Neden bu kadar çekicidir hüzün?

27 Eylül 2012 11:45 / 1789 kez okundu!

 


Hava serinliyor artık... Yaz bitti...
Akşam ezanı okundu... Gün bitti...

Neden “güz başlıyor” değil?
Neden “gece başlıyor” değil?

Neden, sonbahar, “ömrümüzün son demi” olsun ki? Hava giderek soğduğu için mi? Ölüm soğukla birbirine yakıştırıldığı için mi? Öldükten sonra buz gibi olduğu için mi bedenimiz?

Kış mıdır 'ölüm mevsimi'?

Yaprakların dökülmesi, ağaçların çıplak-kuru görünüme bürünmesi bir çeşit ölüme gidiş gibi mi algılanıyor, öyle bir benzeşme mi yakıştırılıyor ki, dökülen sarı-kızıl-kahverengi yapraklar hüzün veriyor da bu mevsimin adı “Son” bahar oluyor?

Oysa, doğanın insan algısına sunduğu en güzel görüntülerden biridir, o dökülmeye yüz tutmuş rengârenk yapraklarla bezeli bir ağaçlık manzarası... Bunu, yalnızca bir değişim, yaşamını sürdürerek biraz daha boy ve tomurcuk verebilmek için kaçınılmaz olan bir gelişme adımı olarak neden göremiyoruz?

Neden, sevinemiyoruz ki doğamızın, bize sıcak yorgunluklardan sonra, yaşama gücümüzü tazeleyecek bir dinlenme süresi tanımışlığına?

“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...

Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...”

(Ahmet HAŞİM - “Merdiven”)

Neden bu kadar çekicidir hüzün?

Uzun, pek çok sorunla boğuşulmuş, koşuşturmayla geçmiş, yorucu bir günün sonunda, dinginliğe, sessizliğe, huzura kavuşup dinlenebileceğimiz saatler, neden bir “son”u çağrıştırır?

Günlük gailelerden uzak, kendimizle sakince başbaşa kalabildiğimiz o saatlerin değeri, neden bu kadar gözardı edilir? Neden öyle değerlendirilmez de hüzne boğulunur?

Sabaha vardığımızda, yepyeni bir güçle, yeni bir güne uyanmanın sevinci ve umuduyla hareketlenmemizi sağlayacak olan gece, neden “yolun sonu” gibi algılanır?

Bilincimizin kendini geri çekip, kendimizi kim bilir ne güzellikler içinde görebileceğimiz rüyalara izin verdiği uykular, gecenin değil midir?

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?


Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta,
Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...

(Aynı şiirden)

İşte o kızıllıktan sonraki saatler değil midir, gece değil midir, sevgiliyle yan yana, el ele çimenlere uzanıp şıkır şıkır yıldızları seyretmenin zamanı?

Gece olmasa, nasıl yazardı Mahmut Nedim Güntel, şu sözlerini o güzelim şarkının?

“Dün gece mehtâba dalıp hep seni andım
Öyle bir ân geldi ki mehtâp seni sandım
Sevgili rüyâna mı aldın beni bir dem
Öyle bir ân geldi ki mehtâp seni sandım”

Neden bu kadar çekicidir hüzün?

Oysa, bir görebilsek ki, “akşam” da, “sonbahar” da sonun başlangıcı değil, düpedüz birer “başlangıç”tır...

Akşam da, sonbahar da, kendine gelmenin, tazelenmenin, yenilenmenin, yeniden umutlanmanın başlangıç demleridir.



Lâle DİLLİGİL

27.09.2012


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.