AHMET ALTAN VE TÜRKİYE - Düzgün Gökhan/Hollanda

09 Temmuz 2008 10:08 / 1794 kez okundu!

 

“Daha o gün anlamıştım bu ilişkinin yazgısını takvim tutmazlığını ve aramızda düşman gibi duran zamanı daha o gün anlamıştım benim sana erken senin bana geç kaldığını” Olgunlaşmamış buluşmaları böyle dillendirir Murathan Mungan, Aşk

Kuşkusuz ki, Ahmet Altan Ortadoğu aşklarına pabuç bırakmayacak kadar gerçekçidir.
Başlayacağı ilişkiye nasıl davranacağını da bilir, kararlığı öz güvenindedir. Tutarlıdır.

Ortadoğu iklimi gerçekçilere göre değildir. Çünkü Ortadoğu’da hayat gerçek değildir. Yalancı hayatları yaşamasını bilenlere göredir. Kendi gerçekliğini sevmeyen insanların yurdudur. Gerçekliği ve gerçekçileri sevmeyenlerinde…

Beşikten itibaren herkese, kendi gerçekliğine yalan söylemesi öğretilir, Bu yalan ”ben bütün insanları seviyorum” söylemiyle, örtbas edilir. Bundan da anlaşılıyor ki, bu bölge, sevgiyi hatırlamıyor. Sevgiyi bilmeyerek, bilerek yalan söylüyor.

Sevgiyi bilmiyor fakat, yalan söylemesini müthiş beceriyor. Hayata yalan söylemek gibi. Bu yüzden, acılara tutunmayı özgürlük bellemiştir. Bir gün “kendini kandırma okulları” dünyada açılsa, tüm Ortadoğulular uzman öğretmeni olarak hazırdırlar. Çilekeşlerin birey olmaları mucizelere bağlıdır. Özgürlüğü acı çekmeye dönüştürmüşler.

Düşünce felci geçirmişler.

Çilenin dostları mutluluğun dostluğuna öcü gibi bakarlar.

Ortadoğu toplumunda birey kolay kolay yetişmez, toprağı değildir. Saksıda yetişinler ise tohum vermez.

Artık şans mı rastlantı mı desem, biri Türkiye’ye tesadüf etmiş…Tam teşekküllü toplumsal birey. Kendini ortaya koyuyor.

Tesadüf, yaşantımıza önceden girmemiş dostları ve sevdiklerimizi önümüze çıkaran şans degil midir? Bundan ötürü şans, kimi kez tesadüflerle açıklanır, Gündelik dilde ”tesadüfen kavga ettik” söylemini, duymadım. Tesadüfü karşılaşmalar hayıra yorumlanır hep.
Bu karşılaşmada yararlı çıkan genelde tesadüf edendir. Tesadüf edilen yararlanılandır.
Türkiye toplumu kendi gerçeğini yalandan yaşadığı için tesadüfleri de fark edemiyor.
Gerçeklerin ayırtında olmayanlar şansları fark edebilirler mi? Yalancıların gerçeklik karşısında şansları var mı?

Türkiye toplumu kendine yalan söylemiştir. Türkiye’de yaşanılan gerçeklerin çoğu yalanla üretilmiştir.

Hayattaki en büyük acı kendi acılarını fark edememektir. Türkiye toplumu acılarını yalanla örtmüştür. Mutluluğu fark edemezler. Yalandan yaşayanların yaşantısı da yalancıdır. Bu durumda, yalan gerçekler =gerçek yalanlar.

İnsan başkalarına yalan söylediğinden itibaren kendine, kendine yalan söyleyince başkalarına daha çok yalan söyler. . Psikanalistler de yalanı aşamadıkları için, toplumsal çözümlemelere komşu gözüyle bakmışlardır. Gerçeğin gönlüne girememişlerdir. Türkiye’deki yalan mekanizması tecrübeyle uzmanlaşmıştır.

Ortalık yalana bulanmışsa, gerçekçilere iyi gözle bakılmaz. Gerçi, yalancıların bakışlarında iyi bulunmaz da! Gerçek onlara kötü görünür. Çünkü aç yaşamışlardır.

