ForumYeni kitaplar  Yeni Konu 

"Yeniden Devrim"

10 Ağustos 2009

Figen Demirağlı

Mehmet Demirağlı'nın "Anılar, Alıntılar Ve Yorumlar Işığında YENİDEN DEVRİM" adlı kitabının özetini aşağıda bulabilirsiniz.

"Her yeni inkılabın mukabil bir aksi olacaktır... Buna intizar etmek (bunu beklemek) lazımdır
Bu olmaz değildir. Behemehal vuku`u karib (her açıdan geçerli) bir şeydir"

M. Kemal Atatürk, 16-17 Ocak 1923



Bir deniz düşünelim. Dalgalar kıyıyı, kıyıdaki kayalıkları devamlı dövmekte.
İster doğal, ister yapay olsun bu tabiat olayını durdurmak mümkün değildir ve ona emsal olabilecek bir güç de yaratılamaz.
Sahile gelen her dalga, büyük bir güçle kayalara vuruyor, kayalara
çarpıp geri dönüyor ama fazla ilerleyemeden ikinci dalga ile çarpışıp yok oluyor. Kıyıya çarpan dalgalar devamlı geliyor, geliyor, çarpıyor...
İşte ülkemiz şimdi bu aşamada. Bir büyük dalga geldi ve kayalıklara
olanca gücü ile çarptı, ondan önemli parçalar koparttı, geri döndü.
Bu dalganın geri dönüşüne bakıp dalgaların geri döndüklerini
sananlar ahmaktır.
Dünya durdukça bu dalgalar hep gelecek ve engellenemeyecektir.
Doğanın hükmü burada kendini gösterir. İster kabul et, ister etme. Bakın yeni ve daha büyük dalga geliyor. Bu yeni dalga, biz Devrimcileriz. Bize üzüntü ve kötümserlik yakışmaz.
Vay bize karşı koyacağını sanan kum taneciklerine!! 

10 Ağustos 2009

hurkus

SENTEZ  (Kitaptan bir bölüm)

Açalım atlası bakalım Anadolu’muza. Nazım’ın şiirinde yer aldığı şekilde, “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim” değil mi? Evet burası Anadolu. Tarih boyunca pek çok kavmin doğudan batıya, batıdan doğuya geçtiği köprü. Asya’dan gelip Avrupa’ya, ya da Avrupa’dan gelip Asya’ya geçecekler için tek yol Anadolu. Doğu-Batı eksenindeki bu köprü sadece iki kıtayı birbirine bağlamaz, daha da önemlisi, insanlık tarihinin ilk temel uygarlıkları olan Mezopotamya – Mısır - Pers uygarlıklarının odak noktasını oluşturup, Grek ve Roma uygarlıklarına bağlantı ve temel sağlar.

Tarihin derinliklerinden bugüne kimler gelip geçmemiş ki. Kimisi geçip gitmek için, kimisi yerleşmek için, kimisi de çiğneyip istila etmek için girmiş Anadolu’ya. Bir de Anadolu’nun yerli ahalisi olduğunu sandıklarımız var, Hattiler, Hurritler gibi. Hititler Kafkaslar’dan, Frigler ve Lidyalılar Trakya’dan, İonlar ise Ege denizinden gelip yerleşmişler. Kimmerler doğudan, Persler ve Asurlular güneydoğudan girip çiğnemişler. Makedonlar Çanakkale’den, Grekler ve Romalılar ise Balkanlar’dan inip girmişler Anadolu’ya.

100 yıl kadar süren Kimmer istilasının ardından Persler Anadolu’ya girmiş, 200 yıl kadar süren bu yıkıcı istila sonrası önce İskender, ardından Grek ve onun ardından da Roma hakimiyeti kendini göstermiş, ancak gerek Pers, gerek İskender ve Grek ile Roma dönemlerinde Anadolu halkları kendilerine özgü değerleri korumuşlar, sadece hükümran devlet kuramamışlar, bu hükümranlıklar altında yaşamışlardır.

Daha sonraları Araplar gelmiş doğudan, keza Moğol istilasına uğramış kısmen de olsa Anadolu. Bir başka istila Haçlı seferlerinde yaşanmış. Ardından Selçuklular ile bizler gelmişiz ve Emperyalist dünyanın ısrarla “Küçük Asya” dediği bu topraklara ANADOLU adını vermişiz.

