Þark musikisinden Garp müziðine

24 Aðustos 2009 19:23 / 2346 kez okundu!

 


"Geçtiðimiz ay piyano virtüözü Ýdil Biret’in Topkapý Sarayý 1. Avlu’da Whitehall Orkestrasý ile verdiði konser öncesi, Büyük Birlik Partisi’ne baðlý Alperen Ocaklarý üyesi bir grup ellerinde Doðu Türkistan bayraðýyla slogan atarak tekbir getirmiþ, konser afiþlerini yýrtýp yakmýþtý..."

Ayþe Hür konuya derin, çok yönlü bir bakýþ açýsýyla yaklaþýyor.


ÞARAP KÜSTAHLIÐI
. Geçtiðimiz ay piyano virtüözü Ýdil Biret’in Topkapý Sarayý 1. Avlu’da Whitehall Orkestrasý ile verdiði konser öncesi, Büyük Birlik Partisi’ne baðlý Alperen Ocaklarý üyesi bir grup ellerinde Doðu Türkistan bayraðýyla slogan atarak tekbir getirmiþ, konser afiþlerini yýrtýp yakmýþtý. Polisin saatlerce müdahale etmeden seyrettiði bu çirkin eylemi Vakit gazetesinin “Bir ülke böyle yýkýlýr-Mukaddes avluda þarap küstahlýðý” baþlýklý haberinin kýþkýrttýðý anlaþýlmýþtý. Sonra, Topkapý Sarayý Müdürü Ýlber Ortaylý’nýn organize ettiði garip bir özür töreni ile (garipti çünkü saldýrýya uðrayan aslýnda Ýdil Biret deðildi) Alperenler’in eylemi aklandý ve ‘hamamýn namusu kurtarýldý’!

GAVUR MÜZÝÐÝ . Vakit bu sefer de Cem Mansur yönetimindeki Ulusal Gençlik Orkestrasý’nýn keman virtüözü Ayla Erduran’la 18 aðustosta yine Topkapý Sarayý’nda vereceði konseri diline doladý. Bu sefer ‘þarap sponsoru olmadýðý’ bahanesiyle içki tavizi verildi ama elbette bu Vakit’i tatmin etmedi. Bu sefer hedef müziðin kendisiydi. Vakit’e göre, Klasik Batý Müziði, ‘kilise müziði’, ‘Hýristiyan müziði’ olduðu için ‘Ýstanbul’u alýp kiliselere son veren atalarýmýzýn mekânýnda’ çalýnmasý ve dinlenmesi caiz deðildi! Klasik Batý Müziði’nin kaynaklarý arasýnda elbette kilise müziði de var ama, bu katký ‘devede kulak’ misalidir. Çok sesli müziðin esas kaynaðý doða ve insandýr. Kaldý ki, kaynaðý kilise müziði olsa ne çýkar?

YASAKÇI ZÝHNÝYETLER. Örneðin bir Batý gazetesi, Klasik Türk Musikisi’nin kaynaklarý arasýnda tekke müziðinin olmasýndan yola çýkarak müziðimizi aforoz etse ve “Viyana önlerinden püskürttüklerimiz bizim mekânlarýmýzda bu müziði çalamaz” dese ne hissederiz? Aslýnda ironiktir, benzer bir aforoz, 1930’lu yýllarda yapýlmýþ, Türk Musikisi, ‘Bizans kökenli’ olduðu, ‘Hýristiyan mabetlerinde çalýndýðý’ için yýllarca yasaklanmýþ, yerine çok sesli Batý müziði yerleþtirilmeye çalýþýlmýþtý. Bu haftayý, ‘müzik’ ve ‘devrim’ terimlerinin yan yana gelmesi tüylerimi diken diken etse de, (aforoz edilme pahasýna itiraf ediyorum ki) Türkiye’yi çok sesli müzikle tanýþtýrdýðý için sempati duyduðum ‘Kemalist Müzik Devrimi’ne ayýrdým.


