Doğal felaketmiş…

23 Mart 2012 10:28 / 2066 kez okundu!

 


Bütün Türkiye bu yıl çok soğuk bir kış geçirdik. İşin uzmanlarına göre bu yıl son 30-32 yılın en soğuk kışı oldu. Bu toplu donma hali karakışın makûs talih sayıldığı illerle sınırlı değildi. Batı’daki doğru dürüst kar, kış görmeyen şehirler de nasiplendi soğuktan. Üstelik yalnızca Türkiye değil bütün Avrupa ve Amerika da sert kışın etkisi altındaydı bu yıl. Sırbistan ve Bosna-Hersek eksi 31 derece ile son 120 yılın en etkili kar yağışına şahit oldu.

Öyle ki yaz mevsimini yaşayan güney kutbunda bile sıcaklık soba yakılacak kadar düştü. Lafın kısası bütün bir dünya güçlü bir iklim dengesizliği yaşadı bu kış.

Kış bastırıp, insanları, şehirleri teslim aldı ya doğa üzerine felaket tellallığı da doğal olarak eksik olmadı yine.

Gerçi insanların doğa olaylarını felaket diye tanımlama huyu kar ya da çığ ile sınırlı değil. Deprem, sel, kasırga, hortum, volkanik patlama da olduğunda bilen bilmeyen herkesin her iki lafından biri ‘felaket’ olur. Dilimize yapışmış, her doğa olayını ‘felaket’ olarak tanımlamak sanki adetten. Hele de, ‘felaket’ diye belletilen bu olayların sonrasında yaşanan ve hayatımızı olumsuz etkileyen tesirlerinden bizi kurtarmakla yükümlü olanlar. Onlar hepimizden daha çok istekliler doğa olaylarını ‘felaket’ diye dillendirmeye.

Doğa olaylarının 'felaket' olarak adlandırılması hep takılır kafama. İnanmıyorum çünkü. Üstelik bana sorarsanız insanın en zavallı halinin resmidir bu ‘felaket’ güzellemeleri. Hayata başlarken ‘doğayı yenmek’ gibi anlaşılmaz bir amaçla kuşanan modern insanın, yerine getirmediği sorumluluklarından sıvışmanın en kestirme yolu, bu tür bir mazeret uydurmak olsa gerek.

Peki, neden doğal olayları felaket ya da afet olarak nitelemeyi seçiyor insanlar?

Doğada hiçbir şeyin durağan olmadığını ve düzenli değişimlere sahip olduğunu biliyoruz oysa. Bu değişimlerin çoğu zaman önceden tahmin edilebilir veya mevsimsel hava koşullarında olduğu gibi normal bir döngüsel olaylar dizisi olduğunu da.

O zaman doğa adeta kendini yenilerken, dönüşürken, değişirken, doğal devinimini sürdürürken yani bizler gibi nefes alıp verirken ortaya çıkan deprem, sel, çığ, kar, kasırga, hortum, volkanik patlamalar, tsunami, kuraklık, sis, don, dolu, toprak kayması, yıldırım, kıyı erozyonu ve rüzgâr gibi durumlar neden felaket sayılıyor?

Eğer doğanın durağan olmama halini ve düzenli değişimini yaşamını sürdürmesi olarak düşünürsek, o süreç içinde ortaya çıkan her olaya felaket demek insanın yemesi, içmesi, gerinmesi, geğirmesi hatta yellenmesini de felaket saymak olmaz mı? Öyle ya insanın felaket diye adlandırdığı her şey aslında doğayı doğa yapan olaylar.

Bizler insana dair hareketleri doğal sayarken neden doğanınkileri felaket olarak addederiz? Doğayı, kendi eksikliklerinden, ertelemelerinden, yanlışlarından dolayı yaşadığı acıların faili yapmak insanın doğaya yaptığı büyük bir haksızlık değil mi?

Bana göre doğa olaylarını felaket diye tanımlamakta bir yanlışlık var. Bu tanımlama en usturuplusundan insanın bıkmadan kullana geldiği ve artık çivisi çıkmış bir şark kurnazlığından başka bir şey değil.

