1 Mayıs, işçinin emekçinin bayramı!

01 Mayıs 2011 14:51 / 2555 kez okundu!

 


Bugün 1 Mayıs. 12 Eylül öncesinin ünlü marşında dendiği gibi “İşçinin emekçinin bayramı/ Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkın bayramı.”
Her ne kadar Türkiye’de “devrimin şanlı yolunda ilerleyen bir halk” yoksa da, Ortadoğu ülkelerindeki “devrimsi” hareketlerle teselli bulabiliriz.

Daha önce bu sayfalarda iki kez Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerindeki emek tarihine ve 1 Mayıs anmalarının tarihine değindim. Üstelik üzerine yazılacak çok konu var. “Çılgın Proje”, Suriye’deki ayaklanma, internet sansürü ilk aklıma gelenler. Ancak, bu hafta, Osmanlı emek tarihinden bir özet yapacağım, çünkü sınıf mücadelesini, en az kimlik mücadeleleri kadar önemli buluyorum.

Ancak yapacağım özetin ağırlık merkezini Ermeni emekçilerin emek tarihi oluşturacak. Böylece geçtiğimiz hafta Türkiye’nin dört merkezinde yapılan 24 Nisan (1915) anmaları sırasında ortaya çıkan dayanışma ruhunu biraz daha devam ettirmeyi umuyorum.

***
Üretim sürecinin lonca teşkilatı ve usta-çırak ilişkisine dayalı olduğu Osmanlı Devleti’nde Batı tipi bir sendikalaşma ortaya geç çıkmıştı ama devletin işçi hareketlerine tepkisi başından itibaren sert oldu. 1845 tarihli Polis Nizamnamesi’ne göre işçi dernekleri kapatılacak, toplu iş bırakanlar polis tarafından cezalandırılacaktı. İlk işçi derneklerinin kurulduğuna dair haberler 1860’larda çıkmıştır ancak Ameleperver, Amele Siyanet gibi cemiyetler Levantenlerin ve Batıcı Osmanlı aydınlarının işçilere ve yoksullara destek için kurdukları yardım dernekleridir. Örgütsüzlüğe rağmen ilk grev tersane işçileri tarafından 1872’de yapılacaktır.

O dönemde İstanbul’da ezici bölümü savunma, tekstil, tütün, gıda, cam, haberleşme ve ulaşım sektöründe çalışan 50 bin kadar işçi vardı. Bunlardan büyük ölçekli kuruluşlarda çalışan 15-20 bin kişilik bölüm Osmanlı işçi hareketinin dinamik çekirdeğini oluşturuyordu. Bunların etrafında daha modern teknoloji ile çalışan ve ağırlığını Ermeni, Rum, Yahudi ve Bulgar işçilerin oluşturduğu ikinci bir halka vardı. En dıştaki niteliksiz işçiler halkasında ise (örneğin inşaat sektöründe) daha çok Müslüman/Türk-Kürt işçiler yer alıyordu.

Abdülhamit’in hafiyeleri

1880-1908 arasındaki işçi eylemlerine dair bilgilerimiz sınırlı. Bilinenler arasında 1885’te Odunkapı Bıçkı işçilerinin, 1886’da Beyoğlu’ndaki bazı tezgâhtarların, 1906’da İstanbul’daki tütün ve matbaa işçilerinin yaptıkları grevler ve direnişler var. Yine bugünkü anlamda ilk işçi örgütü Tophane Fabrikası işçileri tarafından 1894-1895’te kurulan Osmanlı Amele Cemiyeti idi. Cemiyetin Abdülhamit’in hafiyelerinin takibinden kurtulamadığını söylemeye her halde gerek yok.

İmparatorluğun diğer bölgelerinde olduğu gibi İstanbul’da da işçi hareketlerinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) II. Abdülhamit’e Meşrutiyet’i ikinci kez ilan ettirdiği 1908 yılından itibaren büyük bir sıçrama yaşandı. Osmanlı Devleti’nde ilk “Amele Bayramı”nın, 1 Mayıs 1909’da Selanik’te kutlandığı rivayet olunur. 1912 yılında İstanbul Pangaltı’ndaki Belvü Bağçesi’nde bir kutlama yapıldığına dair bilgimiz ise, Osmanlı sosyalisti ‘İştirakçi’ Hilmi’nin yayımladığı İştirak dergisinin 2. sayısındaki birkaç satırdan ibaret.

