SARI PABUÇLAR

13 Temmuz 2010 12:00 / 4596 kez okundu!

 




“Bu muymuş damat?” derken, beyaz tülbenti dudaklarından kurtuldu. Namahreme yasak ettiği yüzünü böylece ilk kez gördüm. Çorak bir tarla gibiydi. Kimseye benzer tarafı yoktu. Demek Hâfıze Molla buydu.

Damat adayı olarak karşısındaydım. Kim ne demesi gerekiyorsa dedi. O, “Olmaz! Kaynana çok genç. Geçim olmaz.” dedi. Herkesi korkuttu. Az bir sessizlikten sonra “Bu oğlan bizim kızı sevmiş demek ki.” Sanki torunu beni sevmezmiş gibi! Dirsekleri dizlerine dayalı iki büklüm oturuyordu. Kuru parmaklarıyla tespihini çekiyordu. Bakışlarını ayırdı tespihinden. Bana baktı. Baktı ve elini uzattı. Öptüm. Herkes rahatlamıştı. “Verin mendili.” Demek seviden anlıyordu. Mendil verildi. Söz alınmıştı. Nişan da, düğün de yapıldı vaktince ve keyfince. Sonra doğru askere…

“Allah bu Fatma’mıza ömür versin. Adıyla yaşasın…” yazıyordu telgrafta. Kızım, ben askerdeyken doğmuştu. Erkek tarafına hiç sormadan koymuşlar adın; Fatma. Yirmi dördünde uçak kazasında ölen ablamın adı. “Doyamadıkları kızlarının adı varken, başka ada ne gerek var?” demiş Hâfıze Molla. “Babam ve annem sevinç gözyaşları içindeymişler.” Kayınpederimce, “izne askeri elbisenle geleceksin” diye uyarılıyorum telefonda. “Mutlaka!”

Kızımı kokladım koklamadım, doğru Hâfize Molla’nın evine götürüldüm. Ayağa fırladı, “Haden de gâri haden de, kim gelmiş, kim!” Büyük bir sevinç ve içtenlikle karşıladı beni. “Pek bir yakışmış zabit elbisesi.” Sırtımı sıvazladı. Benden çok “zâbit elbisemi” sevmiş ve ilgilenmişti. Kayınpederim pek mutluydu. Hâfıze Molla’nın sevgisi artmıştı bana. “Yoktu böyle bir damat daha. Nerdeee?” Artık konuşuyor, bazen de açılıyordu bana. Ama hep adamıyla ilgiliydi anlattıkları.

Adamı, Fatih Medresesi’nde Mekteb - i Nuvap’ta okuyormuş. Babaları tanışıkmışlar. Köşkdereli Hacı Mehmet Efendi ile Halilbeyli köyünden Muğlalıoğlu Molla Ahmet, bu sırada vermişler gençlerin kararını. Düğün günü atının üstünde görmüş adamını ilk kez. Çok sevmişler birbirlerini. Sevilmeyecek gibi de değilmişki Kâmil Efendi. Boylu poslu ve yakışıklı mı yakışıklıymış. “Sen oğlanların çirkinliğine bakma, onlar bana benzemişler.” Pek nâzikmiş adamı. İstanbul’dan bir gelişinde, bir çift sarı pabuç getirmiş hediye. Kapalıçarşı’dan almış. “Kızıma alıyorum” demiş. Maksat, satıcı, “ne ufak ayakları varmış karısının” diye içinden geçirmesin, düşünmesin...

Birinci cihan harbi sırasında İhtiyat mülâzım-ı sânî olarak İstanbul’da yapmış askerliğini Kâmil Efendi. Cihan savaşı bitmiş, bu kez de İstiklâl Harbi başlamış. İngiliz sömürgecilerinin “megalo idea” ile kışkırttığı denizci komşunun yoksulları, yine kendileri gibi yoksul Anadolu köylülerinin topraklarını işgal etmişler. 27 Mayıs 1919’da Aydın da işgal edilmiş. Kâmil Efendi, karısını ve çocuklarını alıp Halilbeyli’nin yolunu tutmuş. Hâfıze Molla, sadece küçük bir sepet ile üstlüğünü ve sarıbey diye bilinen ipek peştamalını almış yanına. Aydın yöresinde, anneden kızına, kızından onun kızına geçen bu peştamala pek kıymet verirmiş. İki oğul anası olmuştur. Umudunun simgesidir sarıbeyi. Kızı olmalı ve ona devredebilmelidir sarıbeyini. Ayaklar yalın ve toprak sıcak. Ayaklar kabarmış olsa da sonunda Halilbeyli’ye, çocuklarının teyzesi Fadime Abla’larının yanına varmışlar. Artık Kâmil Efendi’nin tüm amacı, bu yılın hasadı yağlarını küplere doldurmakmış. Hani O cephedeyken, yağları satarlar da geçimlerini sağlarlar. Rızıklarını bir haftada küplere yerleştirmiş adamı... Kırk lira da nakit bırakmış. Hafize Molla ile vedalaşırken zabit elbisesi varmış üzerinde. Halilbeylililer törenle uğurlamışlar Kâmil Efendi’yi cepheye.

