Entelektüel, münevver, aydın

27 Şubat 2010 00:18 / 2537 kez okundu!

 


‘Entelektüel’, dilimize kökü Latince intelectus olan Fransızca ‘intellect’ ten geçmiş. ‘Soyut ve mantıksal düşünme yetisini kullanan’ anlamına gelen ‘entelektüel’ terimi, Rusya’da ve Avrupa’da ilk kez 19. yüzyılda kullanılmaya başlamış ancak tarihçesi daha eski.

Bilindiği gibi Batılı ‘entelektüel’, kimliğini ve zaferini, yüzyıllar boyunca, ‘Orta Çağ’ zihniyetine ve Clericus’a (kilise sınıfına) karşı verdiği mücadele sonunda kazanmıştı. Entelektüellerin adeta bir sınıf haline gelmeleri ise 19. yüzyılın ilk yarısından itibaren Çarlık Rusyası’nda olmuştu. Nitekim bugün ‘aydınlar sınıfı’ anlamına gelen intelligensia Rusça intelligentsia’dan geliyor.

Kavramın Osmanlıcaya ‘münevver’, Türkçeye ‘aydın’ olarak girmesi oldukça ilginç, çünkü Fransızcada veya bir başka Batı dilinde ‘aydınlatmak’ kökünden gelme ‘aydın’ diye farklı bir kavram yok, sadece ‘entelektüel’ var. Bana göre, bilgili insan, bilim insanı, yazar, akademisyen olmak, ‘entelektüel’ veya ‘aydın’ olmakla eşanlamlı değil. Aydın esas olarak modernleşen Batı-dışı toplumlarda belli bir misyon sahibi, dava adamı iken, entelektüel, bir misyona bağlı olmaksızın evrensel sorunlar üzerine kafa yoran, düşünen kişi.

İtalyan siyaset bilimcisi Antonio Gramsci’nin içinde yaşadığı sisteme ya da hakim ideolojiye sonuna dek bağlı ‘organik-angaje aydın’ı, Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nun, sadece dünyayı değil, aynı zamanda entelektüel dünyayı da sorgulayan ‘kolektif aydın’ı ve gündemi hem temsil eden hem de biçimlendiren ‘total aydın’ı üzerine oldukça geniş bir literatür var. Türkiye’de ise, ordunun siyasetteki yerini veya Kürt, Ermeni meselesi gibi tarihsel tabuları sorgulayanlar ‘liboş’, ‘AKP yalakası’, ‘yandaş’ gibi terimlerle aşağılanmaya çalışılıyor.


Batı’da benzeri olmayan aydın

Halbuki 2002 yılında ülkemizi ziyaret eden düşünür ve eylemci Noam Chomsky, Açık Radyo’dan Ömer Madra’nın sorularını yanıtlarken şöyle demişti: “Türkiye, birçok açıdan Batılı entelektüeller için bir esin kaynağı olmalı. Entelektüel sınıfın hatırı sayılır bir kesiminin, yazarların, sanatçıların, gazetecilerin ve başkalarının, yalnızca özgürlük ve ifade özgürlüğü için sesini yükseltmekle kalmayıp, ayni zamanda bu konularda fiilen bir şey yaptıkları tek ülke Türkiye, bildiğim kadarıyla. Yani, sürekli tehdit ve tehlikeler altında yapıyorlar bunu. Yaşar Kemal gibi birine nerede rastlayabilirsiniz meselâ? Dünya çapında üne sahip bir yazar, düşünce özgürlüğü için sesini yükseltmeye ve bunun bedelini ödemeye, acısına katlanmaya hazır. Batı’da böyle birini bulabilir misiniz? Ya da İsmail Beşikçi meselâ. Bu adam, 15-20 yıl hapiste yatma cezasını göze aldı ve bunu kendi devletinin yaptığı zalimliklere karşı gerçekliği dile getirmek adına yaptı. Böyle birini Batı’da görebilir misiniz? Üstelik böyle insanların kocaman bir listesi var. Yazarlar, çizerler, gazeteciler, milletvekilleri –Leyla Zana gibi…”