Hars-medeniyet ikilemi

Cumhuriyetin ilk yýllarý, ‘hars’ (kültür) ve ‘medeniyet’ (uygarlýk) ikileminin müzik alanýndaki izdüþümü olan ‘alaturka-alafranga’ çatýþmasýyla geçmiþtir. 1923’te Ýstanbul’daki Musiki Encümeni laðvedilip, bünyesine Batý müziði derslerinin katýlmasýyla yeniden açýlmýþtý. 1924’te Yeni Sinema’da Osman Zeki (Üngör) Bey’in yönettiði orkestra Zeki Bey’in Cumhuriyet Marþý ile Beethoven’in Beþinci Senfonisi’ni çalmýþtý. Ýkinci konsere çýkarken orkestranýn adý artýk ‘Riyaset-i Cumhur Filarmonik Orkestrasý’ idi. Bu konseri Ankara’da Musiki Muallim Mektebi’nin kurulmasý izledi. Baþlangýçta öðrenilecek enstrümanlar keman, piyano, flüt ve viyolonseldi. Sonunda sadece bu aletleri çalanlar deðil, kornist, oboist, fagotist gibi uzmanlar ellerindeki çalgýlarýyla bu okullara yollandý. 1924’te ise Ekrem Zeki (Ün) ve Ulvi Cemal (Erkin) eðitim için yurtdýþýna gönderildi.

Kemalist ‘Musiki Devrimi’nin ikinci adýmý, 1926’da Darülelhan’ýn ‘Þark Musikisi Þubesi’nin kapatýlmasý oldu. Bölümün kapatýlacaðýný, derleme çalýþmalarý yapmak üzere gittiði Anadolu gezisinden dönüþte öðrenen Darülelhan’ýn hocasý Rauf Yekta Bey, “bir milletin musikisi resmî bir encümenin kararýyla nasýl ilga olunabilir?” diye þaþkýnlýðýný belirttiyse de yapacak bir þey yoktu. Karar uzun süre basýnda ve kamuoyunda tartýþýlmýþ, hatta gazetelerde bu konuda anketler yapýlmýþtý. Elbette devletin zirvesinde alýnan kararlara itiraz etmeye yürek isterdi. Sonuçta Ocak 1927’de Darülelhan ‘Konservatur’a dönüþtürüldü. Þark Musikisi Þubesi de çalýþmalarýný folklor alanýna kaydýrdý.


Türk halkýna bu müzik yakýþmaz!

Mustafa Kemal’in, 9 Aðustos 1928’de, Ýstanbul’da Sarayburnu Gazinosu’nda halka ‘harf devrimi’ni duyururken Falih Rýfký’ya (Atay) okuttuðu konuþmasý, ‘Türk musikisi’nin kaderini belirledi. Þöyle demiþti Mustafa Kemal: “...Bu gece burada güzel bir rastlantý eseri olarak doðunun en seçkin iki müzik topluluðunu dinledim. Bilhassa sahneyi birinci olarak süsleyen Münire’t-ül Mehdiye Haným sanatkârlýðýnda baþarýlý oldu. Fakat benim Türk hissiyatým üzerinde artýk bu musiki, bu basit musiki, Türk’ün çok geliþmiþ ruh ve hissini tatmine kâfi gelmez. Þimdi karþýda medeni dünyanýn musikisi de iþitildi. Bu ana kadar Þark musikisi denilen terennümler karþýsýnda kansýz gibi görünen halk, derhal harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyor ve þen þâtýrdýrlar, tabiatýn icabatýný yapýyorlar. Bu pek tabiidir. Hakikaten Türk, fýtraten þen þatýrdýr. Eðer onun bu güzel huyu bir zaman içinde fark olunmamýþsa, kendisinin kusuru deðildir. Kusurlu hareketlerin acý, felaketli neticeleri vardýr. Bunun farkýnda olmamak kabahatti...”