Birey gerçeklerden yararlandığı oranda gerçekleri yaşar. Gerçekçi olamayanların bireyselliği olabilir mi? Aç toplum bireye bir çift ayakkabı giydiremez, onun ihtiyaçlarını ve ruhunu nasıl doyurabilir? Ruhu doymayan kişilik, birey standardına tamamlanana bilir mi?

Yalancının ruhsal doyumu gerçek olabilir mi?

Ruhsal doyumdur ki, bireyi topluma duyarlı kılar. Birey her şeyi kendisi için istediğinden dolayı içtendir. Adanmışlık psikolojinden uzaktır. Çevresini mutlu görme isteği, çevre için fedakarlıktan değil kendi mutluluğunun güvencesi içindir. Mutsuz toplum içinde mutluluğu bozulur çünkü.

Halk arasında “rahatlık mı battı” deyimi meşhurdur. Ahmet Altan’a rahatlık mı battı, riske giriyor? Hayır. Toplumsal bireyin içinde bulunduğu toplumsal mutsuzluk, onun kişisel mutluluğunun huzurunu kaçırıyor. Altan kendisi için mutluluk aramıyor(geçmişinden beri zaten kişi olarak mutludur), mevcut mutluluğunu kaybetme kaygısından dolayı toplumsal tedbir almaya uğraşıyor. İçtenliği ve tutarlılığı bundandır. Gerçekçi özüne yalan söylemekten korkuyor.

Çünkü bu kişi kendini yaşıyor. Doyumludur. Dürüsttür yani.

Kendi mutluluğunun giderlerini sömürüden değil yetenekleriyle sağlıyor. Mutlu bir haklıdır, haklı bir mutludur. Haklılıktan ayrılınca içtenliğini kaybedeceğini kendisi gibi biliyor.
Toplumsal mutluluğu ve haklılığı bireysel huzuru için istiyor.

Mutsuz haklılar bunu anlayamazlar. Haksız mutsuzlarsa bunun sebebidirler. Haksızlık vicdansızlığı beslediğinden, psikolojik mutluluk sağlayamaz. Fakat psikiyatrik mutluluğu da yıpratmaz. Haksızlar psikiyatrik mutlulukla yetinir. Salt başına bununla yetinmek aç gözlülüğü artırır…

Atlan, her gerçekçi gibi ikisini birden tok yaşar!

Sonradan görme ve aç gözlüler gibi kişisel doyumsuzluğun oklarına sahip değildir... Aç gözlüler, kişisel doyumsuzluğun acısını toplumdan çıkarırlar. Yalancıların imkanı artıkça göz açlığı daha da artar. Tatmin olamazlar.

Yalanla beslenenler doyduklarına inanmazlar. Yalancı beslenmeyle kronik açlık hissine muzdariptirler. Yedikleri içtikleri gerçekleri, aslından farklı görmüşler. Gerçeği tersine çevirmişlerdir çünkü.

Gerçekçiler gerçeği dönüştürmesini de bilir. Hangi yalancı gerçekliği dönüştürebilmiş ki? Gerçekleri ancak gerçekçiler dönüştürebilmiştir.

İnsanlığını yaşamak gerçekçiliğin mayasıdır.

Kendini yaşamasını bilmenin hem kişiliğine hem de olanaklarına sahip oldun mu, insanlığını gerçekten yaşarsın.

O, doğduğu ülke koşullarına göre istisnadır. Aynı aile şartlarına rağmen, kardeşi Mehmet Altan için benzer şeyler söyleyemeyiz. Ahmet’in zevkleri daha zengindir, ondaki yazınsal yetenek güzellik duygusunu serpiştirmiştir. Baba Çetin Altan ise, ideolojik süreçlerden dolayı bireye mesafeli durmuştu bir aralar. Fakat bir istisnanın büyümesinde emeği inkar edilmez.
Ahmet Altan bön değildir. Kurnazdır da ama, utanmasını bilen kurnazlık türü. Haksızların elindeki yalancı gerçeği, gerçek bir haklı gerçekliğe yani aslına çevirmenin kurnazlığıdır onunki. Haklı ve tok yaşamasını bilenler gibi hilesiz uyanıktır. Aldatamazsınız onu.