‘Ulusalcıların’ gözünde ‘liboş’, ‘yandaş’, Noam Chomsky’nin gözünde ‘dünyada eşi benzeri olmayan bir aydın’! Gelin de çıkın işin içinden. Bu haftayı, bu paradoksu anlamaya yardımcı olur umuduyla Osmanlı-Türk aydınları hakkında küçük bir ufuk turuna ayırdım. Turumu atarken daha çok aydın-devlet-siyasal iktidar ilişkisine bakacağım, çünkü içinde yaşadığımız kaotik ortamda defalarca doğrulandığı üzere, bu ilişkilerin doğru kurulması Türkiye’nin geleceği açısından yaşamsal öneme sahip.


Devletperest aydınlar: Yeni Osmanlılar

Osmanlı’nın son dönemlerinde, kabaca 1800’lerden itibaren Avrupa’nın üstünlüğüyle yüzleşilmesi ve bu durumun içselleştirilmesi sürecinde ‘fikir adamları’ için en önemli soru ‘Bu devlet nasıl kurtulur?’ idi. Böylesi bir soruya cevaplar da, kuşkusuz devlet eksenliydi. Tanzimat döneminde Mustafa Reşit Paşa ile başlayan ve Ali ve Fuat Paşa’larla devam eden bürokratik ve idari reformlara karşı sistemli bir muhalefet başlatan ilk grup olan Yeni Osmanlılar (ya da Genç Osmanlılar), 1867 yılında İstanbul’da bir araya gelen bir grup aydının kurduğu İttifak-ı Hamiyet örgütünden doğmuştu.

Hareketin adları tespit edilebilen dokuz önderinin (Namık Kemal, Mustafa Nuri, Sağır Ahmetbeyzade Mehmet, Suphi Paşazade Ayetullah, Kayazade Reşat, Mustafa Refik, İbrahim Şinasi, Ziya Paşa ve Ali Suavi) hemen hepsinin babası devlet memuruydu. Örneğin Namık Kemal’in babası bir zamanlar Kudüs Valiliği yapmış bir bürokrattı. Mustafa Nuri, Sağır Ahmet Beyzade Mehmet ve Suphi Paşazade Ayetullah’ın babaları bakanlık yapmışlardı. Kayazade Reşat’ın babası Yozgat Mutasarrıfı idi. Şinasi’nin babası asker, Ziya Paşa’nın babası gümrük memuruydu. Mustafa Refik hakkında bir bilgi yoktu. Ali Suavi ise bu dokuz kişi arasında sosyal bakımdan en alt tabakadan gelen kişiydi. Babası mühreci yani cilacıydı.


Tercüme Bürosu

Dahası bu dokuz kişiden beşi Tercüme Odası’nda çalışıyordu. Tercüme Odası yabancı dildeki dokümanların çevrilmesi işini ‘dragoman’ denilen gayrımüslim çevirmenlerin elinden almak için 1821’de kurulmuş bir devlet dairesiydi. Bu daire, kurulduğu günden itibaren büyük devlet görevlerine atanmak için iyi bir atlama tahtası olmuştu. Dönemin haberleşme araçlarını (özellikle gazete) başarıyla kullanan bu memur-aydınlar, modernleşme pratiklerine dönük ilk fikir tartışmalarını başlattıkları gibi, gazeteciliğin, düşünce ürünlerinin yayılmasının aracı olarak kullanılması da bu grubunun marifetiyle olmuştu.

Ancak Batılı aydın esas olarak sınıf mücadelesinin ve kapitalizmle birlikte yükselen burjuvazinin ürünü olduğu için burjuvazinin liberalleşme eğilimleriyle uyumlu olarak devlete karşı çıkarken, Osmanlı aydını esas olarak herhangi bir sınıfın ürünü olmayıp, devletin kanatları altında yetiştiği için halka karşı bile devleti korumuşlardı. Örneğin Tanzimat’ın büyük devlet adamı ve tarihçisi Ahmet Cevdet Paşa, 1789 Fransız İhtilali’ni ‘hükümdarın mutlak hükümet etme yetkesine karşı çıkış olarak nitelemişti. Ziya Paşa ve Namık Kemal klasik İslam düşüncesinden ve tasavvuf ekolünden beslenmekle birlikte, ‘hürriyet’, ‘terakki (ilerleme)’, ‘vatan’ gibi modern kavramların ısrarlı bir savucusuydular ama Namık Kemal, basın üzerine kısıtlamalar getirilmesini tavsiye edince terfi ederek Erzurum vali muavinliğine tayin edilmişti. Ziya Paşa da mutlak monarşiye muhalifti fakat aynı zamanda muhafazakâr bir devlet adamıydı.