Altı ay sonra nâhiyeden çağırmışlar Hafize Mollayı. Adamı, daha düzenli ordu kurulmadan, ilk çarpışmalarda İzmit’in Geyve ilçesinin Yassıtepe (Basri Tepe) mevkiînde şehit düşmüştür.

Arkadaşları uyarmışlar: “Kâmil Efendi kurtuluş yok. Biz küçük bir birliğiz. Büyük kuvvet tarafından sarıldık, çekilelim.” Kâmil Efendi, “Bu vatan evlâtlarını ölüm ile kucak kucağa bırakarak, kendi canımı kurtarmak için çekilemem.” demiş.

Kızkardeşi yanındadır. “Vah benim kara gözlü yavrularım!” der. Hafize Molla küçük oğlu sırtında kundaklı, gözyaşları eve saklanmış, köye doğru yönelir.

Hâfıze Molla ile “iki kocası”nın öyküleri başlamıştır…

İstiklâl Savaşı devam etmektedir.

Köyler açlık ve sıkıntı içindeler. Köylüler akşama dek tarlada, bayırda, işlerinin başındalar. Akşamüzeri kollarına taktıkları sepetlerinin kenarına bir bıçak sokar, ot toplamaya çıkarlar. Dağdan, bayırdan, ovadan topladıkları otları kavururlar. Çok şükür, Hâfize Molla’nın kavurduğu otlara katacağı yağı vardır. Kâmil Efendi hazır edip, öyle gitmiştir cepheye.

TBMM açılır. Ülkenin ne olacağı henüz belli değilken, Ankara’da 1. Milli Eğitim Şûrası toplanır. Şûra kararı uyarınca, köylerde öğretmenlik yapmayı kabul edenler askerlikten muaftır. Aydın’dan, Hacı Hatip’in oğlu Âlim Bey Halilbeyli köyüne gelerek ilkokulu açar. Köy camisi ortadan bir paravan ile ikiye bölünür. Sınıfta bir yarım hasır. Çocukların kimi hasırda, yer bulamayan kimileri de kuru tahtada otururlar. Şehit Kâmil Efendi ve Hâfize Molla’nın büyük oğulları Ahmet, elifbayı sadece iki ay okur. Kıraat kitabını yutmuştur. Bir yıl içinde üçüncü sınıf olur. Üçüncü sınıfı Celâl Bey’de, dördüncü sınıfı İstanbul Beykoz’dan gelen Hulusi Bey’de okur. Hulusi Bey, yıllar sonra İstanbul’da bir okulun müdürü iken de tıp fakültesine okumaya gelen bu yetenekli ve zeki öğrencisine sahip çıkacaktır.

Koçarlı sırtlarından Aydın pek güzel görünür. Bir gün Aydın üzerindeki kara kızıl alev yığınları katılır bu görüntüye. Güzel Aydın cayır cayır yanar üç gün. Meğer sömürgecilerin yoksul piyonları kaçıyorlarmış. Hâfıze Molla’ya Aydın yolları açılmıştır artık. Bir eylül sabahı yola düşer. Mal yok, mülk yok. Elinde sadece bir bohça ve biri eteğine yapışık, diğeri sırtında iki oğul. Aydın’ın toprakları daha yangın sıcaklığını korurken, yakılan evlerine varırlar. Hâfıze Molla, hiç vakit kaybetmeden kızkardeşiyle yakılmış evinin bahçesini kazmaya başlarlar. Köşkdereli Hacı Mehmet Efendi’nin, oğlu Kâmil’i evlendirirken gelinine verdiği altınlar, gömüldükleri yerde yoktur! Aydın terk edilirken yol kesen eşkiya ve asker kaçaklarından saklanmıştır. Konu komşu, “kazmayı bırakın artık” der. “Askerler duyarsa, sizi yakalar, ocağınız söner.” Yine de kazarlar, kazarlar... Pes etmezler. Yakılan evinin bitişiğinde, düşmanın karargâh olarak kullandığı, Kağıtçı Nuri Efendi’nin evi vardır. İşte bu evden duvar dibine atılan çöplerden bir tepe oluşmuştur. Teyze, bir de orayı kazalım der. Altınlar sefertasının içinde, çöp yığınlarının altında bulunur. Kâmil Efendi, bir tedbir olarak sonradan değiştirmiştir yerlerini. Öyle ya, geri gelecektir...