Ahmet Altan’ı ortaya çıkaran çevrel şartlar, aile merkezlidir. Türkiye kültürü değildir. Beşikten itibaren Avrupa’yı yaşamış ve Avrupalı egoist çapına takılmamıştır. Bireyselliğinin menzili toplumsal boyutludur. Toplumsal kapsama sahiptir.

Türkiye’nin ideolojik çalkantılarına kapılmadan, doğal insan serüvenini takip etmiştir. Bunda babasının etkisi de belirleyicidir. Çetin Altan ”yerinde sallanmakta olan trenin, aslında hareket halinde olmadığını” Gorbaçov’dan önce görmüştü de, Çetin Altan’ı solcular görmemişti.

Ahmet Altan, bu öngörüyle toplumsallığını adanmışlıktan kurtarıp, yaşanılır gerçeklere bağlamıştır. Kurbanlık isteyen şahadet kültüründen uzak durmuştur.

Ahmet kimse için ölmez, hayat için yaşayacak kadar zeki ve donanımlıdır.

Kendine istediği şeyleri topluma, topluma istediği şeyleri kendine istiyor.

Yetenekli bir evlat olarak miras yemek yerine mirasa miras eklemiştir. Demokratsız bir demokraside ödünsüz davranmak gibi…

Bireyselliğini yaşarken toplumsallığı, toplumsallığını yaşarken bireysel duyarlılığı gelişmiştir. Bu bakımdan, Türkiye’de evrensel bir eğilimdir. Gerçekten yaşanılabilecek bir evrensellik…Ertelenmiş hayatlara yaslananlar gibi ütopik değil…

Altan bir izdir, siz bu izi bulamıyorsunuz.

Altan’lar, dokunarak değiştirmenin devri kapandığını, dokunmadan geliştirmenin vakti geldiğini ailecek benimsemişlerdir.

Yani, hepimizin incinmeyen bir tarafı mutlaka vardır, o tarafa hitaben konuşalım.

Bundandır ki, Ahmet Altan hayata göre düşünür. Kalıplı düşüncelere mesafelidir.

Bireyselliği kırılmalara uğramadığı için sağlıklı düşüncelere açıktır. Hoş görü tok düşüncedir aslında.

Aç görü hor görüdür, hoş görü tok görüdür.

Toplumdan alacaklı olmayanların kızacak kimseleri olmaz.

Evrensel düşünceleri algılamayan bilinçte, açlık düşünsel yaygınlığa kavuşabilir. Herkesi kendine benzetme isteği, ben olamamış benlerden kendine bir ben yaratmaktır. Evrensel insan değerlerine acıkmış benlerin, şaşkınlıktan saptıkları doyum seçeneğidir bu.

Birey kültürüne yani Ahmet Altan’a gecikmiş ülkenin toplumsal tabakaları, dokunmazlığı yakalayamamışlardır. Dokunmadan geliştirme anlayışı Türkiye’de sadece Alevilik felsefesinde mevcuttur ama, sistemin baskısından Alevilerin feleği şaşmıştır. Şamar oğlanı misali çekik ve ürkek duruşları, onları, birey kapasitesi ve girişkenlikten alıkoymuştur.
Türkiye’de sol, bireyden hep gıcık kapar. İslamcılar bireyin tanımını yapamazlar. Kürtlerse bireye kapalıdırlar.

Elit tabakanın egosu, sömürüden beslenip ranta bulaşmıştır. Toplumu his etme duyarlılığından kopmuşlardır. Aydınlar, geçmişlerindeki kırılmalardan ötürü tercih ettikleri düşünceler yüzünden içtenlik kaybına uğramışlardır. Askerler, özgür düşünceye korku salmışlar. Sağcılar askerlerin üniformasız bekçisi kesildiler baştan beri.

Bu durumda, haklı ve mutlu aydının içtenliğini kavrayabilecek içli insan miktarı cüzidir. İçtenle iletişim kurabilmek için içtenlik gerekiyor da! Hisleri ölmeyenler gibi.

Geriye, Altan’ın okurları kalıyor. Toplumsal ön yargıların kuşatmasını aşsalar gecikme telafi edilebilir. Mungan’ın şiirindeki zamansızlığın kaderi değişebilir.