İstisnalar

Hayatını bir suikastta kaybeden gazeteci ve yazar Ali Suavi, köktenci İslamcı eğilimleri yanında, ilerleme fikrine de derinden bağlı bir eylem adamı, bir partizan olarak Yeni Osmanlıların en ayrıksı üyesi idi herhalde.

Özgürlük ve adalet gibi kavramları Namık Kemal ve arkadaşlarından miras alan Tevfik Fikret ise o tarihlerde toplumsal ilişkilerin çeşitlenmesinin de yardımıyla hayatını devletten kazanmayı reddettiği için görece özerk bir aydın portresi çizmiştir. Gerçekten de Fikret’in ‘devleti kurtarma’ gibi bir derdi yoktur. Dahası devlet ve toplum ilişkilerinin ne kadar karmaşık olduğunu kavramış gibidir. Bu bağlamda Namık Kemal ve arkadaşlarında görülmeyen din eleştirisi de, Abdülhamit’in kişiliğinde cisimleşen siyasal iktidar eleştirisi de toplumsal olmaktan çok bireyseldir, yani gayet ‘modern’dir.


İslam’ın Adalet Dairesi

Şerif Mardin’e göre, Yeni Osmanlıların düşünce dünyalarını Batılı anlamda ‘felsefe’ değil, İslam siyaset felsefesi belirlemişti. İslam siyaset felsefesinde amaç, toplumsal düzenin (nizamın) tesisi olup, İbn Sina ve El-Farabi gibi filozoflar, bu nizamın kurulabilmesi için gerekli bilgileri ‘siyasetname’ adı verilen eserlerinde yazmışlardır. Osmanlı geleneğini etkileyen siyasetnameler arasında Selçuklu veziri Nizamü’l Mülk’ün Siyasetname’si, Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig’i ve Kûhistan Sultanı İskender bin Kabus’un Kabusname’si önemli yer tutar. Osmanlı’nın düzenini anlatan en ünlü siyasetname ise Kınalızade Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alâi adlı eseridir. Bu metinde, Osmanlı düzeni, ‘adalet dairesi’ denilen bir düşünceyle şöyle formüle edilir: 1- Dünyanın kurtuluşunun kaynağı adalettir; 2- Cihan bir bağdır divanı devlettir; 3- Devleti şeriat düzenler; 4- Mülk olmazsa şeriatın etkisi olmaz; 5- Askersiz mülk zapt edilemez; 6- Mal olmazsa asker toplanamaz; 7- Mal tebaa tarafından biriktirilir; 8- Adaletle hükmettiğinde tebaası cihan padişahına yürekten itaat eder.

Formülün bu mükemmelliğine rağmen Namık Kemal, aradığı mükemmel örneği İslam tarihinde bulamayacak, gözünü Batı’ya özellikle de İngiltere’ye çevirecektir.