Ziya Gökalp etkisi

Bugün, Mustafa Kemal’in o gece Kemani Mustafa Sunar yönetimindeki Eyüp Musiki Cemiyeti’nin gamlý tarzýný beðenmediði için böyle konuþtuðunu düþünenler varsa da Mustafa Kemal’in alaturka musiki hakkýndaki olumsuz düþüncelerinin ardýnda dönemin önemli ideologlarýndan Ziya Gökalp’in Türkçülüðün Esaslarý (1923) kitabýnda toparladýðý fikirleri yatýyordu. Ziya Gökalp’e göre, memleketimizde yanyana yaþayan iki musiki vardý. Bunlardan biri kendi kendine doðmuþ olan Türk halk müziði, diðeri Farabi tarafýndan Bizans’tan tercüme edilmiþ Osmanlý musikisi (Gökalp’in diliyle ‘düm-tek usulü’ veya ‘Bizans musikisi’) idi. Bunlardan birincisi harsýmýzýn, ikincisi ise medeniyetimizin musikisiydi ancak ikincisi halkýn arasýna inememiþti, sadece üst tabakalara has kalmýþtý. Dahasý, “Bu musikiye Ýslam musikisi denilememesine baþka bir sebep daha vardýr: Bu musiki Ortodoks milletlerin, Ermenilerin, Yahudilerin mabetlerinde terennüm edilmektedir.”!


Dört yüz yýl bekleyemeyiz!

Nitekim Mustafa Kemal, 1 Kasým 1930’da Alman gazeteci Emil Ludwig’e þöyle diyecekti: “Montesquieu’nün ‘Bir milletin musikideki eðilimine önem verilmezse, o milleti ilerletmek mümkün olmaz’ sözünü okudum, tasdik ederim. Bunun için musikiye pek çok itina göstermekte olduðumu görüyorsunuz.” (Gazetecinin ‘Þark’ýn tek anlamadýðýmýz bilimi müziðidir’ demesi üzerine) “Bunlar hep Bizans’tan kalma þeylerdir. Bizim hakiki musikimiz Anadolu halkýnda iþitilebilir.” (Gazetecinin “Bu müziðin iyileþtirilmesi yoluyla geliþtirilmesi mümkün olmaz mý” sorusuna cevaben) “Garp musikiciliði bugünkü haline gelinceye kadar ne kadar zaman geçti? (Gazetecinin ‘Dörtyüz sene kadar geçti’ demesi üzerine) “Bizim bu kadar zaman beklemeye vaktimiz yoktur. Bunun için Garp musikisini almakta olduðumuzu görüyorsunuz...”

Dört yüz yýllýk gecikmeyi telafi için,1932’de Ýstanbul Eminönü Halkevi’nin davetiyle Ýstanbul’da bir konferans vermek üzere Viyanalý kompozitör Prof. Dr. Joseph Marx çaðrýldý. Ancak, sonuç hayal kýrýklýðý oldu çünkü Marx’a göre Türk müziðini istediðimiz yana eðip bükmeye kalkarsak onu öldürmüþ olurduk. Yapýlmasý gereken Türk müziði ile Batý müziðini birbirine yakýnlaþtýrmak, aralarýnda iliþki kurmaktý. Bunu yapmak için de Türk müziðinin milli kaynaklardan yararlanarak ve Batýlý kaynaklardan güç alarak kendi halinde büyümesini beklemek gerekirdi. Elbette Marx’ýn bu görüþleri beðenilmedi ve profesör ülkesine gönderildi.


Þarký, gazel devrinin sonu!

1 Kasým 1934’te, Mustafa Kemal’in TBMM’nin Dördüncü Toplanma Yýlý’ný açýþ konuþmasýnda yöneliþ iyice belirginleþti. Büyük Þef, “...Arkadaþlar! (...) Bir ulusun yeni deðiþikliðine ölçü, musikide deðiþikliði alabilmesidir, kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeye yeltenilen musiki yüz aðartacak deðerde olmaktan uzaktýr. Bunu açýkça bilmeliyiz. Milli ince duygularý, düþünceleri anlatan, yüksek deyiþleri, söyleyiþleri toplamak onlarý, bir gün önce genel son musiki kurallarýna göre iþlemek gerekir. Ancak bu sayede, Türk ulusal musikisi yükselebilir, beynelmilel musikide yerini alabilir. Kültür Bakanlýðý’nýn buna deðerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardýmcý olmasýný dilerim” deyince o günlerde Basýn Yayýn Genel Müdürü olan Vedat Nedim (Tör) Bey durumdan vazife çýkarmýþ ve Dahiliye Vekili (Ýçiþleri Bakaný) Þükrü Kaya’ya “Paþa böyle dediðine göre, herhalde alaturkanýn yasaklanmasýný istiyor. Yaparsanýz sevinir” demiþti. Þükrü Bey de alaturka musikiyi yasaklamýþtý! Aslýnda, Mustafa Kemal’le Þükrü Bey, 1 Kasým konuþmasýnýn hemen ardýndan buluþmuþlar ve Kýzýlay’da inþaatý süren Güven Anýtý’ný incelemiþlerdi. Yani Vedat Nedim Bey’den önce, Mustafa Kemal’in Dahiliye Vekili’nin kulaðýný bükmesi ihtimali büyüktü.

