Birinin gerillası ötekinin teröristi

01 Şubat 2010 19:09 / 1848 kez okundu!

 


Türkiye’de en çok Şarkiyatçılık adlı kitabı ile tanınan Filistin kökenli ABD’li edebiyat profesörü Edward Said, 2000 yılının yazında, ailesiyle ziyarete gittiği Güney Lübnan’la İsrail arasındaki Babel Fatma sınır kapısında, oğlu ve çevredeki gençlerle şöyle bir iddiaya girmişti: Taşı en uzağa kim atabilir?

Said’in yapmak istediği, Filistinli çocukların ve gençlerin 1987’de başlayan Birinci İntifada’da yaptıkları ‘taş atma’ eylemini tekrarlamaktı. Gençler de, Said de taşlarını atabildikleri kadar uzağa fırlattılar. Gerisini Said’den dinleyelim: “Bu taşla yirmi iki yıllık işgalden sonra topraklarımızdan çekilen bir orduya ‘yürrüüü, bir daha da sakın buralarda görünme’ dedik. Sağlıklı bir anarşi, zafer sarhoşluğu var. Ben ve Babel Fatma’daki diğer insanlar, hayatımızda ilk kez kazandık...”

O gün kimse Said’e dava falan açmadı ama Said’in İsrail sınırının ötesine taş atarken çekilmiş fotoğrafları yayımlandığında Amerika’daki Yahudi lobisi ayağa kalktı. Said ‘teröre sempati göstermekle’ suçlandı. Entelektüelliği sorgulandı ve Columbia Üniversitesi’ndeki görevinden alınması istendi. Rektör Jonathan R. Cole Said’i görevden almadığı için yapılan eleştirilere ve suçlamalara öğrenci gazetesinde yanıt verdi:” Eğer Said’in özgürce yazma ve konuşmasını güvence altında tutmayı reddedeceksek, bir sonraki bastırılanın kim olacağını da, kimin fikirlerini çekinmeden ifade edeceğini belirleyen engizisyon üyesinin kim olacağını da şimdiden düşünmeye başlamamız yerinde olmaz mı?” (Akademik özgürlükler konusunda bir ders niteliği taşıyan açıklamanın tamamı için bkz. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=164966)

Binlerce TMK mağduru çocuk

O günden beri Türkiye’de Edward Said’in saygınlığı bir kat daha arttı. Özellikle muhafazakar kesimlerde Said bir rol modeli oldu. Ama Kürt çocukları, gençleri Filistinli çocukları ve Said’i taklit ettiğinde aynı çevrelerin sempatisi kazanamadılar. Son olarak Batman’da yasa dışı gösteriye katıldığı ve polise taş attığı gerekçesiyle 3 aydan beri tutuklu bulunan B.S. adlı 15 yaşındaki genç bir kız, yargılandığı ilk duruşmada 7 yıla mahkûm edildi. Doğrusu yargının hızı göz kamaştırıcıydı. Hele adalet kılıcının keskinliğine diyecek yoktu! Öyle ya, B.S. eğer alkollü araç kullanırken birini öldürseydi daha az ceza alacaktı!

B.S. medyanın yanlış bir şekilde ‘taş atan çocuklar’ olarak adlandırdığı Terörle Mücadele Kanunu (TMK) mağdurlarından sadece biri. Bu adlandırma yanlış çünkü bu çocukların bazıları taş bile atmadı. Kimi sadece olay yerinde olduğu için, kimi oradan geçtiği için, kimi terli olduğu için, kiminin yüzü veya eli kızarmış olduğu için, kimi ailesinden başkaları PKK ile ilişkili diye suçlandılar. Diyelim ki, gerçekten taş attılar, Eldiven, Yakamoz, Ayışığı, Sarıkız, Kafes, Balyoz gibi korkunç darbe planlarını yapanlar mı teröristtir yoksa emniyet güçlerine taş atan çocuklar mı?