İttihatçıların kanunları

Bu dönemde sadece İstanbul’da 15 binin üstünde işçinin katıldığı grevler günlerce, aylarca sürmüştü. Ülke ekonomisinin giderek dışa bağımlı hale geldiği o dönemde, yabancı sermayeyi ürkütmemek için alelacele çıkarılan geçici Tatil-i Eşgal Kanunu (Grev Kanunu), 31 Mart 1909 Olayı’ndan sonra kalıcı hale getirildi. 1913’te Babıâli Baskını’ndan sonra iktidara tamamen el koyan İTC, Balkan Savaşları’nı bahane ederek tüm işçi eylem ve örgütlerini yasakladı. Ama bütün bu baskılar işçi hareketleri tamamen sona erdiremedi.

İşte bu tarihçe içinde kadın işçilerin, onların arasında da gayrımüslim kadın işçilerin özel yeri var. Bu kadınların çoğunluğunun 1880’lerde Uşak’ta 600 halı tezgâhında çalışan üç bin kadın ve beş bin genç kızdan söz eden kaynaklar var. 1897 yılında İstanbul’daki kibrit fabrikasında çalışan 201 işçinin 121’i, Bakırköy Bez Fabrikası’nda çalışanların yarısının kadın olduğunu biliyoruz. Adana, Ankara, Konya, Sivas ve Kayseri’de sekiz bin kadın evde yün dokumacılığıyla uğraşıyordu. Bitlis’teki dokuma tezgâhı sayısı 1907’de beş bine ulaşıyordu. İzmir’de 1906 yılı verilerine göre, iki bin el tezgâhında 3.500 kadın, 750 kız çocuğu halı dokuyor, 750 erkek işçi yıkama ve boyama gibi yan işleri gerçekleştiriyordu.

Uşak’ta makine kırıcı kadınlar

Ancak sınıf bilincinin inşasının kolay olmadığını gösteren örnekler de var. Avrupa’da makinelerin işçilerin zararına kullanıldığına inanan işçilerin başını çektiği Luddist, yani “makine kırıcılığı” eylemlerinin Osmanlı ülkesindeki ilk örneği 1839 yılında görülmüştür ama en önemli olay 1908’de Uşak’ta yaşanmıştı. Ev tezgâhlarında ancak beş-altı bin ilmek dokuyabilen Uşaklı Müslüman kadın dokumacılar The Oriental Carpet Manufacturers Limited adlı şirket tarafından Uşak, Kula, Gördes ve Demirci gibi geleneksel halıcılık merkezlerine açılan 17 halı imalathanesinde günde 14 bin ilmek dokuyan Rum ve Ermeni kadınlara o kadar kızmışlardı ki, 13 Mart 1908’de, Uşak’ta 1500 kişilik bir kadınlar grubu, üç mekanik ve buharlı yün eğirme fabrikasını basarak makineleri tahrip etmişler, yün ve iplikleri yağmalayarak fabrika binasını ateşe vermişlerdi. Üç gün süren olaylar sırasında şehirde asayiş elden gitmiş, 21 Mart’ta Müslüman kadınlar tutuklu bulunan 14 arkadaşlarının serbest bırakılması için kaymakamlığa yürümüşler, durumu kontrol altına alamayan Uşak Kaymakamı Tevfik Efendi görevden alınmış, etnik ve toplumsal barış süngü gücüyle sağlanmıştı. Ancak bu olaylar, 1908 yılı boyunca Osmanlı Devleti’ni felce uğratacak büyük grev dalgasının tetikleyicisi olmuştu.