Bir kere, toplum kendisi olmamayı görsün bir daha kendisini göremez. Ayna gereklidir.

Altan, kendini görmeyen topluma ışık tutmuş Montesquieu gibi 17, yüzyıldaki Fransa’ya benzeyen Türkiye’de 21. yüzyıl aydınıdır. Tamamlanmış bir kişilik olarak erkendir. Sartre onunla ilgili ne düşünecekti, bilemem. Bildiğim şey, denemelerine yükledikleri görev ve anlam itibariyle Ahmet Altan ile Montesquieun arasındaki kan bağıdır. Belki de kirvedirler.
Değişim korkusuna muzdarip toplumda, bu anlamların karşılık bulması pek kolay değildir. Zira, herkes kendi gerçeğini yalandan yaşamıştır. Yaşadığı yalanı kaybetmekten korkuyor.
Can simidi gibi ona sarılmışlar.

Türkiye’nin muhalifleri de bireye muhalifler. Bireysel hak ve özgürlükler için mücadele ediyorlar ama, bunu yaşayanlara da muhalifler. Asıl tuhaflık burada! Kullanmayacağınız ve yaşamayacağınız özgürlükleri neden istiyorsunuz ki?

Altan’ın romancılığı üzerine sol bir dergi, kısa yoldan meşhur olmak ve para kazanmak için Onun, soyluluğu, zenginliği ve cinselliği kullandığını yazmıştı.

Mahkeme tarafından toplanan “Sudaki İz” romanı, İslamcılar ve solcuların ön yargısından da kurtulamamıştı.

Yalancı yaşamların gerçeğinde arzular sansürlenir. Bunu gören Altan, cinselik üzerindeki baskıları deşifre etmek istemişti. İddia edildiği gibi cinsel “yozluğu” teşvik değildir, İnsani sorumluluk gereği yazmıştır.

Güneş tutulması gibi gerçekle yalan arasında takvim tutulması yaşanılırsa, yapılması gereken takvimi değil gerçekleri kurtarmaktır. Yani haklılığı sürdürmektir.

Zamanı geçmiş haklılıkları takvime dayatırsanız haksızlıklar güncelleşir.

Bütün haklılıkların son kullanma tarihi vardır, ilaçlar gibi. Baskıcı rejimin faydası ve yan etkisi insanın kullandığı hakların ilk kullanma tarihine denk düşmüyor kanımca.

Ahmet Altan haklı yaşadığı için haklıların aydınıdır. Onun varlıklı bir yazar olması, Altan’ı burjuva diye tabir edilen haksızların yanında konumlandırmak gaddarlıktır. Yoksul haksızların sayasından az da olsa, varlıklı haklılar da dünyamızda mevcutmuş. Mutsuz haklılar bunu kavrayarak, haklılığı geniş bir haklılar cephesinde görmeliler.

Altan, ezilenlerin sömürülme sürecine katılmamıştır.

Yoksulların öncüleri, farkında olmadan yoksullara kötülük etiler. Onların, mutlu haklılarla ittifak kurmasını engellediler. Bundan, haklılık paydası küçülmüştü. Haklılık paydası yoksullarla sınırlı kaldı. Böylece kaybetmeye alışarak haklılar, kendilerine haksızlık yaptılar.

Ezilen haklı mutsuzların, ezilmeyen haklı mutlularla buluşmasında ne sakınca var?

Haklılığı sınırlarsanız haklarınızı yanlış kullanırsınız. Çile çekmek bir hak değil ki!

Haklılığı ezilmişlikle bir tutmak ezilenlere haksızlıktır. Öylece, haklı kalmak uğruna çileye pirim verilir. Çilenin ömrü sürgit uzar. Aslında acı çekmek bir haksızlıktır, kendine haksızlıktır.

Ben ezmiyorum ve ezilmiyorum, böyle daha çok haklı oluyorum. Haklı çıkmaya ihtiyaç duymuyorum.

Birey ifrittir. Bireyin elindeki kibriti alsan seni söndürür. Çünkü, onunla sigarasını yakacaktı. Bireydir bu, haklarından ve taleplerinden asla ödün vermez. Ödün verdiğinden itibaren kendisi olmaktan çıkar. Arzularına bağlı olarak koparıcıdır. Bağışlayıcı değildir. Altan’ın korkusuzluğu demokratik isteklerine güdümlüdür.