Belli başlılarını saymaya çalıştığımız bu topluluklar doğal olarak Anadolu’yu etkilemiş ve Anadolu’dan etkilenmişlerdir. Bu hareketlilik Anadolu’ya çok kültürlülüğü kazandırmıştır. Tarihte bu kadar çok ve önemli kültürün buluştuğu bir başka yer yoktur.
Gelip geçmeler, gelip yerleşmeler, istilalar sonucu Anadolu asude dönem pek yaşayamamıştır. Bu nedenle kendisine özgü bir sentez yapabilecek vakti olmamıştır. Bir taş üstüne ikincisini koymaya fırsat bulamadan temel taşı yıkılmış, her seferinde işe yeniden başlamak zorunda kalınılmıştır.

Anadolu’da sentez yapmanın güçlüğü, bu hareketlilik yanında bir de yerleşmek niyetiyle gelenlerin nispeten küçük topluluklar olması ve sonuçta Anadolu’nun tamamını değil, sadece yerleştikleri yerel bölgeleri etkileri altına almaları olmuştur. Üstüne üstlük bir de doğal afetleri hesaba katarsanız Anadolu’nun sıkıntıları iyice belirlenir.

Rahmetli hocamız Ekrem Akurgal’ın değerlendirmeleri ile: Kimi doğudan gelip batıya doğru ilerlemiş ama fazla öteye geçememiş, kimileri ise batıdan gelip sadece batıyı ve orta bölgeleri etkileri altına almışlardır. 

Bunların sonucunda Anadolu Mozaiği dediğimiz yapı ile karşılaşıyoruz. 

Hititlerin federatif devlet yapısı, tek tanrıcılığa doğru giden dinleri, kadın-erkek eşitliğini benimsemiş sosyal yapıları, Suriye ve Fenike’nin ticari becerileri, Mısırlıların devasa tarım potansiyeli ve mimari dehası, Mezopotamya’nın yazısı ile bilimsel temelleri ve yazılı hukuku, Girit’in organizasyon mucizesi, Truva’nın tunç tekniği, Frig’in seramik sırrı, kaçınılmaz olarak bu topraklarda yaşayanları etkileyecek, doğa filozofları dönemini yaratacaktır.

Pers’in yakıp yıkıcılığı, Anadolu’daki düşünce ve birikimleri yerle bir edecek, gelişmiş sosyal ve ekonomik yaşamı ilkelliğe döndürecektir. Göçler, istilalar, yeni yerleşmeler… Birinin kutsal saydığını bir başkası lanetliyecek, birinin diktiğini, bir diğeri yıkacak ama herşeye karşın bu karmaşık yaşam tarzları devam edecek. Zaman zaman duraklama yaşayan, zaman zaman uygarlık dünyasının lideri olan Anadolu hiçbir zaman yok olmamış, yaşamını hep dinamik tutmuştur. İşte, eşyanın tabiatına uygun durum budur.

Özellikle Ege’de bir deyim vardır: “Bu toprağa kazık çaksan yeşerir” diye. Bu öyle bir topraktır ki onbinlerce yıl üstünde bitmedik nebat, yaşamadık uygarlık yoktur.

Anadolu’ya son olarak bizler geldik. Bizler, Orta Asya’nın göçebe kültür öğelerine sahiptik. Çevre kültürlerden de aldıklarımızla beraber batıya göç ettik. İlk karşımıza çıkan Persler oldu. Onlardan çok etkilendik. Dilimiz, devlet ve ordu sistemimiz değişti. Onlarla birlikte Pers-Selçuk devletini (Büyük Selçuklular) kurduk. Ardından Arap dünyası ile tanıştık. Onlardan da çok etkilendik. İslam dinine geçtik ve dilimiz de Arap etkisinde kaldı. Ardından Anadolu’ya geldik ve bünyemizdeki karmaşıklığa bir de Anadolu’nun karmaşık özellikleri eklendi.

Osmanlı zamanında Anadolu’da ilk mekan birliğini Fatih döneminde sağladık (Trabzon ve İstanbul’un fethi ile hem Rum Pontus devleti, hem de Bizans yıkılarak.) Ancak Osmanlı’nın en güçlü olduğu devirlerde dahi bu mekan birliğine Kültür Birliğini ekleyemedik.