3 Kasým 1934 günü ne ilginç bir rastlantý ki, yine bir Vakit gazetesi þöyle diyordu: “Þarký, Gazel Devri’nin Sonu!” Aslýnda o dönemde Ýstanbul Radyosu sadece saat 18.30-21.30, Ankara Radyosu ise 19.30-21.00 arasýnda yayýn yapýyordu. Alaturka müzik yayýný ise bir saati geçmiyordu. Ancak buna bile tahammül edilememiþti. Kahire’de yayýmlanan El Belag gazetesi “...Biz Þark musikisinin kaldýrýlmasý için çok yazdýk. Mýsýr’da bulunan Þark Konservatuarý’nýn kapatýlýp yerine bir Garp Konservatuarý açýlmasýný çok istedik. Bu suretle, gevþek, aðlatan ve ruhu bezginleþtiren musikimizi kaldýrmayý baþarabileceðiz. Ýþte bugün, Þark uluslarý arasýnda bir ulus bunu baþarýyor” diye kararý alkýþlamýþtý. Yasaklama kararý alaturka musikiyle uðraþan çevrelerde üstü kapalý tepkilere neden oldu ama ‘devrimlere karþý çýkmak’ kimsenin haddine olmadýðý için, ‘müzik devrimi’ dörtnala ilerlemeye baþladý.


Milli Musiki Kongresi

26 Kasým 1934’te Ankara’da toplanan ‘Milli Musiki Kongresi’nde Ankara’nýn ve Ýstanbul’un tanýnmýþ müzik adamlarý biraraya gelip, Talim Terbiye’den Kazým Nami (Duru) ve Vedat Nedim (Tör) beylerin nezaretinde radyodan sonra plaklarda ve halka açýk yerlerde çalýnan alaturka müziðin önlenmesi, aile ocaðýnda ‘aile muhiti’ için þarkýlar bestelenmesi, operetlerin musiki, ahlak ve tiyatro bakýmýndan kontrolü, lise sýnýflarýnda musiki tarihi derslerinin okutulmasý, müzik derslerinin sýnýf geçmeye katkýda bulunmasý, musiki müfettiþliðinin kurulmasý, radyoda müzik yayýnlarýnýn kontrolü ve organizasyonu, Türk bestekârlarýnýn eserlerinin ülkede ve Avrupa’da tanýtýlmasýnýn devlet iþi olmasý konusunda kararlar aldýlar. Mustafa Kemal kongreyi yakýndan takip etmiþ, telefonla bilgi almýþ, talimatlar vermiþti.

Bu kararlar uyarýnca, Ýran Þahý Rýza Pehlevi’nin Türkiye’yi ziyareti dolayýsýyla iki ülke tarihi arasýnda paralellikler kuran ilk Türk operasý Öz Soy bestelendi. Eserin konusunu bizzat Mustafa Kemal seçmiþ, eserin librettosunu (metnini) Münir Hayri (Egeli) yazmýþ, bestesini Paris’te müzik eðitimi almýþ olan 27 yaþýndaki Ahmed Adnan (Saygun) yapmýþtý. Ayný yýl, yine Münir Hayri’nin librettosunu yazdýðý iki opera daha hazýrlatýldý. Ýlki, bestesi Necil Kazým’a (Akses) ait olan Bay Önder, ikincisi Ahmet Adnan’a ait Taþ Bebek idi. 1935’te librettosunu yine Münir Hayri’nin yazdýðý, Ulvi Cemal’in (Erkin) bestelediði Ülkü Yolu sahnelendi; ancak bu dört operada da ideoloji bol, müzik azdý. Sonuçta ‘opera devrimi’ 1940’lara ertelendi.


