sanıklarından ikisi çocuk yaşlardaydı. Babaları ile birlikte ‘olaya’ karışmışlardı.
Tecavüzü, zulmü, işkenceyi paylaşılarak öğrenilmesi gereken bir deneyim olarak gören ‘baba’ların ülkesi.
“Sanırım babam için çocukluk, dayakla iyileştirilmesi gereken bir hastalıktı”, diye bir tespitte bulunmuştu 12 yaşında baba dayağından kaçarak fuhuş çetesinin eline düşen kız çocuğu.
Nasıl bir ateş taşı eritebilir ki?
İlköğretim öğrencisi çocuğa cinsel istismar ve tacavüzden 34 kişinin yargılanacağı dava 29 Ağustos’ta Sakarya Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlıyor.
Tutuklu 20 sanıktan 14’ü ‘mağdur’ kız çocuğu ile aynı yaşlarda. Sanıkların büyük çoğunluğu lise öğrencisi. Tutuksuz yargılanan 14 sanık içinde biri kaçak olan iki tane emniyet görevlisi var ama elbette onlar ‘ifadeleri' alındıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmışlar. Öğrencisinden, emniyet müdürüne; mekân temin etmek, görüntü çekmek, şantaj, korkutma, zorla alıkoyma, taciz, tecavüz iddiaları ve muhtemelen önce ‘iftira’ya olmadı ‘rıza’ ya sığınılacak bir yargılama süreci daha.
14 yaşında bir kız çocuğu. Kaldığı ‘sığınma’ evinde ilaçlarla yaşama tutunuyor ve en çok da ayaklarına bakarak bir gelecek düşlüyor. Adının baş harfleri her davada değişse de, gözlerindeki anlam değişmiyor. Dipsiz kuyular gibi karanlık gözleri. Sadace avukatına güvendiği için bir tek onun gözlerinin içine bakıyor.
Yurt dışına kaçan polis memuru iade edilmezse diye korkuyor. Türkiye’de olursa bir şekilde yaptıklarının bedelini ödeyecek ve ceza alacak diye düşünüyor. Çocuk aklı işte. En çok da başına gelenler açığa çıktıktan sonra yeniden sigaraya başlayan babası için üzülüyor. Yaşadığı onca şeyden sonra, kendisinden çok ailesinin gördüğü-göreceği zarar canını yakıyor.
Kafasını kaldırıp bir an bizim de gözlerimizin içine baksa belki bu ölümcül uykumuzdan uyanacağız. Bakışları belki bize yeryüzündeki bütün kötülüklerle ve zalimlikle savaşma isteği verecek. Ama belki de durduğumuz yerde taş olup kalma isteği de duyacağız. Sonsuza dek.
Peter Morgan’ın senaryosunu yazıp, Fernando Meirelles’in yönetmenliğini yaptığı ‘360’ adlı filmin en dokunaklı sahnelerinden biri, 6 yıllık mahkûmiyet süresini tamamlayan bir ‘cinsel istismar’ suçlusunun, daha eve dönüş yolunda ‘ateşle sınandığı’ sahne.
Gündelik hayatın içinde ölümcül rastlantıların, hayatın bizi ‘esirgemek’ ya da ‘kurban etmek’ arasında zar attığı o kısacık kırılma anlarından biri.
Cellatın kurban etmesi gerekenin önce kendisi olduğunu anladığı o ölümcül karar anı.
Birdenbire kendinizi ruhunuzun arafında tüm çıplaklığı ile titrerken bulduğunuz ve en büyük düşmanınızın kendi vahşi içgüdüleriniz olduğunu anladığınız o çarpışma anı.
Bizi önceki nesillere ve geleceğe aynı şekilde bağlayan şiddet ve dehşet zincirinin en zayıf yerinden kırılma anı.
Yeni bir hayatı, umut dolu bir geleceği, başka bir dünyanın mümkün olabileceğini düşleyebileceğiniz o seçim anı.
Yaşamın nefesinin kesildiği an… sizi de soluksuz bırakıyor ekranın karşısında.
Hiçbir çocuk aşağılanma ve sefalet deneyimlerinden geçmek zorunda kalmadığında, hiçbiri işkence görmediğinde, hiçbirinin kişiliğine saldırılmadığında, hiçbir çocuk kendisini terk edilmiş, savunmasız ve yalnız hissetmediğinde; hiçbir yetişkin akıl kendi kötülüklerini ve zalimliklerini din, devlet, vatan sevgisi, ahlak, namus, toplum, eğitim perdesinin arkasına gizlemeye çalışmadığında çocuklarımız için güzel bir gelecek düşleyebilme ihtimalimiz olacak. Sonsuza dek.
Ama önce, mutlak gerçekliğimiz sandığımız bu karabasandan kurtulmak için uyanmamız gerekecek.
T24, 28.08.2012