Durumun garabetinin farkında olan Hükümet, Çocuklar için Adalet Çağırıcıları Grubu’nun (ki ben en işe yaramaz, en eylemsiz üyeleriyim) çabaları sonucu TMK’nın evrensel çocuk haklarına açıkça aykırı maddelerini düzenlemek üzere bazı adımlar atmıştı ama muhalefetin ‘bu vesileyle Öcalan’a örtülü af mı çıkarılıyor?” şeklindeki baskısına boyun eğerek tasarıyı rafa kaldırdı. Mahkemeler de bu fırsattan istifade, acımasız cezaları verip duruyorlar. Cezaevleri her geçen gün topluma, devlete, adalete yabancılaşan, hatta düşmanlaşan çocuklarla doluyor. Sağduyunun hakim olmasını beklerken ‘terör’ kavramı üzerinde biraz kafa yoralım, ne dersiniz?

Devrimcilerin Terör Rejimi

‘Terör’ sözcüğü Fransızcadan geliyor. Osmanlıcaya ‘tedhiş’ olarak geçmiş. 1789 Fransız İhtilali’nden sonra, iktidarı kaybeden soyluların, kilisenin ve Britanya’nın yardımıyla iktidarı yeniden ele geçirmeye teşebbüs etmesi üzerine iktidardaki Jakobenler, 5 Eylül 1793’ten 1794 Temmuzuna kadarki on ay, karşı devrimci olarak gördükleri ve iç düşman diye etiketledikleri halk yığınlarını giyotine yollamışlardı. Bu kanlı dönem tarihe ‘Terör Rejimi’ (Regime de le terreur) olarak geçmişti. Nitekim o yıllarda Fransız devrimcileri kendilerini gururla ‘terörist’ olarak adlandırmışlardı. Bu gelenek uyarınca, 1880’lerde Çarlık rejimine karşı intihar saldırıları gerçekleştiren Rus nihilistleri de ‘terörist’ olmaktan gurur duymuşlardı. 20. yüzyılın başlarından itibaren, ‘terör’ azınlık grupları tarafından milliyetçi davalar için kullanılmaya başladığında, sözcük giderek kara listeye alındı. Öyle ki bugün, terörist dendiğinde kimsenin aklına iyi bir şey gelmiyor. Hatta bir kişiye, bir örgüte ‘terörist’ damgasını vurdunuz mu, o kişinin veya örgütün hiçbir talebinin, sözünün meşruiyeti kalmıyor. Bunun bilincinde olan kesimler de, kendilerine ‘özgürlük savaşçısı’, ‘şehir gerillası’, ‘Allah’ın askeri’, ‘direnişçi’ gibi adlar takıyorlar.


Gerçeğin değişik yüzleri

Örneğin 1940’lardan itibaren Hagannah Yahudiler için ‘güvenlik örgütü’, Araplar için terör örgütüydü. 1950’lerden itibaren EOKA Kıbrıslı Rumlar için anti-kolonyalist örgüt, Kıbrıslı Türkler için tedhiş (=terör) örgütüydü. Aynı şekilde TMT Kıbrıslı Türkler için öz savunma örgütü, Kıbrıslı Rumlar için tedhiş örgütü idi. 1979’da Tahran’daki ABD elçiliğini basıp içerdekileri 444 gün boyunca rehin alan gençler, İranlılar için kahraman, ABD’liler için teröristti. 1970’ler ve 1980’lerde Batı dünyası için ‘bir numaralı terörist’ olan ‘Çakal Carlos’ lakaplı İlich Ramirez Sanchez 1994’de kendini ‘devrimci’ olarak tanımlamıştı. Bugün Güney Afrika Cumhuriyeti’nin devlet başkanı olan Nelson Mandela, Beyaz ırkçı rejimin gözünde terörist idi, Nitekim hayatının 27 yılını hapiste geçirdi. ‘Terörist’ IRA’nın liderlerinden Martin McGuiness 1998’de İngiltere ile İRA arasında barış sağlandıktan sonra Kuzey İrlanda’nın Eğitim Bakanı oldu. Bugün Filistinli intihar bombacıları veya HAMAS militanları İsrail ve ABD için terörist, Araplar için ‘özgürlük savaşçısı.’ PKK Kürtlerin büyük bir bölümü için ‘gerilla örgütü’, Türklerin büyük bir bölümü için ise ‘terör örgütü’. Kısacası meşhur sözdeki gibi “birinin teröristi diğerinin özgürlük savaşçısı”.


