Cunda değil 'Yunda' - Ece Zeren Aydınoğlu

25 Ağustos 2012 16:34  

 

Cunda değil 'Yunda' - Ece Zeren Aydınoğlu

Ayvalık denince akla gelen başlıca şeyler; Şeytan sofrası, Sarımsaklı sahili, Cennet tepesi ve Cunda olarak bilinen "Yunda". Ayvalık tam bir doğa harikası, insanların huzurlu tatil yapma isteğini doğal güzelliği ve sakinliğiyle yerine getiren yerlerden biri; ormanları ve adalarıyla tam bir huzur kenti.

Adı hakkında farklı söylentiler olan, resmi olarak Alibey adası olarak bilinen Ayvalık'ın büyük adası Cunda, papalinası, sakızlı dondurması, lokması ve tarih kokan sokakları ile ünlü.

Huzur dolu bu küçük adaya gitmek için Ayvalık merkezden kalkan taksi dolmuşlara biniyorum. Çok da uzun sürmeden Ayvalık'ı Lale adasına bağlayan dolgu yoldan geçerken iki tarafımın da deniz olduğunu görüp içimi kaplayan heyecana engel olamıyorum. Lale adasının yazlık evlerle rengarenk konumunu, sonlandıran ve Türkiye'nin ilk boğaz köprüsü olduğunu üzerindeki tabeladan öğrendiğim köprüyle Cunda sınırlarına geliyorum. Daha sonradan sohbet ettiğim birinden o boğazın adının "dalyan boğazı" olduğunu, yüzyıllar önce gelen balıkçıların balıkların üreme yeri olan bu yere bu ismi vermiş olduğunu öğreneceğim. Dolmuşun şoförü virajı döndükten sonra çocuk yurdunun hemen önünde indiriyor beni ve görmem gereken ilk yerin arka tarafımdaki kilise olduğunu söylüyor.

Adını bilmediğim bu kilise çok görkemli görünmesine rağmen yaklaştıkça zamanın üzerinde bıraktığı izleri ve bakımsızlıkları hüzünle gösteriyor. İçine girilmeyecek kadar sağlıksız görünen bu yer biraz incelendiğinde yorgunluklarına rağmen zamana nasıl da meydan okuduğunu belli ediyor. Kubbesindeki Melek resimleri uzaktan da olsa seçilebiliyor. Bu canım yer keşke restore edilse diyorum kendi kendime.

Kiliseyi bırakıp sahil yolundan ilerlemeye başlıyorum, karşıda Ayvalık kıyılarını izleyerek serin ve temiz havayı içime çekerek adanın merkezine doğru ilerliyorum. Sahil yolunda bir Mevlana heykeli ve taştan çeşmeler var, koy gezintileri için kiralık küçük teknelerin bulunduğu yolun bitiminde yerde kocaman bir güneş saati karşılıyor beni. Yılın ayları metal levhalar üzerinde bir elipsin içerisine güneşin konumuna göre yazılmış, elipsin iç çevresinde 1'den 12'ye kadar sayılar var (tabi ki rastgele değil güneşin konumuna göre yerleştirilmiş). Yerdeki metal levhalardan bulunduğunuz ayın üzerine geldiğiniz zaman gölgenizin düştüğü yer, yani sayılar size saatin kaç olduğunu gösteriyor. Bu ilginç saatten zamanı öğrendikten sonra önümdeki yolun iki tarafının da küçük restoranlarla sıralı olduğunu görüyorum. Restoranların kapalı alanları ve sahil kenarında olan bahçelerinin tam ortasındaki bu taş yoldan adanın içine doğru yanımda bir sürü kedi ile birlikte ilerliyorum.