Kâmil Efendi düzenli ordu kurulmadan önce şehit olduğu için dul ve yetim aylıkları da bağlanmamıştır henüz. Mahkemesi devam etmektedir bu davanın. Askerler, Hâfize Molla ve yetimlerine sahip çıkarlar. Bir barakalık kereste verirler. Bu barakada barınırlar bir süre. Büyük oğlu Ahmet, evlerinin yanındaki Yahudilerden kalma binada, Cumhuriyet İlkokulu’na devam eder. Küçük oğlu Seyfi henüz sokakta oynamaktadır. Çocuklar, annelerinden tembihlidir, doktor olduklarında bile değişmeyecek kural gereği, “akşam olmadan eve girilecektir”. Ama onlar her akşam, “Bizim babamız gelmiyor ki. Neden erkenden giriyoruz eve?” diyerek ağlaşırlar. Hâfıze Molla akıllı ve dirayetli bir kadındır. Altınlarını gerektikçe ve hesaplıca bozdurur ve tüm sıkıntılara karşın birinci evini yapar. Jandarma Alay Kumandanı Nihat Bey’e bir kısmını kiraya veririr. Bir süre sonra, “Hanımne”, Nihat Bey ve iki kızıyla birlikte, Aydın’a geçici olarak gelen vali de kiracısı olur bu evin. Kira ve zeytinliğin geliri ile sıkıntıya katlanılarak, çocuklar okutulabilir. İnatçı ve kararlıdır Hâfıze Molla. Oğulları okuyup doktor olacaklardır.

O yıl küçük oğlu da okula başlar...

Vilâyetten çağırılır Hâfıze Molla. Uzun mahkemeler sonunda kişi başına yüz otuz iki kuruş aylık hesabıyla üç aydan üç aya bin yüz seksen sekiz kuruş maaş bağlanmıştır. Bir de büyük oğluna yaşı erdiğinde teslim edeceği KIRMIZI şeritli İstiklâl Madalyası ile madalyanın vesikası verilir.

Bu yasal sürecin tamamlanmasından sonra Kâmil Efendi, devletçe temelli unutulur. Ne bir okul adında, bırakın caddeyi, ne de bir çıkmaz sokakta hatırlanmaz adı.

Adamının, düğün günü atının üstünde gördüğü ilk ve zâbit elbisesiyle vedalaştığı son günkü yüzü gelir gözünün önüne Hâfıze Molla’nın. Hüzünlü ve gururludur. Ancak yine eve gelince ve yalnızken ağlar. Rezil etmez şehidini orta yerlerde.

Zeytin parası, kira geliri, on bir lira seksen sekiz kuruşluk gelirleri, amaçlarını gerçekleştirmeye sıkıntılar yaşansa da yeter. Oğulları doktor olmuştur. Hatta ihtisas bile yapmışlardır. Büyük oğlu Dr. Ahmet YILDIRIM, Aydın Tabib Odası’nın 1 numaralı üyesidir. Ama yine de hava kararmadan eve girmeye devam ederler. Hâfize Molla, öyle doktor moktor dinlemez.

Yıllar su gibi akıp geçer. Oğullarını evlendirir. Torunlarının çocuklarını da görür Hâfıze Molla. Bizim ikinci çocuğumuz erkek olunca, bir Aydınlı olarak, Efe koymak istedi kayınpederim adını. Bana da nezaketen sordu. Kâmil olsun dedim, Kâmil. Bu ülkenin bize hediye edilmediğini bilsin. Ödenen bedelleri bilsin. İtiraz etmedi. Hiç birşey de diyemedi. Nüfus Müdürlüğü’ne doğru giderken sessizce ağlıyordu.