Modern terörün özellikleri

Sonuç olarak bugün neyin terör, kimin terörist olduğu konusunda uluslar arası kabul edilmiş bir norm yok. Dahası, 100’ü aşkın ‘bilimsel’ terör tanımı var. Bunların ortak paydası ise terörün aklını kaçırmış insanların sırf suç işlemek için yaptıkları şiddet eylemleri olmadığı. Aksine, terörizm, ulusal bağımsızlığı sağlama, sosyal adaletsizliği giderme, bir azınlık grubunun statüsünü düzeltme, çevre veya hayvan haklarını koruma gibi siyasi hedeflere yönelik olarak, bir grup insanın klasik savaş yöntemlerinden farklı araçlarla sistematik olarak silahsız insanları, grupları, kitleleri yıldırma, korkutma eyleminin adı. Eskiden devlet adamlarına, diplomatlara, önemli kişilere yönelen teröristler, artık daha çok geniş kitleleri hedef alıyorlar. Eskiden terör yerel iken, bugün teröristler için tüm dünya savaş alanı. Artık sadece ateşli silahlarla değil, uydu telefonları, internet bağlantıları, cep telefonları ile de terör eylemleri yapılıyor. İnanmış insanların canlı bombalar olarak kalabalıkların veya binaların üzerine sürülmesi ise yeni bir intihar kültürünün habercisi. Günümüzde terör olaylarının arkasında Katolikleri, Protestanları, Budistleri, Sihleri, Hinduları ya da Ortodoksları bulmak mümkün ama bir gerçek var ki giderek artan sayıda Müslüman terör olaylarına katılıyor.


Haklı terör-haksız terör

Peki, şu veya bu nedenle terörü amaçlarına ulaşmak için bir yöntem olarak seçenleri ahlaki olarak yargılamak mümkün mü? Düşünürlerin, din adamlarının, siyasetçilerin, istihbarat adamlarının vereceği cevapların ne kadar farklı olacağını tahmin edebilirsiniz. Örneğin faydacı düşünür J. Stuart Mill için ise bireysel eylemler ve sosyal politikaların ahlaki açıdan iyi ya da kötü olması onların insanlığın mutluluğuna ne kadar hizmet ettiklerine bağlıdır. Yani bazı durumlarda savaş ve terör (intihar ve ötenazi gibi) ahlaki olabilir. Bunun karşısında yer alan Immanuel Kant’ın ahlak yasası ise amaç ne olursa olsun başkasına zarar veren hiç bir eylemi onaylanamaz. Totaliteryanizmin şiddeti üzerine yazan en önemli düşünürlerden olan Hannah Arendt ‘bazı durumlarda şiddetin çatışmaların kamuoyuna duyurulmasında gerekli ve mantıki bir seçim olabileceğini’ söyledikten sonra bizi şöyle uyarır: ‘Şiddet kullanımı dünyayı değiştirir, ancak en muhtemel değişim daha çok şiddetle dolu bir dünyadır.’ Nitekim çağımızın önemli düşünürlerinden Jean Baudrillard, El Kaide’nin 11 Eylül (2001) saldırısını yorumlarken “bu çağda böyle bir barbarlık mümkün müdür sorusu yanlıştır” der. Ona göre artık cephe yoktur, savunma hattı yoktur, düşman onunla savaşan kültürün tam kalbindedir. Peki, düşman kimdir?