Sonuçta hepsi de ‘vatansever’ olan bu gençler, en büyük engellemeyi, Mustafa Reşit Paşa, Âli Paşa, Fuat Paşa gibi bürokratlardan gördükleri için, Padişah’tan çok Tanzimat bürokrasisine düşman oldular. Ahmet Mithat Efendi gibi yeni filizlenen burjuvaziden yetişen aydınlar bile güçlü bir bürokrasiye karşı çıkarken, bir kurum olarak Padişahı ve dini toplumun bekası için önemli dayanak noktaları olarak görüyordu. Osmanlı Devleti’nin geleceğini İslam kültürüyle Batı kültürünün evliliğinde görmelerine karşın, 19.yüzyılın ortalarına kadar Avrupa’daki, siyasi ve fikrî faaliyetlerin dışında kaldılar ve Aydınlanma süresince oluşan yeni fikrî durumun farkında olmadılar. İslami düşünceyi de, Osmanlı deneyimi ile sınırlı bir şekilde ele aldılar, tüm İslam dünyasında olup bitenlere karşı ilgisiz kaldılar. (Şerif Mardin, Osmanlı aydınının daemon dediği iç fırtınaya sahip olmadığı için sıra dışı fikirler üretemediğini, dolayısıyla gerçek anlamda entelektüel olmadığını söyler. O’na göre, Osmanlı düşünce adamları, ‘literati =okumuş, edip’ kavramıyla açıklanmaya daha müsaittir.)

Başka yazılarımda da değindiğim için burada kısa geçeceğim, Yeni Osmanlıların halefleri olan Jön Türklerin de temel sorunsalı ‘devlet nasıl kurtulur?’ idi. Bu konuda o kadar kararlıydılar ki, İTC’nin kanlı planlarına bile evet demekten kaçınmadılar.

Kemalist olsun, solcu olsun, muhafazakâr olsun hepsi de Jön Türk geleneğinden gelen Cumhuriyet dönemi aydınlarının seleflerinden devraldıkları en önemli miras, ulusla özdeşleşen, tarafsız ve hiçbir özel çıkarı temsil etmediği varsayılan güçlü ve merkezileşmiş devlet anlayışıydı. Bu yüzden asker olsun sivil olsun bu kadroların büyük bir kesiminin temel sorunsalı da aynı oldu: Devlet nasıl kurtulur? Bu uğurda gayrımüslim azınlıklara ve Kürtlere yönelik en gaddar planlara zımni ya da açık onay verdiler. Üstelik bu kesimler sürekli devletin tokadını yedikleri halde, hayatlarının büyük bir bölümünü takipte, mahkemede, hapiste, sürgünde geçirdikleri halde. Belki de bir çeşit ‘Stockholm Sendromu’ söz konusuydu.


Kadro’dan MDD’ye aydın-devlet ilişkisi

Kemalist devletçiliğin daha radikal bir uygulamasını savunan, Şevket Süreyya (Aydemir), Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Vedat Nedim (Tör), Burhan Asaf (Belge), İsmail Hüsrev (Tökin)’den oluşan, çoğunlugu TKP geleneğinden gelen bir grup sol yönelimli aydın, 1932’de bizzat Mustafa Kemal’in emriyle çıkarmaya başladıkları Kadro dergisi etrafında mevcut iktidarı etkileyerek toplumun şekillendirilişine katkıda bulunmayı hedeflemişlerdi. TKP’lilerin ‘Kemalist dalkavuklar’ dediği Kadrocular, Kemalist rejimi idealize ederek, sanayileşme programı ve devletçi politikalarının ilerici (gelişmeci olduğu için); anti-emperyalist (ulusalcı olduğu için) ve sınıfsız bir toplum yaratma hedefinde (devletçi olduğu için) olduğu sonucuna varmışlardı. Devletçiliği sadece bir iktisat politikası olarak değil, bir iktisadi sistem olarak gören bu küçük aydın grubu, doğrudan halkı değil, iktidarı elinde bulunduranları etkilemeye çalışacaktı. Kadrocuların, bir siyasal güçlerinden söz edilemeyeceği, kendilerini iktidarın bir alternatifi olarak görmedikleri, aksine var olan tek parti iktidarının ideolojik dayanağı olarak iktidarı bu anlamda paylaşmak istedikleri anlaşılıyordu.

Kadrocular, Aka Gündüz’den Hilmi Ziya Ülken’e, Ziya Gökalp’ten Nâzım Hikmet’e kadar herkesi eleştirdikleri halde devletin zirvesinden aldıkları destek sayesinde üç yıl kadar faaliyetlerine devam edebildiler. Ancak özel sektör ve İş Bankası Grubu’nu eleştirince suları ısındı. Diğer taraftan, Kadrocuların önerdiği gelişme stratejisi Kemalist yönetimin uyguladığıyla tam olarak örtüşmediği için CHP içinden de tepki gelmeye başlamıştı. Mustafa Kemal’in emriyle, 1934’te Yakup Kadri’ye ‘Tiran’a elçi olarak atandığı tebliğ edildi. Yakup Kadri Tiran'a gitti ve dergi 36. sayıda dağı(tı)ldı. Geriye kalan Kadrocular ise devlet görevlerine tayin edildiler.