İnsanı bir yana, Türkiye’nin toprağı bile ödün vermeye alıştı. Toplum 18. yüzyılın demokratik taleplerinden bihaberdir. Eğer haberi var, bu haklarını elde edecek tutkuyu sergilemiyorsa onun bireysizliğinin kaderidir bu. Kibriti için en azından davacı olurdu, Bireysel ve toplumsal haklarını nereden bilecek?

Türkiye’nin Ahmet Altan’ı özümleme sorunu vardır. Ülkenin bütün sosyal kesimleri böylesi bireye yabancıdır.

Oysa, Türkiye’de demokrasi isteyen hiçbir çevrenin demokratik anlayışı, Altan’ın demokrasi kültürü kadar kapsamlı ve hoş görülü değildir.

Türkiye’de insanı ve insanlığı yaşamak, bireyin hak ve özgürlüklerini yaşatmaktan geçer.
Dokunmazlık içinde Kürtler kendi kimliğine, Aleviler özgün inancına, Müslümanlar türban özgürlüğüne, azınlıklar kendi haklarının güvenliğine kavuşurlar.

Gerçekleri kanatmadan ve çatıştırmadan onları düzelterek demokratça yaşamak mümkündür.

Gerçekleri düzelterek, yaşamın doğrultusu kavgasız hayata evirilir. Kavga ederek değil, gerçekleri düzelte düzelte onları yaşanılır kılabilirsiniz.

Bir anda her şey düzelmez, bazı şeylerinse hemen düzelmesi gerekir. Yalanı itiraf etmek mesela…

Girmek istediğiniz Avrupa Birliği sizin içinizdedir. Ahmet Altan’ın şahsında AB’ye nasıl davrandığınızı hayretle ve onun direncini heyecanla izliyoruz.

Yanlış anlamayın sayın asker! Ahmet Altan’a benim ihtiyacım yoktur. Girmek istediğiniz Avrupa Birliğine üye bir ülkenin vatandaşıyım. Onun bildiklerini bende biliyorum ama, kaleminden hoşlanıyorum, yazdıklarını keyifle okuyorum. Altan Avrupalılar için kurtarıcı değildir. Fakat sizin, O’na hayat gibi ihtiyacınız vardır. Hayatın değerini bilin! Uğruna ölünmeyecek bir hayat yaşatabilirsiniz. Düşünceyle…

Her şey düşünceyle değişmiyor muydu? Yalancılığı değiştirecek düşünceler ülkenizde üretilebiliyor. Gerçekçilere şükretmelisiniz bence.

Ne onca gürültü ve şamata!

Ülkenizin vatandaşıyken, bağırtınızdan uykularımız kaçardı, şimdi de öylesiniz. Şöhretiniz, şamata eşliğinde kulaklarımızı götürdü buradan.

Yıllardır Hollanda da yaşıyorum, tek bir genelkurmay başkanının adı hafızamda kayıtlı değil.
Geçenlerde Afganistan’daki asker oğlunu kaybeden, genel kurmay başkanımızın adını(Burada yazmak için) sordum, pek bilen çıkmadı. Gazeteci Mehmet Ülger’den öğrenmek istedim, oda anımsamadı. Diyeceksiniz ki, Googleden öğrenseydiniz. Neyse! Mevzubahis değil. Sizce, bununla ne anlatmak istiyordum acaba?

Türkiye’den çıktığımdan beri kişileri önce insan olarak karşılıyoruz, sonra uyruk ve düşüncelerini merak ediyoruz. Öyle ki, uyruğu ve ideolojisi gerekmiyor bile.

Aynı ortamda aynı masa etrafında eşcinseller, sağcı, solcu, asker, polis, dindar, farklı uyruklu insanlarla oturup türlü sohbetler edip gülüşüyoruz. Ahmet Altan da ortamımıza girerdi, Fakat sizin çapınız yetmez. . Çünkü konularımızın çoğu gündelik hayattandır…

Ülkemizin sağcıları da demokrattırlar, demokrasi kültürü beşikten itibaren tüm kesimleri kapsar. Sizinse, solcularınız bile cuntacıdır. Bir araya geldiğinizde gündelik hayatı dillendiremezsiniz.