Avrupalý sanatçýlar

Yine de 1935 yýlý, çok sesli Batý musikisi konserleri açýsýndan çok verimli geçti. Ekrem Zeki geleneksel Türk sanat müziði perde sistemiyle ilk yaylý ‘dördül’ü, Türk Kuarteti’ni besteledi. Ankara’da Riyaset-i Cumhur Filarmonik Orkestrasý, Musiki Muallim Okulu ve Halkevi salonlarýnda halka açýk konserler birbirini izledi. Konuk sanatçýlar arasýnda Varþova Operasý sopranolarýndan Maria Boyar, SSCB Akademik Devlet Tiyatrosu Orkestrasý’ndan besteci Dimitri Þostakoviç ve ünlü ses sanatçýlarýndan oluþan 11 kiþilik topluluk, keman virtiözü David Oistrah ve piyanist Lev Oberin de vardý. Ýstanbul’da ise Devlet Konservatuarý ve Fransýz Tiyatrosu salonlarýnda cumartesi ve pazar günleri konserler ve resitaller veriliyordu. Vapurlarda, çay bahçelerinde, hoparlörlerden klasik Batý müziðinin popüler parçalarý çalýnýyordu. Böylece halkýn kulaðý adým adým çok sesli müziðe alýþtýrýlýyordu.


Avrupalý mütehassýslar

1935 yýlýnýn ironik atýlýmý, Avrupa’dan ‘mütehassýs’ getirtmek oldu. Ýronikti, çünkü ‘ulusal çok sesli müziðin inþasý’ yabancý uzmanlara düþmüþtü. Ýlk teklif Cevat (Dursunoðlu) Bey tarafýndan Macar asýllý keman virtüözü Lico Lamar’a götürüldü. Lamar bir rapor yazmakla yetindi. Ardýndan Berlin Orkestrasý Þefi Prof. Wilhelm Furtwängler’e teklif götürüldü, ancak Furtwängler’in çok meþgul olduðunu söyleyerek teklifi reddetmesi üzerine, onun tavsiyesiyle Prof. Paul Hindemith’le sözleþme imzalandý. (Hindemith fasýlalarla Türkiye’ye gelecek ve hem müzik, hem tiyatro konularýnda danýþmanlýk yapacaktý. Onun tavsiyesi ile ilk ziyaretini Þubat 1936’da yapan Alman Profesör Carl Ebert de Ankara Devlet Konservatuarý’nýn tiyatro ve opera bölümlerini oluþturacaktý.)


Béla Bartok’un derleme çalýþmalarý

Mustafa Kemal, 1936’da, TBMM’nin Altýncý Toplanma Yýlý açýþ konuþmasýnda ‘müzik devrimi’ konusunu tekrar güncellemiþti. Bunun meyvesi ise ünlü Macar bestecisi Béla Bartok’un Ankara Halkevi’nin davetlisi olarak 5 Kasým 1936’da Ankara’ya gelmesi oldu. Bartok, Macar halk müziði ile Batý müziði formlarýný baðdaþtýran çalýþmalarýyla ünlüydü. Anlaþýlan Ankara ayný formülü Türkiye’de uygulamak istiyordu. Bunun için 22 günlük hýzlandýrýlmýþ bir program izlendi. Bu süre içinde Bartok üç konser, dört konferans verdi. Türkiyeli müzikologlara fonograf aletini tanýttý. Adana yöresinde (Osmaniye ve Çardak köyü, Toprakkale’de Kumanlý aþireti ve Tüysüz Tepe’deki Tecirli yörük kýþlaklarýnda) 90 kadar eseri fonografa kaydetti. Béla Bartok’un Kültür Ýþleri Bakanlýðý’na sunduðu rapor Hindemith’in onayýný alýnca 1937’den 1952’ye kadar Anadolu’nun çeþitli yerlerinde derleme çalýþmalarý yapýldý.