Mesela her aklına esenin felaket dediği deprem gerçekten bir felaket mi? En temel bilgi olarak yerkürenin üst katmanlarının, bir bütün halinde olmayıp, sürekli hareket halinde olan levhalardan oluştuğunu söylüyor jeoloji bilimi. Hareket eden levhaların birbirleri üzerine kuvvet uyguladığını ve o kuvvetin yerkabuğundaki kayaçların direnç göstermesi yüzünden belli bölgelerde enerji birikimine yol açtığını da. İşte o enerjinin, kayaçların kırılma sınırını aştığı anda kırılma yüzünden birikmiş gerilme enerjisinin aniden boşalmasına ise deprem deniliyor.

Bütün bunlardan anlaşılan deprem dediğimiz olayın da doğa için biz insanların yellenmesi, gerinmesi ya da sağından soluna dönmesi gibi bir şey olduğu. Haydi, öyle değil… Peki, o zaman ortadaki asıl ‘felaket’in deprem fayının üzerinde yaşamaya devam ederken uygun yapılanma konusunda ısrarla üç maymunları oynayan insanın duyarsızlığı demek yanlış mı?

En son Van depreminde büyük acı ve kayıpların olmasının gerçek sebebinin insanların vurdumduymazlığından ya da görevlerini suiistimal etmelerinden kaynaklandığına kim hayır diyebilir? Bilinçsizce veya aldırmazcasına yanlış yerlerin yerleşim alanı olarak seçilmesi, yanlış seçimlere yetkililerin göz yumması, kullanılan yapı malzemelerinin uygun ve yeterli şekilde kontrol edilmemesi, bina denetlemelerinin sağlıklı yapılmaması mıdır depremi felaket yapan, yoksa doğa mı?

Ya da seli alalım ele… Sel, gerçekten bir felaket mi? Dere, akarsu gibi su yataklarının yağmur veya dağda eriyen kar nedeniyle fazla suyla yüklenmesi ve bunların sonucunda taşarak yatağından çıkması bir felaket mi? Yoksa felaket, insanların tarih öncesi çağlardan beri türlü nedenlerle suya yakın olmak için akarsu kıyılarını, deniz kenarlarını tercih ederken evini, köyünü, tarlasını tam olarak nereye konuşlandıracağını öğrenememiş olması mı? İnsanlar, taşabileceği belli olan su kenarlarında bina kurmanın tehlikeli olduğunu öğrenselerdi sel bir afet sayılır mıydı?

Ya da akarsu yataklarını ıslah etmek, sel tehlikesine maruz alanları yerleşime kapatmak, erken uyarı sistemi denilen teknolojilerin kullanımını yaygınlaştırmak aklına gelseydi? Veya belediyeciliğin en temel işlerinden olan alt yapı ve kanalizasyon sistemini modern kentlere uygun şekilde kurmuş olsalardı?

Peki, çığ bir felaket midir? Genellikle bitki örtüsü olmayan engebeli, dağlık ve eğimli arazilerde, vadi yamaçlarında biriken kar kütlesinin iç ve dış kuvvetlerin etkisiyle kayması niye felaket olsun? Ağaç bırakmamak, yeterli orman kurmamak için elinden geleni ardına koymayan ve çığ olasılığı olan yerlerde çığ kalkanları ve tünelleri yapmayan insanın ‘çığ bir felakettir’ demesi arsızlık değil mi?

Doğanın yaşamını sürdürürken yaptıklarının hiç biri felaket değil oysa. Çünkü doğa felaketi bilen bir yapı değil. Felaket, insana ait bir terim ve yeryüzünün kelime dağarcığına onu sokan da kendisi.

Tamam, insanın ilk zamanlarında doğa olaylarına anlam verememesi ve onlara karşı kendini koruyacak donanımları edinene kadar problemler yaşaması anlaşılır bir şey. Ama aradan ne kadar zaman geçti onun depremin, çığın, karın, selin etkilerinden kendini korumayı öğrenebileceği?

Hem doğaya hâkim olmak adına azgınca bir hırsla onu tahrip ediyoruz, dengesini bozuyoruz hem de onun normal olan her işlevini felaket diye adlandırıyoruz. O yüzden doğanın yaşamını sürdürürken yaptıklarını bu zamanda, bu akılla ve bu teknolojiyle felaket diye adlandırmak en basitinden pişkinlik gibi geliyor bana. İnsanın kendi tembelliklerini, plansızlıklarını, kuralsızlıklarını, hırsızlıklarını, küçük hesaplarını örtmek için uydurduğu bir mazeret. Yenilmesi gereken bir rakip olarak görülen doğaya, insanın, yaşaması için gereken nimetleri kendisine sunmasına aldırmadan attığı bir çamur.