Hâfize Molla koştu geldi. “Kocamın adı ağzımın tadı!” Kucağına aldı bebeği. “Kâmil’im, Kâmil’im, hoş geldin, hoş geldin!”, öpüyor, kokluyordu. Artık bütün gün Kâmil’i ile vakit geçiriyordu. Hiç düşürmüyordu kucağından Kâmil’ini.

O yıl kızım da ilkokula başlamıştı. Torununun çocuğunun okul çantasını Hâfıze Molla aldı. “Seyfi, senin bu damat pek akıllı. Kızın çanta masrafını bana yıktı.” derken, çok, ama çok mutluydu.

Bir sabah namaza kalkmadı Hâfize Molla. Hiç uyanmadı. Vasiyeti ve hazırlıkları üzerine evinde yıkadılar. Kadınlar aralarında fısıldaşıyorlardı: “Kefen mi bu, gelinlik mi? Sanki çeyiz sandığı düzmüş.” Sabunlar, taslar, susamı, herşeyi tastamamdı. Bir tek takunyalar ufak geldi kadınların ayaklarına. Sanki hepsi çocuk için ve otuz üç numaraydılar.

Mezarına tabutuyla indirildi. Topluluk mezarının başından ayrıldıktan sonra doktor oğulları, tabutun kapağını açtılar ve toprakla örttüler anneciklerini. Kefeni görünmez olduktan sonra, erkek torunları ve ben bulunmaz damadı geldik, tamam ettik işi.

Doksan dört yıllık yaşam savaşını zaferle tamamlamıştı Hâfıze Molla. Kâmil Efendi’siyle buluşmaya, alnı açık başı dik ve onurlu gitmişti. Geride, KIRMIZI şeritli İstiklâl Madalyası ve yıllarca dolapta saklanmış bir çift sarı pabuç kalmıştı.



Ertuğrul Barka


Kuşadası, 25 HAZİRAN 2010

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
25 Ocak 2011 00:22

hurkus

Ülke topraklarını parsel parsel satanlara, Hafize nine sağ olsaydı, sence ne derdi Ertuğrul? İşgal sırasında iki oğlu askerde olan rahmetli dedemin işgal boyunca tam iki yıl kuyuda sakladığı rahmetli Raziye halam olsaydı: "Sizi gidi cavırın enikleri!..." diye başlardı sövüp saymaya. Çok etkilendim. Kalemine sağlık ve bereket.

Saadettin Öztürk

25 Ocak 2011 00:21

hurkus

Tüy gibi hafif ruhlar,kurşun kadar ağır bir ömürü sürükleyip, helalinden yaşamış insanlar....Yüreğinize kuvvet...teşk.ederiz...

Pınar Güvenel
25 Ocak 2011 00:19

hurkus

O kadar güzel yazmışsın ki diyecek birşey yok, eline sağlık, yüreğine sağlık...

Semra Çetinsoy

18 Eylül 2010 15:15

acarsavaci

Kamil Efendilerin, Hafize Ninelerin bize emanet ettiği güzel ülkemizin lime lime edildiği bu kötü zamanlarda hüznümü iyice arttırdın ama ben Hafize ninelerin torunlarının çocuklarının, nice genç Kamillerin, Anadolumuzu aydınlatacaklarına inanıyorum...

Sağlıcakla kalasınız...

Acar Savacı

19 Ağustos 2010 16:56

hüseyin gündüz öklem

Ertuğrul..,

okudum sarı pabuçlarını...beğendim. Güzel ve içinden gelerek yazmışsın...yaşanmışları canlandırmamızı sağlamışsın. Hikayelerini toplayarak., bir hikaye kitabı olarak hazırla adını da bu hikayenin başlığını koy....eline sağlık

Hüseyin Gündüz Öklem
16 Temmuz 2010 23:06

hurkus

Sevgili Kardesim,

Yine kocaman bir hikaye, kitaba bedel.
Duygu dersen, fazla yuklenmişsin bizlere.

Herhalde bazı sulugözlü kimselerin de bu yazıyı okuyup,
gözyaşlarını saklamak için yüz yıkamaya koşabileceklerini düşünemedin.
Bir değil, iki noktada..
Ad koymadaki yüce yüreklilikler dokundu bana.