Kültür Birliği ilk olarak Yüce Önder zamanında onun girişimleri ile gerçekleşmeye başladı. Milli Mücadeleyi takip eden Devrimler bunu sağlamanın tek yolu idi. Gerek Devrimler ve gerekse bunları ayakta tutacak diğer girişimler hep Sentez’e yöneliktir. Bir yandan Latin alfabesi seçilirken, diğer yandan da Türk Dil ve Tarih Kurumu oluşturulup Türkçe’nin gelişimine çalışılmıştır. Bir yandan Darülfunun’un yerine modern bir Üniversite kurulurken, diğer yandan yabancı hocalar ülkemize davet edilip ders vermeleri sağlanmıştır. Bir yandan kılık kıyafet değiştirilip fes yerine şapka giyilmeye başlanırken, Laik hukuk sistemi benimsenip Türk Medeni Kanunu yürürlüğe konurken, kadın haklarında örnek alınan İsviçre dahi geride bırakılmıştır. Bir yandan Devlet Operası kurulup çok sesli müziğe kapı açılırken, diğer yandan Türk Sanat ve Halk Musikisi’nin geliştirilmesine çalışılmıştır.

Yüce Önder, bir yandan ananevi Cumhuriyet balolarında vals yaparken, diğer yandan da zeybek oynayarak en güzel Sentez örneğini sergilemiştir.

Günümüzde bu mozaik yapı varlığını sürdürmektedir.

Şüphesiz kültürler için, temeldeki bu çeşitlilik çok önemli bir olumluluktur. Ancak bu olumluluk, sentez ile varılabilecek bir üst kültür yaratılabilirse fayda doğurur, varılamazsa çatışma ve parçalanmalara yol açar, zarar verir.

Bakın nasıl?

Hep övünürüz ki Anadolu’da belki de bir başka ülkede olmayan kültürel zenginlikler vardır diye.

Gerçekten türkülerimize bir bakalım, folklorumuza göz atalım. Giysilerimize bir bakalım. Yerel şivelerimizin çeşitliliğine kulak verelim. Sofralarımızdaki yemek çeşitliliğini şöyle bir göz önüne getirelim. İnanılmaz örnekler çıkacaktır karşımıza. Ege’nin zeybeği, Karadeniz’in horonu, Trakya’nın karşılaması, Erzurum’un barı, Orta Anadolu’nun kaşık havası, Urfalı’nın giyim tarzı, oyunları ve enstrümanları. Silifke’si, Artvin’i ve adını sayamayacağımız kadar çok diğerleri. Kıyafeti başka, hotozu, cepkeni, takısı başka, rengi ve deseni başka. Birinde davul zurna, diğerinde akerdeon, öbüründe bağlama. Kimisi ağır aksak, diğeri kıpır kıpır. Bırakın farklı yöreleri, bitişik yörelerde farklı kültürel öğeler. Farkında olmadığımız bu zenginlikler bizler için çok büyük önem taşır. Farkında değiliz bu zenginliğin. Bu çeşitlilik inanınız dünyanın hiçbir topluluğunda yok. Bakın şu müzik dünyamıza: Büyük çoğunluk Türk Halk Müziği dinler, saz çalıp türkü söyler. Türk Sanat Musikisi hemen hemen hepimizin ilgi ve beğenisini kazanmıştır. Peki Klasik Batı Müziği tutkunları, Caz sevenler, Arap müziğini dillerinden düşürmeyenler, Azeri şarkıları günlük yaşamımızda önemli yerlerde, Hint musikisi zaman zaman hepimizin diline dolanmış, Batı dünyasının son yıllardaki moda müzik yapıtları gençlerimizce beğeni kazanmış, Türkçe sözlü Batı şarkıları satış rekorları kırmış. Acaba görebilir miyiz bu derece farklı müziği bir başka ülkede? Emin olunuz hiç sanmıyoruz. Ama bütün mesele bu farlılıkları bir ahenk içinde birleştirmek, biraz da karmaşık bu yapıyı kısmen karmaşalıktan kurtarmak.

Aynı çeşitliliği ve zenginliği sofralarımızda da görebiliriz. Anadolu’da sadece patlıcanın 66 çeşit yemeğinin yapıldığını okuduğumuzda inanın şaşırdık. Şu mutfakları ile çok öğünen Fransızlara sadece patlıcan yemeklerimizle yanıt verebiliriz sanırım. Keza “Yunanlılar baklavamızı çalacaklar” şeklinde şikayet edecek yerde güzelim Gaziantep kentini gözler önüne seremez miyiz?

Ama gelin görün ki Anadolu, bu çeşitlilikle bir yere varamıyor. Çünkü uygarlaşma zengin folklor, musiki ve sofra ile sağlanmıyor. Bunlar gibi çok renkli, çeşitli ve her biri çok güzel örneklerimize teknik ve bilimsel alanlarda da rastlamalıyız. İşte işin püf noktası. Bilimsel alanda da güzel örnekler yaratmalıyız.