Paket taşların üzerinden yavaş yavaş etrafın tadını çıkararak yürürken ünlü "Taş kahve" ile karşılaşıyorum. 1800'lerin sonu 1900'lerin başında inşa edildiği söylenen bu yerde eskiden tüm sahil kahve ve restoranlarında olduğu gibi akşamları canlı müzik yapılıyormuş, tarih fışkıran bir yer olduğu için ve yapıya zarar verme ihtimali bulunduğu için şuan yüksek sesli müzik yapılmıyor sahil tarafında. Ama onu bir zamanlar diğerlerinden ayıran en önemli özelliği içilen çay-kahveden para alınmıyor olmasıymış; şuan öyle değil. Orada oturup bir bardak çay içtikten sonra restoran ve kafelerin bittiği yerden sağa dönüyorum. Beni rengarenk bir pazar karşılıyor... Yaz boyu sabah akşam açık olan bu pazardan Cunda'ya ait hediyelik eşyalar yaptırabiliyor ya da satın alabiliyorsunuz.

Karnınız acıktığı zaman ise restoranlardan birine gidip çeşit çeşit balık yemeklerinden yemenizi öneririm. Yalnız Cunda'nın adıyla özdeşleşmiş olan "papalina" adlı küçük ve çerez niyetine yenen balığı denemeden oradan ayrılmayın.

Yemek yerken ve çevredeki kedilere yedirirken Cunda'nın en eskilerinden Ali Onay'ın adını söylüyorlar, "Buranın tarihini o bilir, evini de kime sorsan gösterir" diyorlar. Oradan kalkıp adanın içine doğru bir tur atmaya başlıyorum. Arnavut kaldırımlı taş sokakta yürürken beni büyüleyen eski Rum evlerinin fotoğrafını çekiyor, o sakin sokaklarda evlerden duyduğum Girit müziklerini dinleyerek Ali Onay'ın evini soruyorum, gösteriyorlar.

Ali Onay'a kendimi tanıttıktan sonra eve davet ediliyorum. Beni çok sıcak karşılayan Onay'a "Cunda" diye sorularıma başlayacakken; "Cunda değil, YUNDA" diyor. "Eski Türkçe'den çevirirken Y ve C harfini birbirine karıştırmış olan cahil birinin işidir bu". Piri Reis'in haritasından bir kopya getiriyor ve üzerindeki yazıyı bana okuyor."Yunda adaları. Bana kalırsa, adanın ismi; maden adasında (Pigos adası) demirleyen Piri Reis'in büyük adada yani şuan bulunduğumuz adada başıboş gezen at, kısrak gibi hayvanlardan esinlenmesi ile koyulmuş.

"Çünkü Osmanlıda 'Yund' ismi bu tip hayvanlara verilen bir ad. Ve o zamandan sonra burayla ilgili tüm yazışmalarda Yund adaları ismi geçti. Ta ki cahil birileri C ve Y harfini karıştırana kadar" diye biraz sinirli tekrar etikten sonra "Burası nahiye idi, yapılan hileli bir plebisit sonucu Ayvalık'a mahalle olarak geçirildi. Kurtuluş savaşı zamanında da Ali Çetinkaya'nın yöreden ilk kurşunu atmış olmasının sebebiyle adanın ismi de Alibey adası olarak değiştirildi."

Adanın bu uzun ve karışık isim serüveninden sonra ne kadar süredir burada yaşadığını sorduğum Ali Onay, "92 yaşındayım ve 87 yıldır burada yaşıyorum. Köküm 1670'lerde Aydın'ın Nazilli sancağından. Girit adasını İtalyanların işgalinden alan Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın buraya Osmanlı'nın çeşitli yerlerinden Müslüman halkı getirip yerleştirmesi üzerine benim köklerim de oraya göç etmişler.150 yıl kardeş gibi geçindiler. 1821'den sonra adaya giren Yunan ajanları yüzünden sükunet bozuldu ve Müslüman halkın yapabileceği üç şey kaldı: Kaçmak, Hristiyan olmak ya da öldürülmeyi beklemek... Lozan antlaşması ile mübadele kararı verildikten sonra bize yerleştirileceğimiz yerin adı açıklandı. Babam daha önceden Ayvalık'a ticari amaçlı gelmiş oluğu ve burayı sevdiği için çok mutlu olmuştuk. Ben beş yaşlarındayken buraya yerleştik. Babam ilk önce sabun yapıp sattı sonra da bir zeytinyağı değirmeni kurdu ve ben de daha sonra onu fabrikaya çevirdim."