Yöncülerin darbeseverliği

27 Mayıs sonrası yapılan ilk seçimlerin ardından 20 Aralık 1961’de çıkarılmaya başlayan Yön dergisi, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, Cemal Eyüboğlu gibi sol radikaller öncülüğünde eski TKP’lilerden, sosyal demokratlara, sosyalistlerden Kemalistlere solun çeşitli eğilimlerini içine almıştı. Yön’ü çıkaranların 1960’lar Türkiye’sinin sorunlarını tartışmayı amaçlayan bir tartışma platformu oluşturmak amacıyla yayımladıkları ve bine yakın aydının imzaladığı bildirinin ana teması bunalımın yol açtığı bir toplumsal devrim olasılığına karşı devleti ve düzeni kurtarmak için seçkin aydınların var olan yönetim mekanizmalarını aşan bir inisiyatifi üstlenmeye hazırlanmalarının gerekliliğiydi. Burada esas seslenilen kitle ordu içindeki radikal unsurlardı.

Doğan Avcıoğlu’na göre Batı’da ordu, burjuvazinin tam bir aleti olmuştu. Batı burjuvazisi kendi çocuklarını asker yapmış onları sınıf menfaatlerini koruyacak şekilde yetiştirmiş ve askerlik mesleğini isçi ve köylü çocuklarına kapamıştı. Bu nedenle, Batı’da ordu daima gerici kuvvetlerin safında yer almış, haklarını arayan işçilere kurşun yağdırmıştı. Güney Amerika’da da durum aynıydı. Türkiye’de ise halktan çıkmış Atatürkçü bir ordu vardı. Bu orduyu hâkim sınıfların elinde itaatkâr bir alet olarak düşünmek büyük bir hataydı. Yöncülere göre toplumun ‘zinde kuvvetler’i (asker-sivil bürokratlar) toplumsal devrimi gerçekleştirirken, aydınlardan, üniversitelilerden, işçilerden, şehirli orta tabakalardan, köylülerden ve iç pazar üzerindeki çıkarları emperyalizmle çatışan milli sanayicilerden yardım görecekti.

30 Haziran 1967’de Yön’ün yayın hayatına son vermesinin ardından aynı kadrolar 21 Ekim 1969’da Devrim dergisini yayımlamaya başladılar. Dergi çevresindekilerin temel stratejisi doğrudan ihtilalle iktidarı ele geçirdikten sonra işçi, köylü ve aydınların en bilinçli unsurlarını sinesinde toplayan bir devrimci parti kurmaktı. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve bu kadroların örgütlemeye çalıştığı 9 Mart 1971 darbe girişimi başarılı olmadığı gibi, üç gün sonra sağcı subaylar 12 Mart 1971 darbesini gerçekleştirdi. Başta Yön ve Devrim çevreleri olmak üzere tüm sol kadrolar okkanın altına girdiler.


Aybar’ın ceberut devlet eleştirisi

13 Şubat 1961 tarihinde 12 işçi sendikacı tarafından İstanbul’da kurulan TİP’in içinde sosyalizm geçmeyen (bu terim daha sonra eklenecekti) programı 1961 Anayasası’na bağlılığı vurguluyordu. Bunda partiye meşruiyet arama ve 27 Mayısçı ‘zinde güçlere’ dayanma ihtiyacı yatıyordu ama Aybar en şiddetli eleştirilerini halkın üzerinde yükselmiş ve onlara inisiyatif tanımayan ‘ceberut devlet geleneği’ne yönelterek gelenekten kopmuştu. Aybar’a göre, bürokrat sınıfa karşı olduğu söylenen komprador-ağa ikilisiyle, bürokrasi arasındaki savaş, birinin diğerini yok etmesini değil, vesayet altına almayı öngören bir mücadeleydi. Dolayısıyla her iki kesimde varlığını halka karşı devam ettirebiliyordu.