Poturu giyip yerde çiğ köfte karan ya da ata barı oynayan veya horon tepen insanımız genelde hasmına pusu kurar, kan davası uygular, kadını horlar, kızları okutmaz, yakın akraba evliliği yapar ve töre cinayeti işler. Çünkü örfü, ananesi, büyükleri bunu emreder. 

Bu satırları yazarken, bu uygulama mahkumlarını suçladığımız sanılmasın. Hepimiz doğup büyüdüğümüz yörenin, ailemiz ve yakın çevremizin eseriyiz. İstanbul’un Kasımpaşa semtindeki Hacı Hüsrev mahallesinde doğan çocuk yankesici olacaktır. Onun çevresi, ailesi, yakınları hep bu işin uzmanıdırlar. Onların bildikleri tek şey budur, çocuklarına da bu bildiklerini aktarırlar. Keza, Sulukule’de doğan erkek çocuk minicikken darbuka, keman, klarnet çalar, hem de hiç ders almadan, nota bilmeden. Kızlar ise değme dansözlere taş çıkartır göbek atarken. Ne denir? “Çama çıkan keçinin çama çıkan oğlağı olur!” değil mi?

Sulukule’de doğan çocuğu yaşadığı ortamın kısır döngüsünden bir an için alıp bir bölge yatılı okulunda okuttuğumuzu varsayalım, netice ne olur dersiniz? Yankesici mi, dansöz mü, yoksa bir başka meslek sahibi mi?

Tartışmasız, bu olumsuzlukların tek sorumlusu Devlettir, devlet yönetimini ellerine geçirmiş yöneticilerdir. 

Günümüzde Anadolu’nun pekçok yerinde hala Toprak Ağalığı devam etmekte, ırgat olarak insancıklarımız toprakla birlikte alınıp satılmaktadırlar. Ama bunlar folklor ve sofra zenginliğimiz yanında övünülecek ve bizlere kazanım sağlayacak öğeler değildir. Demek ki, Devrimlerle getirilen Laik hukuk düzeni varlığını tüm Anadolu’ya yayamamış. Toprak reformu uygulanıp “Ağalığa” son verilememiş. İnsanlarımız eğitilip kan davası, yakın akraba evliliği, töre cinayetleri sona erdirilememiş, kadın erkek eşitliği sağlanamamış. Övünülecek zenginlik ve çeşitlilikler folklor gösterileri ile yemek sofralarına sınırlı kalmış.

Halbuki Yüce Önder, hem sanayileşmeyi, hem de toprak reformunu gerçekleştirmek istemiş, ancak Milli Mücadeleden sonra sadece 15 sene yaşayabilmiş olmasının şanssızlığı ile yakın arkadaşlarından tam destek bulamamış olması onu bu hedefine varmaktan alıkoymuştur. Yoksa her meclis açılış konuşmasında bu hedefleri işaret etmiştir.

Ölümünü takiben iktidarı ele geçirenler, yeni başkentte eski payitahtın politikalarını sürdürmekte adeta birbirleriyle yarışmışlar, süratle devrimlerden uzaklaşıp devrim düşmanlığına fırsat vermişlerdir.

Evet, Yüce Önder ile başlayan kendine güven ve sentez yapma terk edilmiş, dış çevrelerin önerileri paket olarak alınıp Türk halkına uygulanmaya çalışılmıştır.

Hammurabi:
Tarihten bir örnekleme yapalım Sentez ile ilgili.
Babil İmparatoru ünlü Hammurabi, ilk yazılı kanunları insanlığa hediye etmekle tanınır. Şüphesiz Hammurabi yasaları, her yeni ve faydalı buluş gibi kısa sürede, önce civar bölgelere ve ardından da tüm dünyaya yayılmıştır. Mezopotamyayı takiben Mısır, Suriye ve Fenike de yazılı kanun uygulamasına geçer. Fenike, Suriye’ye komşu, Akdeniz kıyısında küçük bir kent devletidir ve deniz ticareti ile geçinir. Hammurabi yasalarını almışlardır ama onların esas ihtiyacı deniz hukuku kurallarıdır. Halbuki Hammurabi’nin ülkesinde deniz yoktur, bu nedenle kanunlarında denizcilikle ilgili kural bulunmaz. Peki Fenike ne yapmıştır? Bu kanunlar benim işime yaramaz diye tekrar eski yasalarına mı sarılmıştır? Hayır. Oturup Hammurabi yasalarından yararlanarak, o kurallardaki mantığı anlayarak ilk deniz hukuku kurallarını yaratmışlardır. Bunun sonucu, ortaya ünlü Fenike yasaları çıkmıştır. Keza aynı Fenike ilk yazı olarak bilinen Mısır hiyeroglifini (belki de Mezopotamya çivi yazısını) almış, ancak onu geliştirip Fenike alfabesini yaratmıştır. 