Kiliselerin çok kötü durumda olduğunu söylediğimde, "Çok acı. Bak burada tam beş tane büyük kilise vardı. AİATRİADA (1856), AİDİMİTRİ, PANAYİYA (1863), TAKSİYARİS (1873), AİOSPANDELEİMONOS (1915). Bu kiliseler ya tamamen yıkılmışlar ya da içine bile girilemeyecek durumdalar.

Adada Türklerde oluşan bir kolera salgınında ölümler ve göçler olması üzerine buraya Midilli'den gelen Rumlar yerleşmişler ve kiliseleri yapmışlar. Bir dönemde Tükler ve Rumlar kardeş gibi yaşamışlar burada ama şuan neredeyse hiç Rum kalmadı ya göç ettiler ya da öldüler. İki tarafın ölülerinin gömüldüğü mezarlığı bir duvar ayırırdı önceden ama artık Rumların yattığı yer düz bir toprak parçası, mezarlık olarak bile geçmiyor."

Bu uzun ve tarih dolu sohbeti burada bitirdikten sonra Onay adanın eski hallerinin bulunduğu birkaç fotoğraf gösteriyor bana. Ona veda ederken de "Yine gel çocuk ben insanlara yardım etmeyi seviyorum, anlatırım ne sorarsan" diyor ve el sallıyor.

Adaya ait bu bilgileri edindikten sonra sokakta ilerlerken Taksiyaris Kilisesi çıkıyor karşıma, ama tadilat nedeniyle içine girilmiyor. Ada halkı ise bu bitmek bilmeyen tadilattan şikayetçi görünüyor. "Geldiler ama hiçbir şey yapmadan gittiler nasıl tadilat bu, iki yıldır sürüyor" diyorlar. Tadilatla ilgili yeterince bilgi edinemiyorum oradan çünkü kimse pek bir şey bilmiyor. Dıştan da pek temiz ve sağlam görünmüyor açıkçası.

Oradan ayrılıp Rum evlerinin bulunduğu sokakları tırmanıyorum. Kedilere yemek veren üç çocuğun fotoğrafını çekiyorum. Biri "abla çekme bizi ya" diyor "internete mi vereceksin" diye çıkışıyor öteki "Hayır gazeteye vereceğim" dediğimde de "Hadi canım dalga geçme bizimle" diye gülüşüyorlar. "Ne kadar çok kedi var burada balıkların çokluğundan değil mi? diyorum çocuklar "Oo buranın ölüsü, delisi, kedisi meşhurdur abla" diyorlar. "Neden?" soruma cevapları omuz silkerek "Öyle işte" oluyor.

Ayvalık'ta Tımarhane adası diye bir yer varmış, oraya deliler götürülüp bırakılıyormuş. Ayvalıkla bağlantılı olan bir orman yolundan yolunu bulup gelebilenler ise burada yaşama şansı buluyormuş.

En yukarıya çıkıyorum. Burada bir değirmen var. Bir iş adamı tarafından tadilat yaptırılarak bir kafe ve kütüphane haline getirilen bu yerden aşağıyı izlemek adanın denizle birleşen kıyısını, taa karşıda görülen Ayvalık'ı seyretmek büyük keyif veriyor. Ayrıca bu güzel adada gezerken birçok butik otel ve küçük pansiyonlar görüyorum.

Renkleriyle pencerelerine dolaşmış sarmaşıklarıyla çok sevimli görünüyorlar. Bir süre bu güzelliği seyrettikten sonra merkeze geliyorum, restoranların olduğu yerden Ayvalık'a yazın motorla denizden gitme şansım olduğunu öğrendiğim an koşarak küçük tekneye yetişiyorum. Alibey yani Yunda şuan bilinen adıyla Cunda adasının büyülü duruşuna bir de denizden bakıyorum ve mutlaka gidilip görülmesi gereken yerlerden biri olduğuna tekrar tekrar ısrar ediyorum. Alibey adası tarihin kalıntılarını en güzel gösteren yerlerden biri. Sakin ve şirin...

Bianet

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz*:
Facebook'ta paylaş
0