Bursa’da Hınçak Partisi

Bir yıl sonra yaşanan bir olay sınıf dayanışması konusunda yol alındığını gösteriyor. Olay şöyle gelişiyor: 1909 yılı sonbaharında Bursa’daki ipek fabrikalarında çalışan işçilerin hükümete yaptıkları başvuru karşılıksız kalır. Çünkü ülkeyi perde arkasından yönetmekte olan İttihat ve Terakki Fırkası, çalışma saatlerinde yapılacak bir sınırlandırmanın da, ücretleri arttırmanın da Osmanlı Devleti gibi gelişmekte olan bir ülke için zararlı olacağını düşünmektedir. Dahası Avrupa’nın pek çok ülkesindeki sosyal politika içerikli yasa ve yönetmeliklerin patronları zarara uğratmaktan başka bir işe yaramadığına ve zarara uğramaktan korkan patronların önemli yatırımlar yapmayacağına inanmaktadır. Nitekim işçi hareketlerini önlemek için Tatil-i Eşgal Kanunu’nu çıkaralı bir kaç ay olmuştur.

Ancak, Bursa’daki ipek işçileri 1 Ağustos 1910’da greve giderler. Fransızca ve Almanca yayımlanan Osmanischer Lloyd’un özel haberine göre, grev Bursa’dan bir kaç hafta önce Bilecik ve Adapazarı’nda başlamıştır. Aynı gazete grevin “bazı kişilerce verilen konferanslar ve yazılan yazıların yardımıyla” Bursa’daki fabrikalara sıçradığını da ileri sürer. Bir süre sonra gazete grevin arkasında “Hınçak adlı bir Ermeni cemiyetinin” (Ermeni Sosyal Demokrat Partisi) olduğunu, grevcileri kışkırtanın da Setrak adında biri olduğunu ileri sürecek, bu kişi tutuklanacaktır.

Bursa’da işçiler için yapılmış özel yatakhanelerde kalan Türk, Rum, Yahudi ve Ermeni genç kızların kaçının greve katıldığı bilmiyoruz. İstanbul’da yayımlanan Stambul gazetesi 48 fabrikada 2.500 işçinin, Osmanischer Lloyd gazetesi ise sadece iplik fabrikasındaki üç bin işçinin greve gittiğinden söz ediyor. Ancak grevin başarılı yürüdüğü söylenemez. İşbaşı yapmak isteyen işçilerle grevciler çatışmış, çıkan kavgalarda pencereler kırılmış, tutuklanmalar olmuştur. Çalışmakta ısrarlı olanlar polis korumasında işe giderken, grev olmayan fabrikalar jandarmayla korunmuşlardır. Ayrıca grev yalnızca sahibi Osmanlı tebaası olan fabrikalara yayılmış, yabancıların fabrikaları çalışmayı sürdürmüştür.

Alkış yerine karpuz kabuğu

Fabrika sahipleri grevcilerin isteklerini “Koza hasadı azlığı dolayısıyla hammadde yetersizliği, istekleri kabul ederlerse başka illerle rekabet edemeyecekleri” gerekçesiyle reddederler. Sendika ya da işçi komitelerini tanımayacaklarını bildiren işverenlerle konuşamayan grevciler liderleriyle belediyeye yürürlerse de ancak geri çevrilirler. Buradan Vilayet’e gidip hükümette yardım isteyen işçilere, Vilayet daha önce yazdığı içerikte bir telgraf daha göndererek işçilerin yaşadığı zor koşulların Şûra-yı Devlet’çe incelenmesi isteğini tekrarlar.

Desteksiz kalan grevin hızı söner. 18 ağustosta kimi işçiler pişman olup işlerine dönmek isterler. 22 ağustosta işine geri dönen işçi sayısı 600’ü bulur. Hınçak Cemiyeti greve maddi destek veremeyince bu cemiyete yakın liderlerden biri “konuşmasının sonunu alkış altında değil karpuz kabuğu altında” yapar. Grevcilerin işten atılması tehlikesi doğunca Hınçak Cemiyeti arabuluculuk görevini Bursa’daki İttihat ve Terakki Kulübü’ne devretmek zorunda kalır. Gazetelere göre kulübün yardımıyla grev 27 ağustosta bitirilmiş, mevsimin bitmesi yüzünden atölye ve fabrikalar 28 ağustosta kapanmıştır.