Dolmabahçe’de musiki ziyafetleri

Ancak bütün bunlar olurken ve halk klasik Türk musikisini dinlemekten mahrum edilirken, Mustafa Kemal, özel meclislerinde Ýzzettin Ökte, Udi Þevki, Hakký Derman, Þerif Ýçli ve Hanende Abdülhalik Beyler gibi virtüözlerden kurulmuþ özel saz topluluðundan alaturka musikiyi dinlemeye devam ediyordu. Hem de büyük zevkle... Yasaðýn nasýl kalktýðýna dair deðiþik rivayetler var. Bunlardan birini aktarmakla yetinelim: Yýllar geçmiþ ve 1938 yýlýna gelinmiþti. Günlerden bir gün, bir emir geldi. Ünlü ud sanatçýsý Bedriye Hoþgör’le kýzý Melek Tokgöz ve kemanî Nuri Duyguer Dolmabahçe Sarayý’na davet edildiler. Emir Atatürk’tendi. Hemen Saray’a gidildi. Saray’a ayný zamanda Selahattin Pýnar ve kemanî Nubar Tekyay da davet edilmiþlerdi. Atatürk bir Türk müziði konseri hazýrlatýyordu. Bizzat Atatürk’ün nezaret ettiði konser hazýrlýklarý önce Ýstanbul’da daha sonra Ankara’da devam etti. Ankara’da bir sinema salonu Çankaya Köþkü’nce kiralandý, afiþler hazýrlandý, reklamlar yapýldý. Sanatçýlar konseri vermek üzere sahneye çýkarken, Ulus Gazetesi’nin telefonu çaldý: “Burasý Çankaya Köþkü, ben Hasan Rýza Soyak. Bu akþam Yeni Sinema’da genç sanatçý Melek Tokgöz’ün konseri vardýr. Büyük Önder konsere þeref vereceklerdir. Bunu ayrýntýlarý ile beraber yarýnki çýkacak sayýda yazýnýz!” Emir emirdi. Gazete ertesi gün Atatürk’ün konsere þeref verdiðini yazdý. 6 Mart 1938 gecesi verilen konser Atatürk’ün Cumhurbaþkaný olduktan sonra gittiði ilk ve son konserdi. Konserden birkaç gün sonra Ankara Radyosu’ndan Türk Musikisi þarkýlarý, besteleri tekrar çalýnýp söylenmeye baþladý. Sonunda bu anlamsýz yasak kalkmýþtý!

Yine de Alaturka musikinin itibarýný geri kazanmaya baþlamasý 1939-1940’ta, müzik adamý Hüseyin Saadettin Arel’in kendi yayýný olan Türklük Dergisi’nde 14 sayý boyunca yayýmladýðý “Türk Musikisi Kimindir” baþlýklý incelemesinden sonra oldu. Arel yazý dizisinde özetle Türk musikisinin Ziya Gökalp’in iddia ettiðinin tersine, Arap, Acem, Bizans veya Eski Yunan kökenli olmadýðýný iddia ediyordu.


Peki, müziðe müdahale bitti mi?

Hayýr bitmedi. CHP’nin 1946 tarihli bir broþüründe Halkevlerinde saz kurslarý açýlmasýna ve türkü öðrenme saatlerinde hep bir aðýzdan türkü söylenmesinin önemine deðinilir. Yazýda ‘iyi-kötü’, ‘doðru-yanlýþ’, ‘seçilmiþ’, ‘ayýklanmýþ’, ‘iþlenmiþ’, ‘güzelleþtirilmiþ’ þarkýlardan, türkülerden söz edilmesi rejimin halka duyduðu güvensizliði ima eder. Radyo döneminin belleklerimizde býraktýðý önemli izlerden biri olan ve 1940-1946 arasýnda Mesut Cemil’in, 1946-1963 arasýnda Muzaffer Sarýsözen’in yönettiði Yurttan Sesler Korosu, bu mantýkla çalýþmýþ, türkü denilen türün ruhuyla pek uyumlu olmayan ciddi tavýrlý adam ve kadýnlar, karþýlarýndaki ‘deðnekli adam’ýn yönlendiriciliðinde, dil ve þive açýsýndan tek tipleþtirilmiþ, içerik olarak isyancý, ayýp veya mahrem sözlerinden arýndýrýlarak sterilleþtirilmiþ, uysallaþtýrýlmýþ ve bazý durumlarda ‘medeni dünyanýn müziðindeki gibi çoksesli hale getirilmiþ’ türkülerimizi seslendirdiler.