Sizin gündeminiz hangi çağdan kalma? Külüstür gündemlerle meşgulsünüz hep! Vakit gündeminizi çağlar geçmiş, yıllar değil.

Ya yüz yıl önceyi yada yüz yıl sonrayı konuşursunuz. Hata siz 18. yüzyılın muhabbetindesiniz. Kürt sorununu kekemece dillendirenler olmasına rağmen, siz bunu da konuşmamaya çalışıyorsunuz. Gündelik hayattan uzaksınız, gerçekçi olamazsınız.

Gördükleriniz gerçeğiniz değil gerçeğiniz gördükleriniz değil.

Çaresizlikten dolayı, Ahmet Altan’a düşman kesildiniz. Bence düşmanlığınız karşılıklı değil, zaman farkından dolayı düşman görüyorsunuz O’nu. Sizin düşmanınız zamandır. Şair “aramızda düşman gibi duran zamanı” vurgularken, bu gecikmeye katlanmayacağını belirtiyor; ileri olanda eksiklik yok burada, eksiklik gecikmiş olandadır.

Toplumsal muhalefeti zaman gibi görüyorsunuz. Bütün çağları önünüze tutan tek ayna misalidirler. Görüntünüz şiirin koptuğu yerdedir, ayrılık arifesi diyelim buna. Siz şiirden önceye bakıyorsunuz, zamanı doğru görmüyorsunuz. Baktığınız yerde, şiir henüz yazılmamış gibi duruyor.

Bireyin dünyasında ulusları boğazlamak yoktur. Bildiğinize varsayıp şaş gitmeyesiniz sakın! siz birey olmadığınız için bireyi bilmiyorsunuz. Birey olsaydınız, Kürt sorununu yaşayamazdınız.

Gündelik dilde siz ve ülkenizin insanları ne diyordunuz? Ortadoğu’nnun meşhur lafıyla “ben bütün insanları seviyorum”. Sayın asker! Siz kendinizi sevmiyorsunuz ki, bütün insanları sevebilesiniz. Duygularınız sevmeye gecikmiştir, vakitsizlikten dolayı… Duygu gecikmesine uğramışsınız. Geç seviyorsunuz.

Sevginin olmadığı yere ben ülke mi derim?

Sayın asker! Siz sevgiyi bilmediğiniz için sevmemeyi de bilmiyorsunuz. Sevmemek nefret anlamına gelmez. Saygılı davranabilirsiniz sevmediklerinize.
Ben saygılı kalmayı hep sevmişimdir. Size de saygılıyım fakat, sizi sevmiyorum. Çünkü siz hiç sevindirmediniz beni.

Sevindiremiyorsanız sevmiyorsunuz, demektir.

Seven, sevilenleri sevindirince sevmeyi biliyordur. Sevindirmeden sevdiğini iddia edenlerin tümü ülkenizde sevilmeden seviniyorlar. Toplumca felçli sevgiye muzdaripsiniz bence.


Sevgi haksızlık değil ki. Sevdiklerinize haksızlık yapmıyor musunuz?

Ülkenizde sevgi yoktu. Sağcı sınıf arkadaşlarımla okul kantininde çay içerken, solcu yoldaşlarım kuşkuyla bakardılar. Bir İslamcıya selam vermek gericilik sayılırdı. Solcuların katli ise Kürtler gibi mubahtı. Toplumun her kesimi ok gibi batardı biri birine.

YÖK ‘te bize gecikmişti. Demokratik haklarımız için mücadele ederken, bir öldürmediğiniz kaldı. Sizdeki anti demokratik üniversiteler bizim bireylerin eline geçseydi burada, afacanlığı seyretseydiniz! Bir gün sonra, okul binalarını kendi adreslerinde bulamazdınız.

Bireylerimiz demokrasinin militanıdırlar. Devletimiz de onları sever. Devletimiz beni de seviyor. Devletimiz bütün vatandaşlarını seviyor.

Ne hikmetse, siz beni sevmediniz. Kürtlüğümü sevmediniz, Aleviliğimi sevmediniz, solculuğumu sevmediniz.