Sahip olma dürtüsüyle zıvanadan çıkmış hırslarının yerkürenin böğrüne düşürdüğü savaş, açlık, sömürü, mültecilik, ırkçılık, ayrımcılık, nükleer silahlanma, çevre kirliliği gibi nice felakete bakmadan her doğal olayı felaket diye yutturmaya çalışması sadece insanın sorumluluklarından ve birikmiş suçlarının hesabından kaçması aslında.

Yoksa kendisi de biliyor şu en son gündemine oturan büyük felaketlerden kuraklığın da çölleşmenin de küresel ısınmanın da doğanın değil de kendisinin eseri olduğunu.

Var olan su kaynaklarını verimli ve planlı kullanmadığı için değil mi kuraklığın başına bela olması? Suyun dünyadaki dolaşımı olarak nitelenen ‘Hidrolojik Çevrim’i bozduğunda su kaynaklarının azalacağına, tarımsal üretimin düşeceğine, kıtlıkların başlayacağına kulak asmaması doğanın suçu mu?

Veya çölleşme derdi… Bugün kuraklık nedeniyle dünya üzerindeki belirli bölgelerde verimli toprak miktarları hızla azalıyor ve çorak hale geliyor. Peki, insan bu çölleşmeyi engellemek için akarsu havzaları ve rejimlerini kontrol altına alması gerektiğini ne zamandan beri biliyor? O zamandan bu tarafa ne yaptı? Ya da kontrol altına almaya çalıştı da doğa ne zaman engel oldu? Çölleşen toprağı geri kazanmanın mümkün olmadığını bile bile ağaçlandırma ve orman geliştirme programları uygulamamasının sebebi ne, doğa mı?

Hele de küresel ısınma belası… Atmosferdeki doğal sera etkisinin, kendi faaliyetleri sonucunda artarak küresel boyutta aşırı ısınmaya neden olmaması için fosil yakıtları ve endüstri gazlarının dengesiz kullanılmasına yeterince kafa yordu mu insan?

Karbondioksit, metan gibi gazları kontrolsüz olarak atmosfere salarken hiç “Karbon Döngüsü”nün dengesini bozduğunu düşündü mü? Hala her yılın sonunda milyonlarca ton ‘Karbon’ gazı birikiyor atmosferde. O yüzden de atmosferde fazla ısınma oluşuyor. Ki bu da yaşadığımız hızlı ve dengesiz iklim değişimlerinin nedeni olarak gösteriliyor. Kutupların ve buzulların erimesi, kıyılarda deniz seviyesinin yükselmesi, okyanus akıntılarının değişimi de insanın kontrol edilemez ‘karbon’ üretiminin sebebi zaten.

Peki, bütün bu felaketleri dünyamızın başına doğa mı sardı yoksa insanın kendisi mi?

Basit bir kurnazlığın çaresizliğinde debeleniyor insanlık, her doğa olayını ‘felaket’ diye adlandırdığında. Lakin attığı her çığlık sadece kocaman bir kendini aldatmaca olarak yazılıyor hanesine. Yanlışını, hatasını, eksiğini bir türlü gör(e)mediği için de doğa ile uyumlu, birlikte ortak bir yaşam sürdürmenin önemini maalesef bütünüyle kavrayamıyor. Onun yerine hala haksızca doğaya yüklenerek, doğayı suçlayarak, kendince hedef saptırarak geçiştirmeye çalışıyor kirli hırslarının bedelini.

Doğaya çamur atmak yerine birazcık da olsa o doğanın parçası olabilmeyi becerebilmesinin, yaşamak zorunda kaldığı felaketlerin etkisini en alt seviyeye düşüreceğini dahi göremiyor kendini yitirdiği kibrinde.

Doğal felaket dediği onca acının yaratıcısının kendisi olduğunu kendi soyundan bile saklayarak yok olup gidecek olması hiç rahatsız etmiyor onu. Başlı başına bir felaket nedeni oluşuna aldırmadan felaketi hep başka yerde arıyor.


Baki MURAT

23.03.2012


 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.