Neden Ertuğrul Barka?
Şimdi biraz daha açık kafamda.

Bir tek, yazdığın yer.
Bu koca hikaye buraya sığar mi?

Herşey gönlünce olsun.
faruk
16 Temmuz 2010 22:57

hurkus

Ayşe Kilimci'nin mesajı:

Elinize sağlık sevgili Barka, gene çok güzel ve gönülden bir yazı yazmışsınız.
Okurken yeniden düşündüm, bu toplumu yaratan kahraman kadınları, ne heykeli dikilmiştir onların, ne madalya takılmıştır, ne adları bilinir.
Portre edebiyatı denen o zengin damarı, edebiyatın, görmezden gelinir memleketimizde, tek tük portre yazıları yayınlayan dergiler dermansızlıktan kapanır.
Ağıdı bana düşer.
Bursa'da yetenekli genç yazar adaylarıyla da bunun hayalini kurmuştuk, kadınların anlatacağı, kadınlar üstünden anlatılacak bir toplumsal tarih yazabilsek, bunu da kadınlara yahut kadınların karatını bilenlere yazdırsak, diye...
Her hayalin yarısı gerçek. (Elbet bu işte benim tek ve vazgeçmeyeceğim mihenk taşım, yazıları düzgün insanlardan istemek, kalemi düzgün, mantığı düzgün, esaslı kişilerden ricacı olmak. Bu cephenin de yankesicisi, haydudu, düzenbazı var, herşey satLık(!)çılar, herşeyi satarım ama ille ben satarım'cılar, onlardan uzak durarak.
Kim basar? Bilemem... Kim alır, onu da bilemem. İşin ticari yanı bu aşamada hiç ilgilendirmiyor beni. Ama elbet bir akçalı faslı olacaktır. Bir çıkar yol bulunur, araştırılır, sorulur, belki yerel kaynaklar harekete geçirilir... Tarihçeye Ege kadınlarıyla başlarız, kendi bölgemizle.
Ne dersiniz, bir büyük hayale koyulsak mı?
Dostlukla, sevgiyle.
Kilimci

06 Temmuz 2010 12:13

mertrustem

Hocam,

Bu duygu yüklü sıcak yazı için, özelinizi bizlelrle paylaştığınız için TEŞEKKÜRLER.
05 Temmuz 2010 20:59

Hasibet

Nerde kaldı o torununun çocuğunu kucağına veren büyük aileler. Küçüle küçüle tek kişilik haneler olduk. Büyük nineler, dedeler bir köşede, torunlar başka bir köşede bekar hayat sürmekte. Ekmek kavgası, okuma bahanesi iletişim sanalda kaldı. Bir zamanlar evin kilidi saygıdeğer büyükleri şimdinin ayakbağı, prangası sayılır oldu. Siz mezarınıza torununuzun toprak atacağından ümitli misiniz.?
05 Temmuz 2010 17:59

ibrahim doğangül

Sevgili Ertuğrul Abi,
Yine çok güzel; eline, zihnine, yüreğine sağlık. Sen bu öyküleri kitaba (kitaplara) çevirirsin ve torunlarına (Ertuğrul, Çağlayan, Hafize, Kamil...) bırakırsın elbet, değil mi?
Senin de yaşadığın ve yarattığın pek çok mücadele hikayesi var, bunların da kuşaktan kuşağa aktarılması şarttır.
İbrahim Doğangül




05 Temmuz 2010 12:07

msakaryalı

Ağladım okurken.
Eline sağlık. Hafize Molla'nın öyküsü bir dönemin öyküsü.
Keşke daha çok Hafize Molla öne çıksaydı. Hafize Molla 70-80 yıl yas tutmuş,
kendince tutmuş yasını. Sarı pabuçlar yas simgesi olmuş. Sarı pabuçlara bakıp bakıp
kim bilir neler düşündü, neler konuştu! Nasıl bir insanlık hali bu? Ne büyük dayanıklılık?

Bu gibi hikayeler yazıya dökülmeliydi, yeniden teşekkürler.
Hafize Molla'nın kocasının adını oğluna vermekle ne büyük vefa örneği göstermişsin.
Vefalı damat. Çağlayan boşuna katlanmıyor sana.

Muammer
05 Temmuz 2010 11:16

Saadet Altaylar

Merhaba
Çok etkileyici bir yazı olmuş,elinize sağlık
saygı ve sevgi ile
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.