Ortadoğulu olarak ne diyordunuz?

Bütün insanlara bende dahildim galiba. Beni bütün insanların dışında görürseniz bütün eksik kalır o önermede. Beni insan görmeden önermeyi tamamlarsanız sevgi eksik kalır. Bu mu yalandır, yalan mı budur?

Sırasıyla okuduğum Fırat Üniversitesi biyoloji, İstanbul Üniversitesi felsefe, İstanbul Üniversitesi hukuk fakültesinde kimliğim yoktu. Hukuk fakültesini kimliksiz okumak tam bir işkenceydi. Bireysel hak ve özgürlükler derslerimizin konusuyken, hayatın içinde özgürsüzlüğe katlanmak gücüme gidiyordu.

Demokratik talepleri düşünce suçuna sayarak, iftiralarla mahkum etiniz beni, Sevdiklerimden ayırdınız. O sevdiğiniz bütün insanların içinde benim sevdiklerimde vardı. Beni sevdiklerimden ayırarak sevdiklerinizi üzmediniz mi? İnsan sevdiklerini üzer mi?

Hollanda’ya geldikten kısa süre sonra, Türkiyeli örgütlerle ve Türkiyelilerle ilişkim kalmadı. Bunu sizde biliyorsunuz. Aleyhinize faaliyetlerim olmadı, yazmanın dışında (Bireysel özgürlüklere geciktiğiniz için size göre aleyhte saydım). Size zarar verecek kadar ünlü bir yazar da değilim.

Benimle alıp veremediğiniz nedir?

Beni burada da rahatsız ettiniz. Siz köylerimizi yaktınız, Hollanda devleti şahsıma ev vermişti, Siz, 13 Nisan 2006 beni Schiedam’daki evimden de attırdınız. İstihbaratınızla bu süreci örgütlediğinizden haberdar olmalısınız.

Kardeşim dediğiniz insanları, Avrupa Birliği içinde de rahat bırakmıyorsunuz.

Sayın Asker! Demokrasilerde eleştiri suç değildir. Hele insanı sevenler, insanların eleştirisine hoşgörüyle yaklaşırlar. Sevilenlerin eleştirisi olabilir. Sevgi eleştirisiz olamaz, buna inanın!
Farklılıklar eleştirilmek içindir. Bu kimseye dokunmaz…

Ülkenizdeki insanlarda ”ben” yani ego eksikliğinden kaynaklanan farklılara benzeme korkusu veya farklı olma korkusu, farkını kaybetmeye bürünmüştür. Ülkenizde bireysel hak ve özgürlükler olsaydı, farkını kaybetmekten korkmazdı kimse. Çünkü, herkeste tapu gibi bir ”ben” olurdu. Kimse, aslından korkmazdı. Herkesin aslı, asil saygı görürdü.

Eleştiri gene olurdu. Tahammül de…

Tahammül, sevginin sabrıdır. Altan’ı istediğiniz biçimde eleştirebilirsiniz. Onun “ben”i onu karşılayabiliyor.

Ahmet Altan’nın işini onun yüzüne eleştirebilirim. Sizin işinizi eleştirebilirler mi?

Altan’ın romanlarındaki tasvirler, olayların mekanlarını canlandırmaya yetmiyor. Toplumsal duyarlılıktan dolayı birden çok işle uğramanın, yazın zamanına sabırsızlık olarak yansımasıdır bu. Yazarımızın kapasitesini eksik zamanlı çalışmaya zorladınız. Aksine, daha da harika romanlar okuma şansımız olurdu. Ayıp ettiniz.

Altan, denemelerinde reotrik kaygıdan dolayı yazdığı belirli cümlelerle tekrara baş vurmadan, ritmik yaratıcılığı sergileyebilir. Her denemsinde benzer tarzı kullanması, o kalemin hakkı değildir. Kalem, hak ettiği yenilikleri üretebilecek düzeydedir.

Yazarımızın okurları onun gibi açıktırlar. Sizin askerleriniz, sizi eleştirebilirler mi?