Ancak 1960’lardan itibaren “Bayburt Bayburt olalý böyle zulüm görmedi...” anekdotlarýna raðmen klasik Türk musikisi, halk musikisi ve Batý’nýn çok sesli müziði birbiriyle çekiþmeden yan yana yaþamayý öðrenmeye baþladýlar. Ta günümüze kadar. Bakalým bundan sonra neler olacak?

Özet Kaynakça: Ünsal Yücel, “Atatürk Döneminde Sanat Yaþamý’, Çaðdaþ Düþüncenin Iþýðýnda Atatürk, Nejat Eczacýbaþý Vakfý Yayýnlarý, 1983, s. 432-476; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, III cilt (Derleyen Nimet Arsan), Türk Ýnkýlap Enstitüsü, 1961; Münir Hayri Egeli, Atatürk’ten Bilinmeyen Anýlar, Ýstanbul, 1954; Atatürk Devrimleri Ýdeolojisinin Türk Müzik Kültürüne Doðrudan ve Dolaylý Etkileri, Boðaziçi Üniversitesi Yayýnlarý, 1980; Cumhuriyet’in Sesleri, (Yay. Haz. Gönül Paçacý), Tarih Vakfý Yurt Yayýnlarý.

Ayþe Hür

Taraf gazetesi

 

Bu yazýyý Facebook'ta paylaþabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaþ
0
Yorumlar
13 Eylül 2009 13:19

ORGON

“YAPILAN BU YORUMDA YAZARIN KALEMÝNDEN YAPILAN ALINTILAR YEÞÝL, KENDÝ YORUMLARIM SÝYAH OLARAK AYRILMIÞTIR.”

‘GAVUR MÜZÝÐÝ’ . Vakit bu sefer de Cem Mansur yönetimindeki Ulusal Gençlik Orkestrasý’nýn keman virtüözü Ayla Erduran’la 18 aðustosta yine Topkapý Sarayý’nda vereceði konseri diline doladý. Bu sefer ‘þarap sponsoru olmadýðý’ bahanesiyle içki tavizi verildi ama elbette bu Vakit’i tatmin etmedi. Bu sefer hedef müziðin kendisiydi. Vakit’e göre, Klasik Batý Müziði, ‘kilise müziði’, ‘Hýristiyan müziði’ olduðu için ‘Ýstanbul’u alýp kiliselere son veren atalarýmýzýn mekânýnda’ çalýnmasý ve dinlenmesi caiz deðildi! Klasik Batý Müziði’nin kaynaklarý arasýnda elbette kilise müziði de var ama, bu katký ‘devede kulak’ misalidir. Çok sesli müziðin esas kaynaðý doða ve insandýr. Kaldý ki, kaynaðý kilise müziði olsa ne çýkar? 

BÝLÝM VE SANAT EVRENSELDÝR!
Batý enstrümanlarý ya da bu enstrümanlarla çalýnan eserleri milliyetçilik kavramý altýnda protesto etmek kýsýr bir zihniyetin göstergesidir. Bugün Türk Müziði eserlerinin notalarýný batý formunda, batý enstrümanlarý ile düzenleyen birçok sanatçý vardýr. Bu sanatçýlarýn varlýðý sayesinde Türk Müziði batýya ulaþtýrýlmaktadýr. Kilise müziði, tasavvuf müziði gibi dinsel temalarýn iþlendiði özel formlarýn dýþýnda müziðe dini bir öðe yüklenemez. Türk müziði, Türk’ün elinde kalmýþ, Türk olan en önemli deðerlerden biridir ve dinden de, Osmanlý’dan da daha eskiye dayanýr.