***

Üç sayfalık mektupta ‘Hayat ve Hakikat’

20 Şubat 1325’te (5 Mart 1910) Bursa’daki beş bin ipek işçisi adına gazeteye bir mektup gönderilir. Gazete mektuba, yazıyı Ermeniceden tercüme edenin Bedik olduğu, yersizlik dolayısıyla fabrikalardaki “insaniyetsiz ve barbar” durum konusundaki açıklamaları gelecek sayıya bıraktığı notunu ekler. ‘Hayat ve Hakikat’ başlıklı üç sayfalık mektuptan bazı bölümler günümüz Türkçesi ile şöyledir:

“Biz insanlığın dikkat bakışından bütünüyle uzak, sefilliğe bırakılmış kötü talihlileriz. Toplumun doğal üyelerinden olduğumuz halde herkes bizden nefret eder. Hiç kimse bize acıma bakışlarını çevirmeye tenezzül etmez. Eski yüzyılların çarlarının zalim yönetiminde inleyen esirlerin hayatına, sefaletine gıpta edecek derecede bir hale sürüklenmiş ve kedere düşmüşüz. Bütün insanlığın duyarlılığı ve anlama bakışları, bizim sefalet çevremize yaklaşmak istemiyor mu? Acaba sefaletin ortadan kalkmasını isteyen insanlık düşünürleri ve yasalar, bizim üzüntü verecek durumumuzu görmüyor mu? Emek ve çalışma denen cihan yasası bizi ödüllendirmeye değer görmüyor. Daima eziyet, daima felaket. Daima sıkıntı ve sefalet. İşte günlük durumumuz, dileğimiz. Duyarlı insanlar, var olan toplumun bolluk ve mutluluğunu yöneten düşünürler topluluğu, işçi kızların genel çığlıkları karşısında niçin bu derecede dilsiz kalıyorlar? Acaba onların gerçeği duyan kulakları da mı uyuşmuş? Acaba onlar da mahkûmiyetimize karşı neşelenmek mi istiyorlar?

Feryadımıza kulak veriniz ey özgür basının özgür çalışanları! Kalbinizde doğan duygulardan, bizim için de bir acıma payı çıkarınız. Biz o perişan çiçeklerdeniz ki baharı görmeden güz yapraklarına döneriz. Sayımız yalnız Bursa’da beş bine ulaşır. Gece gündüz çalışırız, çalışırız... Tekrar çalışırız! Halimize kimse acımaz! Hiçbir duyarlı kalbe, hiçbir acıyan vicdana rastlamıyoruz. Evet! Vücudumuzu kavuracak surette çalışıyoruz. Bizim yaşıtlarımızdan olan şen ve şuh kızlar aşklarıyla, tantanalarıyla yaşamın lezzetlerini tadarlarken biz, fabrikanın kokuşmuş havasında ciğerimizi çürütürüz. Sıcak sular içinde ellerimizi yıkar, feryat ve figanlar ile kalbimizi kavururuz. Bizim kavuşma hediyemiz çirkin sövgüler, ödülümüz yüzümüze atılan bir tokat, emeğimizin karşılığı parça kuru ekmektir...”

***

‘Biz işçileriz, biz ülkemizin lanetlileriyiz!’

“Yer Van. Halka açık bir toplantı. Engels’in deyişiyle ‘Avrupa işçi sınıfının eşsiz temsilcisi’ Auguste Bebel’i anma toplantısı.

Konuşmacılar, ‘Karl Marx ve Eseri’, ‘Sosyalizm Çağında Burjuvazi’, ‘August Bebel’, ‘Toplumsal Eleştiri’ gibi konu başlıkları altında heyecanlı söylevler veriyorlar. Arada küçük dinletiler var. Flüt, piyano ve kemandan oluşan bir müzik topluluğu halka Chopin, Wagner, Bizet, Mozart ve Mendelssohn’dan parçalar çalıyor.

Bu, fantastik filmler haftasında gösterilen gerçeküstü bir yapımdan bir sahne değil. Gerçek. Yıl: 1908. Toplantıyı düzenleyen Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF), yani Taşnaksutyun, yani bizde daha çok bilinen adıyla Taşnak örgütü.