Demek ki önemli olan bir başka kültürden etkilenmemek, onu reddetmek olmadığı gibi, keza onu olduğu gibi alıp hiçbir analize tabi tutmadan uygulamak da değil. Onun için günümüz yöneticilerinin çoğunlukla AB yöneticilerinin dayatma ve diktesi ile gerçekleştirdikleri değişikler her ne kadar onlar tarafından “Reform” olarak adlandırılsa da gerçekte hiçbiri birer “taklit” olmaktan öteye geçemez. Bu nedenle bu değişiklikler, ülkemiz ve insanlarına değil, onu bize dikte ettirenlere yarar.

Burada önemli olan, mevcut kültürel öğelerimizi bir yandan elemeye çalışıp eski, yararsız, hatta zararlıları devre dışı bırakırken, bir yandan da yabancı kültür öğelerini dikkatle analiz edip içlerinden bünyemize uyacak, bize yarar getirecek olanları seçip almak, kendimize mal etmektir.

Yüce Önder, batının kalburüstü tüm ülkelerinin Medeni Kanunlarını etüd etmiş, içlerinden bünyemize en uygun olarak gördüğü İsviçre Medeni Kanununu almıştır. O günün şartlarında yapılması gereken bu idi ama günümüzde yapılması gereken nedir? 80 senedir uygulanan Türk Medeni kanununu sağından solundan didikleyip değiştirerek kuşa çevirmek değil, bunun yerine 80 senelik uygulamayla birlikte, gerek birikmiş yargı içtihatları ve gerekse Hukuk Fakültelerinde bu konuda yapılmış bilimsel araştırmaları gözönüne alıp Yüksek Yargı temsilcileri, Üniversiteler ve Barolar’dan oluşturulacak bir heyet tarafından, bize özgü Türk Medeni Kanunu yapmak. Bu girişimi, tüm kanunlarımız için ve şüphesiz ki öncelikle Anayasamız için vakit geçirmeden yapmalıyız. Üstelik elimizin altında yürürlüktekinden çok çağdaş ve bize özgü 1961 Anayasası dururken Türk ulusunu 1982 Anayasasının dar duvarlarına mahkum etmek kabul edilemez. Türk ulusu tüm özgür uluslar gibi herşeyin en iyisine layıktır. Ona “bu anayasa millete bol geldi” demek hakarettir. Bu hakareti Türk ulusuna layık gören zihniyet temsilcileri ve onların takipçileri hak ettikleri cevabı çok yakında alacaklardır. Evet sentez yapmak zordur. Hele hele bu kadar çeşitlilik arasında iyice zordur ama bunu başarmak zorundayız. Önemli olan buna inanmamız ve süratle işe başlayıp, sabırla yürütmemizdir. Hani ne derler? “Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir.” İşte öyle. Bu zorluğun giderilmesinde çok önemli bir avantajımız olduğunu da ifade edelim. Hangisine bakarsak bakalım “Tüm Atatürk Devrimleri birer Sentez”dir. Bu Sentezler topluluğu, ülkemiz ve ulusumuzu aydınlığa kavuşturma yoluna sokmuşken Yüce Önder’in ardından bu yoldan dönüldü ve bugünlere gelindi. O halde Yüce Önder’den sonra devrim düşmanlarınca fonksiyonsuz kılınan tüm Devrimlere yeniden hayatiyet kazandırmamız gerekiyor. Bunun için de söylemimiz: YENİDEN DEVRİMdir.

Şüphesiz ki Değişim ve Gelişim prensibine uyacağımız için Devrimlerin günümüz şartlarına uygun bazı yenilikleri olacağı da kesindir. Ancak öncelikle 1938’lerin şartlarını yakalayalım, yeni genç neslimiz o şartlara erişince gereğini nasılsa yapacaktır. Biz öncelikle şu tekerin önündeki engeli kaldıralım elbirliği ile. 

Şimdi bir ara verelim ve “Sentez” başlığı altında ilk satırlarına yer verdiğimiz ünlü ozan’ın şu muhteşem şiirinin tamamını içimize sindire sindire okuyalım.

Davet

Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak, bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
Yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim.

Nazım Hikmet



Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.

Bu tartışmayı Facebook'ta paylaşabilirsiniz:
Facebook'ta paylaş
0