YASAKÇI ZÝHNÝYETLER. Örneðin bir Batý gazetesi, Klasik Türk Musikisi’nin kaynaklarý arasýnda tekke müziðinin olmasýndan yola çýkarak müziðimizi aforoz etse ve “Viyana önlerinden püskürttüklerimiz bizim mekânlarýmýzda bu müziði çalamaz” dese ne hissederiz? Aslýnda ironiktir, benzer bir aforoz, 1930’lu yýllarda yapýlmýþ, Türk Musikisi, ‘Bizans kökenli’ olduðu, ‘Hýristiyan mabetlerinde çalýndýðý’ için yýllarca yasaklanmýþ, yerine çok sesli Batý müziði yerleþtirilmeye çalýþýlmýþtý. Bu haftayý, ‘müzik’ ve ‘devrim’ terimlerinin yan yana gelmesi tüylerimi diken diken etse de, (aforoz edilme pahasýna itiraf ediyorum ki) Türkiye’yi çok sesli müzikle tanýþtýrdýðý için sempati duyduðum ‘Kemalist Müzik Devrimi’ne ayýrdým. 

Kemalist Müzik Devrimi: Atatürk’ün devrimlerini herkes bilir. Ama kusura bakmayýn, ben müzik devrimini ilk kez sizden duydum. Sözünü ettiðiniz 30’lu yýllarda doðu müziði ve çalgýlarýna getirilen yasaklarsa bu faaliyetlerin Atatürk’e yaranmaya çalýþan birkaç kartvizit sahibinin iþi olduðunu düþünüyorum. 

Saray müziði olarak da tanýmlanan alaturka müziði ya da yazýnýzda kullandýðýnýz deyimle þark(doðu) müziði o yýllarda entelektüel geçinen kimseler tarafýndan hor görülmüþ, aþaðýlanmýþtýr. Ben bu durumu sevgiden mahrum býrakýlmýþ, ilgilenilmemiþ, sahiplenilmemiþ bir sokak çocuðuna duyulan önyargýlý öfkeye benzetiyorum. Bu tartýþma ve geliþmelerin içinde Türk Müziði’ne sahip çýkanlar olmuþtur. Adýný tarihe “Türk Musikisi’ne frak giydiren adam” olarak yazdýran Münir Nurettin Selçuk, yaný sýra Refik Fersan, Rauf Yekta Bey ve Mes’ut Cemil gibi isimler hiçbir kayda geçirilmemiþ nice eserleri notaya dökmüþler, kayýt altýna almýþlar, Türk Musikisi’ni çaðdaþ yorumlarýyla sahiplenmiþler, doðu insanýnýn müzik anlayýþýný batý disiplini ve estetiði ile baðdaþtýrarak hak ettiði seviyeye çýkarmýþlardýr. Bu insanlarýn sayesinde Türk Müziði meyhane köþelerindeki hanende aðzýndan kurtulmuþ, oturarak saða sola kafa sallar konumdan sahnede ayakta icra edilir ve herkesle bir aðýzdan yarým yamalak deðil, yüzlerce dinleyici karþýsýnda sessizce, saygýyla dinlenir, okunur konuma yükselmiþtir. Türk Müziði’nde bir devrim, bir inkýlap söz konusu ise bu inkýlap o zamanýn Türk Müziði’ne aþýk bu genç sanatçýlarýnýn inkýlabýdýr.

Ancak 1960’lardan itibaren “Bayburt Bayburt olalý böyle zulüm görmedi...” anekdotlarýna raðmen klasik Türk musikisi, halk musikisi ve Batý’nýn çok sesli müziði birbiriyle çekiþmeden yan yana yaþamayý öðrenmeye baþladýlar. Ta günümüze kadar. Bakalým bundan sonra neler olacak? 

Batýnýn türlü dalaverelerini hemen alýrken, kendimize ait deðerlere burun kývýrmakta ve o deðerleri yýpratmakta üstümüze yok. (Þark sözü itici geliyor) Doðu müziði olarak adlandýrýlan Türk Müziði’nin ve uluslar arasý üne sahip sanatçýlarýmýzýn bu topraklar üzerinde de gelecekte yeni yetiþen, bilimi rehber edinmiþ, bilinçli kiþilerin elinde hak ettiði deðeri bulacaðýna inanýyorum. 

Saygýlarýmla,
S.UZ
26 Aðustos 2009 01:33

deepblueeagle

bu öðretici ve önemli yazý için çok teþekkür ederiz.
Uyarý

Yorum yazabilmek için üye olmalý ve oturum açmalýsýnýz.

Eðer sitemize üye deðilseniz buraya týklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eðer üye iseniz oturum açmak için buraya týklayýn.