Ben yazarımın yüzüne onun bütün eksikliklerini söylerim. Mesela, düşünceleri bir vizyona kavuşmamıştır. Askerleriniz de, sizin fikirlerinize yönelik düşüncelerini belirtebilirler mi?
Yazarımız okurlarından mesafeli değildir. Hayatı hiyerarşiye bağlamamış çünkü. Bir rastlantıyla onunla karşılaşsam, çaktırmadan yaklaşıp yanağını mıncıklayarak ardıma bakmadan yoluma giderim. Yazarımız bunu garipsemeyecek kadar kendi sevimliliğine yorumlayacaktır. Ben de bir öpücüğüm…

Size bir askerin buna cüret etmesi bir yana, adınızın geçtiği yerde, yıllar evvelinde terhis olanlar bile put kesilir. Korkuluk olmak bir zanaat mı?

Yazarımızın yazılarını keyifle okuyoruz. Güzeli sevmek düşünce sürecine işledi bizde. Güzel düşünmekten zevk almak gibi. Düşünce zevki hoş hayaldir. Sizi de güzel düşünüyoruz. Sizse düşünceyi 301. maddeye bağladınız. Abem olasın sayın asker! Düşünceleri incitmeyin.

Yaşama bilincini çok sömürdünüz.

Bu halinizi görmek incitiyor bizi. Doğduğum yörede “abem olasın” lafı, incitmeden uyarma manasında söylenirdi.

Avrupa Birliği vatandaşları tepkilerini incinme aşamasında yansıtıyorlar. Acının evriminde incinme, dokunmazlığın anlamıdır. İncinme huzurun tepkisidir. Biz incinme aşamasına varmışız. Sizin incinme aşamasına varmanız için, öldürerek ikna etme yöntemini terk etmeniz gerekiyor. İşkenceleri de. Çilekeşlik gayri meşru sayılmalıdır.

İncinenlerin adaleti utanmaktır, Misilleme olarak utandırmayı kullanırlar. Tarihinizde toplumu hiç utandırabildiniz mi?

Bir kez bizi utandırsaydınız yeterliydi! Yalnızca bir kez…

“daha o gün anlamıştım

bu ilişkinin yazgısını”

Utanmasını bilmeyenlerin sevgisi şüphelidir. Vicdan sevginin özgürlüğüdür. Vicdan sadece mutlularda bulunur. Çileli toplum kendisi vicdana muhtaçtır. İnsan muhtaç olduğu şeyi başkasına verebilir mi? Bu yüzden barışık yaşayamıyorsunuz. Takvimi tutturamıyorsunuz,
Montesquieun’un kirvesine geciktiniz.

Zamanı telafi etmek için huzurlu düşünmeniz gerekiyor.

Tüm çağlarda kaybettiğiniz zamanı huzur, gelir gelmez telafi edecektir. Huzur deyip geçmeyin sayın Asker, o, insana neler buldurur! Bir bilseniz? Teknolojiyi huzur yarattı.
Bu yazıyı huzur bana yazdırdı. Sen bunu yazabilir misin sayın asker?

Sen huzuru bul, gör o sana neler buldurur.

Bu yüzden Hollanda’ya ülkem, diyorum. Sevginin huyunu bildiğim için huzuru seviyorum. Hangi ülkede huzur varsa, orası ülkemdir. Ülkenize de ülkem demek istiyorum! Bütün dünyaya ülkem demek istiyorum. Yani huzur, demeliyiz.

Çözülmesi gereken sizsiniz. Nefret çözülmeyi çoktan hak etmişti.

Sizin bir yeniliğiniz yok ki, yaşamın içinde taklitten ibaretsiniz. 21. yüzyılda birey bile olamamışsınız.

Altan’ı eskitemezsiniz. Bir toplumsal bireyi asla! Sizin yeninizdir O. Dokunmadan geliştirme yöntemi sizde hiç denenmemişti.

Ahmet Altan’ın sizinle muhatap olmasına utanıyorum!


Konumuza Mungan’ın şiiriyle başlamıştık, bir şiirimle sürdürmek istiyorum;


Beni yenebilirsiniz aslında

Bunun sırını söylemeyeceğim ama

Ben olsaydım

Beni yenmiştim

Siz ben değilsiniz ki…



DÜZGÜN GÖKHAN

candost1@live.nl

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.