MDD ve mirasçıları

1965 seçimleri sonrasında TİP’in parlamentoya girişinin ardından Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli’nin başını çektiği TİP tartışmaları büyük yankı uyandırmıştı. Mihri Belli’nin 1965’te Yöndergisinde, E. Tüfekçi imzasıyla yazdığı, sonradan Türk Soludergisinin eki olarak sunulan ‘Milli Demokratik Devrim’ (MDD) broşürü, hareketin TİP’e karşı muhalefetinin genel esaslarını ortaya koyuyordu. MDD tezlerinden birine göre, 1945’ten sonra çok partili yaşama geçilmesiyle vücut bulan anti-emperyalist ‘karşı-devrim’ söz konusuydu. MDD’ciler işte bu kötü gidişi durdurduğu için 27 Mayısçılara sempati duyuyorlardı.

1966 TİP Malatya Kongresi’nden sonra bazı MDD’cilerin TİP’ten ihraç edilmeleri üzerine MDD ayrı bir hareket olarak devam etti. MDD geleneğinin 1960’ların ünlü gençlik örgütü Dev-Genç’i etkilediğini, 1970’ten itibaren ortaya çıkan Mahir Çayan ve arkadaşları (THKP-C), Deniz Gezmiş ve arkadaşları (THKO), Doğu Perinçek çevresi (PDA ve TİKP), İbrahim Kaypakkaya (TKP/ML-TİKKO) gibi grup ve örgütlerin MDD’den doğduğunu düşünürsek, günümüzde kendisine sol-aydın diyenlerin bile (elbette istisnalar var) en önemli sorunsalının ‘devlet nasıl kurtulur?’ olmasına ve devleti kurtarmak için halka değil de asker-sivil bürokrasiye güvenmelerine şaşmamak gerekir.

Özet Kaynakça: Sabri Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzm'ler, Mayaş Yayınları, 1983; Şerif Mardin, “Tanzimat ve Aydınlar", Türkiye'de Din ve Siyaset, İletişim Yayınları, , 1991; a.g.y., Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, 1998; İlhan Tekeli-Selim İlkin, Bir Cumhuriyet Öyküsü, Kadrocular ve Kadrocuları Anlamak, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003; Melek Zorlu, “TKP’den TİP’e Sol Kemalizm: MDD Örneği”, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde kabul edilmiş lisans tezi, 2006; “Entelektüeller” Doğu Batı, C. I-II-III, S. 35-37, 2006; Jean Paul Sartre, Aydınlar Üzerine, Can Yayınları, 1997; Julien Benda, Aydınların İhaneti, Doğu-Batı Yayınları, 2006.


Taraf
21.02.2010


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
23 Şubat 2010 22:59

msakaryalı

Sayın Ayşe Hür,

Güzel yazınızın sonundaki değerlendirmeniz- MDD çizgisinden neşet eden hareketleri saydıktan sonra- şöyle bitiyor: "...günümüzde kendisine sol-aydın diyenlerin bile (elbette istisnalar var) en önemli sorunsalının ‘devlet nasıl kurtulur?’ olmasına ve devleti kurtarmak için halka değil de asker-sivil bürokrasiye güvenmelerine şaşmamak gerekir."

İyi ama Mahir Çayan çizgisini bu genellemeye dahil etmek zordur. Mahir'in kendi yazıları okunup kaynak gösterilseydi, böyle olmadığı anlaşılırdı. Tarih yazımı bakımından bu noktayı, Mahir Çayan çizgisinin MDD yi aşan bir çizgi olduğunu artık okumak istiyorum.

Mahir Çayan ve arkadaşlarının ve daha sonra Mahir çizgisini sürdürdüğünü söyleyenlerin "devlet nasıl kurtulur" diye bir derdi olmamıştır, "bu devletten nasıl kurtulunur ve yenisi...." diye bir derdi olmuştur, diye düşünürüm.
Saygıyla

Muammer Sakaryalı
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.