Bardağın boş kısmına sinmiş cehennem

26 Ağustos 2010 14:16 / 1723 kez okundu!

 


Onca zamandır bir türlü öğrenemedik bardağın dolu tarafını görmeyi.
Onca yıl geçti, bir türlü âlemin sular seller gibi ezberlediği 'pozitif düşünme' olayını geçiremedik hayata...
İnatla boş kısmına odaklandıkça su dolu bardağın, her defasında aklımızı ve yüreğimizi hep biraz daha, biraz daha negatif bir bakışın işgaline sunduğumuzu bilemedik bir türlü.

Peki, ne oldu Allah’ınızı severseniz?
Çok mu mutlu olduk, çok mu güldük, çok mu geliştik?
Çok mu muasır medeniyetler düzeyine ulaştık?
Yoksa korkusunu karabasan bir bulut gibi üzerimize attıkları komünizm mi geldi memleketimize bir kış vakti?
Ya da bir bahar devrinde ekmek misali ikiye mi bölündük?
Etrafımızı saran kötü niyetli milletler yere düşen bir biblo gibi parçaladılar mı bizi?
İran’dan petrol yerine şeriat mı ithal edildi?
Bakın bir etrafınıza Allah aşkına ne oldu?
Hiç…
Şartı, temeli, kaidesi, isteği, dileği olmayan söylemlerden hiç biri olmadı… Olamazdı da zaten.
Lakin olan vardı elbet ama bu ülkenin insanlarına, dağına, bayırına havasına, kuşuna, akıp giden zamanına.
Gün görmemiş yalanlarla, bin bir türlü fesatlarla ilişilmeseydi yolunda giden arabamıza, kim bilir hangi Kaf dağını açmış olacaktık birlikte.
Ama niyeti kötüydü birilerinin ve yürüyen arabanın tekerine çomak sokmaktı iş bildikleri tek şey.
Nice kirli tezgâhlarla ve sayısız kurgulanmış oyunlarla kırıldık defalarca, hem de bu ülkenin art niyetli kendi vatandaşlarınca.
Vurulduk bir akşam vakti hain bir tuzakta ama bizi vuran silah ertesi sabah bizi vuranı vurdu ve her nasılsa ölüyken bile kabzası bizim avucumuzda kaldı.
Yakalandık topluca ve tutukluluklarımızın kaydını işkence tezgâhlarında aldı maaşını babalarımızın vergilerinden alan memurlar.
Asıldık-ki çocuktuk henüz, ağaca takılan uçurtmalarımızda kaldı ateşi sönmemiş gözlerimiz-
Börtü böceğimiz, ağacımız, çalımız yakıldı orman orman–ki sadece dayanamayıp isyan edenlerimizi yok etmekti bütün dertleri-
Meralarımız kurudu, taş kesildi paletlerin altında-ki tankların üzerinde bizim ülkemizin bayrağı vardı-
Evlerimiz, ahırlarımız ateşe verildi ve atış talimleri yapan kör kurşunların hedefi oldu kırlarda oynayan çocuklarımız, kekik toplayan yaşlı amcalarımız…
İnsanlar çalındı insanlığın en alçak metotlarıyla güpegündüz evlerinden, işyerlerinden bir daha geri gelmemecesine.
Köylerimiz, kasabalarımız, şehirlerimiz kirlendi salyalı bir sahip olma hırsının işgalinde, çirkin yerleşim yerlerine döndü her biri.
Peki, ne oldu?
Bardağın dolu tarafını görmeyi kendimize haram ettiğimizden beri yaralı, problemli, korkak, sevgisiz, öfkeli, tahammülsüz, güvensiz insanlar oldu her birimiz.
Komplo teorilerinin takıntılarına teslim olmuş paranoyaklar gibiyiz şimdi ve hayatı kendine zehir zıkkım yaşatan yaratıklara döndük.
Kan çanağına dönmüş hastalıklı gözlerle bir vebalıyı süzer gibi bakıyoruz birbirimize.
Sivilleşmekten korkan sivil, demokrasiden korkan demokrat, özgürlüklerden korkan solculara döndük.
Peki, söyler misiniz, bundan daha büyük kıyamet olur mu hâlâ dönüyorken şu yaşlı dünya?
Zerre kadar zevkini almamaya yemin etmiş halde dizanteriye tutulmuş bir kuşkuyla baktıkça hayata, sahte korkuları içimize düşürüp bizleri marazi bir hastalığın kollarına atan cehennem zebanileri zevk-i sefa içinde gün ettiler günlerini...
Üstelik astıkları astık, kestikleri kestik rezil bir saltanata çöreklenmişken koca bedenleri.

Onca zamandır hâlâ bir türlü bardağın dolu tarafını görüp, olumlu düşünmeyi beceremiyoruz.
Beceremediğimiz için de, akıllarımızı tutsak almış o kanlı saltanatın devam etmesi için çırpındığımızın farkında bile değil bazılarımız.
Bizlere reva görülen rezil rüsva bir hayatın ateşine atılacak daha çok çocuklarımızın olduğuna inanıyoruz hiç sıkılmadan. Savaş naralarını, hiç gocunmadan savaştan beslenen kanlı tiranlardan daha isterikli savuruyor meydanlarda içimizden birileri.
Çılgın bir orgazm anının afyonlanmış haliyle, gencecik bedenleri kurban niyetine o kanlı saltanatın ölüm sunaklarına yatırıyoruz hâlâ, işlediğimiz büyük günahın farkında bile değiliz.
Hayatın içinde olup bitene bir türlü pozitif bakmadığımız için, negatif düşünmenin yok edici kasırgalarına teslim etmişiz kendimizi.
Pozitif enerjinin getireceği huzuru, mutluluğu, sevgiyi, sabrı, hoşgörüyü, doğruya yoğunlaşmayı, olanı adilce değerlendirmeyi es geçiyoruz, hayata olumlu bakmanın rüzgârından mahrum ediyoruz ciğerlerimizi.
O yüzden de bir türlü kendimize, ötekine, doğaya; yani bütün bir hayata güven duyamıyoruz.
Yarasa yavruları misali çaresizce ışıktan kaçıyoruz. İçimizde kuşların uçmasına, kelebeklerin kanat çırpmasına, başımızda esen bahar yellerinin tadına izin vermiyoruz.
Her an okunu karşısındakine saplamaya hazır gergin birer yay gibi dolanıyoruz orta yerde.
Cellâdına âşık birer mecnun gibiyiz, sallanıp duruyoruz sara nöbetine tutulmuş faniler misali ömrün duvar saatinde.
Çaresiz bir sevdanın tutsağı olmuş bedenlerimizi özgürlüğün gün ışığına çıkartamıyoruz bir türlü. Ürküyoruz, ‘güneş sizi yer’ diyen cadıların dışarıda cirit attıklarına inanmış yüreklerimizle, korkuyoruz.

‘Hayatta yaşanılan her zorluk, kişinin kendi seçimidir’ der söz…
Bizler de seçtiğimiz ve kolayca kabullendiğimiz zorlukların ateşinde yanıyoruz aslında.
Ama çivi çiviyi söker. Güneşten bütün korkmalarımıza karşın daha fazla ışığa açmalıyız gayri yüreklerimizi.
Bardağın boş kısmına sinmiş cehennemin etkisinden ancak öyle kurtulabilir bedenlerimiz, başka çaresi yok.



Baki MURAT

26.08.2010, İzmir


Son Güncelleme Tarihi: 30 Ağustos 2010 22:39

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.