Mine Uygur ve Feryal Bekdik Portekiz'de - 5

22 Ağustos 2007 00:00  

 

Mine Uygur ve Feryal Bekdik Portekiz'de - 5

Sabahleyin taksiyle St Appolania Tren istasyonuna gidiyoruz. 9:30 treni ile Porto’ya hareket ediyoruz. Tren çok konforlu. Binenlerin kılık kıyafeti çok düzgün. Öğleden sonra 13:30 gibi Porto’ya varıyoruz. Hazır istasyondayken dönüş biletini de alıyoruz. Taksiyle otele gidiyoruz.




Otelimiz Grande Hotel do Porto şehrin alışveriş merkezine yakın Santa Catarina Sokağı’nda… Eski
bir malikaneyi otele çevirmişler. Eşyalarımızı odaya bırakıp kendimizi Porto sokaklarına atıyoruz. Porto, Atlas Okyanusu yakınında Douro Nehri kıyısında sevimli, nahif, bildik bir kasaba. Evler kat kat nehire doğru iniyor. Nehrin iki yakası da canlı. Bizim olduğumuz tarafa Ribeira (Pazar) kıyısı deniyor. Restoranlar, kafeler yan yana sıralanmış, gezinti alanları var.




Karşı kıyıya ise Vila Nova de Gaia deniyor Porto deyince Porto şarapları akla geliyor. Şarap
mahzenleri bu kıyıda yan yana sıralanmış. Gezimize Rebeira tarafından başlıyoruz. İlk olarak
Sé Katedral’ine gidiyoruz. Pencerelerinde mavi fayansları göz alıcı. İki adet kulesi var, aynı
zamanda bu kuleler savunma amaçlıymış.Katedral, şehrin en tepesinde ve her yerden görünüyor.



Porto’nun dar sokaklarından kıvrıla kıvrıla, pencereden pencereye gerilmiş iplere asılmış
çamaşırların resmini çekerek önünde kalabalığı merak ederek St Nicolau kilisesine giriyoruz. Burası
küçük, küçük olduğu kadar da sevimli bir kilise . İçeride her tarafı çiçeklerle donatmışlar. Ortada da içi su dolu çanak var. Gelenlerden de anlıyoruz ki vaftiz töreni var. Vaftiz olacak küçük hanımı cicili bicili giydirmişler. Ne şirin bebek o öyle…



Kilisede fazla oyalanmıyor karşıdaki Sao Francisco kilisesini giriyoruz. Kilise 14.yüzyılda gotik tarzda yapılmış.Ama içerde öyle bir dekorasyon var ki ağzımız açık kalıyor. İçi silme kabartma. Süslemeler için 200 kilodan fazla altın tozu kullanılmış. Altar kısmında masif ağaç işlenerek İsa’nın göğe yükselişi ve göğün yedi katı anlatılmış.




İçerinin süsünden başımız dönüyor, dışarı çıkıyor ve karşıdaki kilisenin müzesine giriyoruz. Buradaki kiliseler de kayığa uzanmış, kadın figürü var. Denizci ve sürekli bilinmeyene giden bir millet olduğu için, bu kayıkta uyuyan azize figürüne “İyi Yolculuklar” diyorlar. Hem bu dünyada ki, hem de öbür dünyada ki yolculuk için iyi dilekler….





Müzenin içinden mezarlığa geçiliyor. Burası Şehrin ileri gelenlerinin gömüldüğü mezarlıkmış. Şimdilerde lahitler boşaltılmış ve de tüm kemikler bir araya toplanmış, kuyu gibi bir şeyin başına gidip aşağıdaki kemik yığınına bakıyorsun. İnsanoğlunun ne olacağı hiç belli olmuyor. Gün geliyor, mezarda bile rahat verilmiyor.





Kiliseden sonra Borsa Binası’na gidiyoruz. Kiliseye girmeden önce 17:30 da ki İngilizce tur için bilet almıştık. Borsa Sarayı 1834 de Porto Ticaret Odası tarafından Neo-Klasik tarzda inşa edilmiş. Sarayın içinden yukarı çıkarken granit heykeller, ve mermer işlemeler muhteşem. Mermerler Sintra’dan getirilmiş.Porto Borsasının ve Ticaret odası’nın tarihi anlatılıp, başkanlık odaları gezdirildikten sonra Aynalı Odaya giriyoruz. Burayı Arap sanatçılar dekore etmiş. Ağaçlar oyularak yapılan süslemelerin içine yüzlerce defa Arapça olarak “Tanrı Kraliçe Mary’yi korusun” diye yazılmış. Alt katta tam çıkarken Borsa Kütüphanesi’ne de göz atmadan edemiyoruz.





Yavaş yavaş sahile doğru iniyoruz. Sahilde olağandışı bir şeyler olduğunu anlıyoruz. Yılda bir
kez şarap firmalarının düzenlediği, eskiden yelkenli gemilerle şarap taşınan günleri yad etmek amacıyla Regetta yapılacakmış. I.Luiz Köprüsü’nden yürüyerek karşıya geçiyoruz. Nehir kıyısına dizilmiş ahalinin arasına karışarak yelkenlilerin gelmesini bekliyoruz. Oturuken
Fernanda adlı Porto’lu bir genç kız bildiği az buçuk İngilizce ile bizle ahbaplık kuruyor. Gezilecek yerleri söylüyor. Biz sohbet etmeye çalışırken kayıklar (Rabelolar) yelkenlerini şişire şişire gelmeye başlıyor. Basın, TV, halkın tezahüratı arasında birinci belli oluyor.



Porto’nun en ünlü şarap firması Sandeman’ın mahzenlerinin önünde tören yapılıyor. Birinci gelen
ekibe madalyalar takılıyor. Belediye Başkanı ve tören komitesi eski çağlardaki gibi giyinmişler.
Törenden sonra folklor gösterileri başlıyor. Porto’nun her kesimini temsil eden kıyafetlerle her
biri ayrı giyinmiş kalabalık bir ekip oynamaya başlıyor. Kimi yalınayak; anlıyoruz ki çiftçi ve
köylüler, Kiminin ayağında terlik, omzunda şal; anlıyoruz ki soylu bir hanım. Figürleri çok hoş, bağ bozumunu canlandırıyorlar, dostluğu işliyorlar. Bir müddet sonra kolumuzdan tutarak bizleri de oyuna dahil ediyorlar. Porto’lular ile birlikte, el ele tutuşuyoruz. Birbirimizin etrafında dönüyoruz. Muhteşem bir atmosfer…



Gösterilerden sonra karnımız acıkmış, biraz dolandıktan sonra tesadüfen -sonradan çok ünlü
olduğunu öğrendiğimiz- Caga Ado Restoran’a giriyoruz. İçerisi çok kalabalık. Kalabalık olduğuna
göre vardır hikmeti diye bekliyoruz. Sıra bize geldiğinde, sardalya ve ahtapotlu pilav istiyoruz. Görüntü o kadar güzel ki mideye indirmeden önce resmini çekiyoruz. Şarap söylüyoruz. Şarap o kadar güzel ki sarhoş olmaya karar veriyorum. Kadehler boşalıyor, kadehler doluyor… Restorandan çıkınca türkü söylemeye başlıyoruz. Benim film burada kopuyor, I.Luiz Köprüsü’nü nasıl geçtim, Riberia’da gece resimlerini nasıl çektim hatırlamıyorum. Taksiden inerken hesabı ödediğimi biliyorum o kadar. Mine “Epey dertlendin ama hiç de sarhoş gibi değildin” diyor.



25 Haziran 2007 Pazartesi

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0