İngiltere’nin Van konsolosu Dickson, İstanbul’daki büyükelçisine gönderdiği 2 Mart 1908 tarihli raporuna Taşnaksutyun’un Abdülhamit despotizmine karşı Van’da halka dağıttığı bir bildirinin örneğini eklemiştir. Bu sayede bildiri bugünlere, bizlere ulaştı. Bildiriden bölümler şöyle:

‘Bizim kendimizin kim olduğumuzu, karşıtlarımızın ve düşmanlarımızın kimler olduğunu anlamamızın zamanı geldiğine inanıyoruz. ‘Biz’ derken, ‘Daşnak’ ya da diğer Ermeni devrimci partilerini değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan ve müstebit hükümetin yıkıcılığına, yağmacılığına ve baskıcılığına uğrayan herkesi, bütün Osmanlıları, yani bütün Türkleri, Ermenileri, Arnavutları, Arapları, Rumları, Süryanileri kastettiğimiz anlaşılmalı. Özgürlük, uygarlık ve temel insan haklarından yoksun olanlar, ıstırap alevleri üstünde cayır cayır yanıyor ve dayanılmaz acılar çekiyorlar. (...)

Bizim bayrağımız altına girenlerse, ırk ya da din ayrımı olmadan, özgürlük ve eşitliği isteyenler, müstebit hükümetten nefretle, bütün halkları kölelikten, yağmadan ve haydutluktan kurtarmaya çalışanlardır.

Biz özgürlüğüz, bilgiyiz, eşitliğiz, yasayız. Düşmanlarımız istibdattır, cahilliktir, köleliktir, yağmadır, adaletsizliktir.

Biz işçileriz, biz ülkemizin lanetlileriyiz, alevleri yükseltenleriz, ülkemizdeki yenilikçileriz biz.’”

Bu satırları arkadaşım Ayşe Günaysu’nun “Taşnaklar Türklere güvenmemekte haksız mı?” başlıklı yazısından aynen aldım. İttihatçı-Taşnak ittifakına dair önemli ayrıntıların yer aldığı bu güzel yazının tamamını http://www.izmirizmir.net/bilesenler/koseyazilari/yazdir.php?yazi_no=1097 adresinden okuyabilirsiniz.

***

Tarihsel belge olarak şiir

Tarih her zaman arşiv belgelerinde yazmaz, bazen resimlerde, şarkılarda ya da edebiyatta da tarihsel gerçekliğe dair ipuçları bulabiliriz. Örneğin 18. yüzyılda Bursa’da yaşadığı sanılan, Âşık Halil, Bursalı dokumacı kadınların bir direniş öyküsünü şöyle anlatır:

Yine nefir-i âmm* oldu uzun saçlılar

Arkası feraceli koynu taşlılar

Yüzleri yaşmaklı, yaprak başlılar

Vurun aslanlarım erlik sizdedir.

Nisa taifesi bayrağı açtı,

Gümrük ağaları görünce kaçtı

Nice çuhadarlar duvardan aştı

Vurun aslanlarım soyluk sizdedir

Kimi elde salak**, omuzda sopa

Yardımcınız olsun yaradan Hûda

Sırmakeş Hanı’nda bir camlı oda

Kırın aslanlarım mertlik sizdedir.

Okkayla terazi kalktı pazardan

Bezirgânlar gelmez oldu dışarıdan

Gayri din-ü iman gitti kibardan

Vurun aslanlarım beylik sizdedir

Hatt-ı Şerif geldi Sultan Selim’den***

Hiç mi bilmez Bursalının halinden

Hemen dua size Âşık Halil’den

Vurun aslanlarım dayılık sizdedir.

* Kelime anlamı ‘cemaati toplama’, ‘halkı askere sürme’ demek olup burada ‘halkın öfkesi’ anlamına kullanılmış.

** Baston, sopa

*** III. Selim (hd. 1761-1808)


Özet Kaynakça: Yavuz Selim Karakışla, “Uşak’ta Kadın Halı İşçileri’nin İsyanı (1908), Toplumsal Tarih, Mart 2002, S. 99, s. 54-57; Donald Quataert, Erik Jan Zürcher, Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, İletişim Yayınları, 2007; Donald Quataert, Osmanlı İmalat Sektörü, İletişim Yayınları, 2008; Anahide Ter Minassian, “1878-1923 Döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalist Hareketin Doğuşunda ve Gelişmesinde Ermeni Topluluğunun Rolü”, (Der. Mete Tunçay-Erik Jan Zürcher), Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik, İletişim Yayınları, 1995.


Ayşe HÜR

hurayse@hotmail.com

Taraf

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.