Leviathan’ın kutsallığı

Buna uluslar arası hukukun verdiği cevabın ipuçlarını, hiç yasalaşmamasına rağmen halen zımnen uygulanmakta olan Milletler Cemiyeti’nin 1937 tarihli konvansiyonunda buluruz. Buna göre terör devlete yöneltilmiş ve belirli kişilerin veya grupların ya da kamuoyunun zihninde dehşet hali yaratmaya kastetmiş ya da bu amaçla tasarlanmış tüm suçların adıdır. Bu tanımın kaynağını İngiliz düşünür Thomas Hobbes (ö. 1679) da buluruz. Hobbes’un metaforik açıklamasına göre ‘birbirinin kurdu olan insanlar’ (homo homini lupus) bir sözleşmeyle hak ve özgürlüklerini Leviathan denen varlığa devrederek, karşılığında güvenli bir yaşam elde etmişlerdir. Leviathan Tevrat’ta geçen bir canavarın adıdır ve Hobbes’a göre her şeye egemen olan devletin simgesidir. Hobbes ‘zulüm, adaletin diğer biçimidir’ derken, ondan 150 yıl sonra Alman felsefecisi Hegel (ö. 1831) bu fikri mükemmelleştirir. Hegel’e göre ‘devlet Tanrı’nın yeryüzündeki yürüyüşüdür’, devlet gerçekliktir, devlet zorunluluktur, devlet kutsaldır ve kendini korumak için her türlü önlemi olmaya izinlidir!

Bu nedenle, Endonezya’da Sukarno rejimi tarafından 500 bin Huk’un katledilmesine, Şili’de Pinochet rejimi tarafından binlerce kişinin öldürülmesine, on binlercesinin hapsedilmesine, Guatemala’da 200 bin kişinin ABD’nin eğittiği ‘ölüm mangaları’ tarafından yok edilmesine, 20 bin Arjantinlinin faşist Galtieri diktatörlüğü sırasında buhar olmasına, Saddam’ın Halepçe’de 5 bin Kürdü hardal gazıyla katletmesine El Kaide’nin 11 Eylül 2001 saldırısı kadar önem veremeyiz! Bu nedenle Rusya’nın Çeçenistan’da, İsrail’in Filistin’de, Sudan’ın Darfur’da uyguladığı şiddete, Türkiye’de 17.500 kişinin ‘faili meçhul’ olmasına ‘devlet terörü’ diyemeyiz!


‘Teröre destek veren ülkeler’ mi dediniz

Burada bir parantez açalım. 1975 yılında ABD Senatosu’nda gizli servis faaliyetlerini izleyen ve kamuoyunda başkanı Frank Church’den dolayı Church Komitesi olarak bilinen komitenin raporundan öğrendiğimize göre ABD 1960’lı ve 1970’li yıllarda bir dizi yasa dışı olaya karışmıştı. Örneğin 1961’de Komünistlere sempati duyduğunu düşünülen Dominik Cumhuriyeti diktatörü Rafael Trujillo, CIA tarafından örgütlenen bir suikast sonucu öldürülmüştü. Aynı yıl Kongo Başbakanı Patrice Lumumba, Sovyetler Birliği ile işbirliği politikaları izlemeye başlaması yüzünden başarısız birkaç suikast teşebbüsünden sonra CIA tarafından örgütlenen bir darbe ile iktidardan uzaklaştırılmış ardından da öldürülmüştü. CIA ‘Mongoose’ Operasyonu kapsamında Küba lideri Fidel Kastro’ya yönelik başarısız sekiz suikast girişimi, çeşitli sabotajlar ve darbe planları yapmıştı. Ama bunların hiçbiri 1973’te Şili’de Sosyalist Salvador Allende yönetimini devirmek için yürürlüğe konan plan kadar korkunç değildi. Darbe sadece Allende’nin değil on binlerce Şililinin hayatına mal olmuştu.

Komitenin duruma el koymasından sonra CIA daha dikkatli davranmıştı ancak o tarihten sonra da boş durmadı. 1985’de bizzat ABD tarafından uluslar arası terörü desteklediğini iddia edilen İran’a gizli silah satışından elde edilen paraların Nikaragua’daki Marksist iktidarı devirmek için savaşan gerillalara verilmesi, 1986’da Libya lideri Kaddafi’nin çadırına bombalı saldırıda bulunmak, 1991’de Irak lideri Saddam Hüseyin’in sığınağına bombalı saldırı düzenlemek bunlardan bir kaçıydı.


Yeşil Kuşak’ın acı meyveleri

ABD, Sovyetler Birliği’ni çevrelemek için geliştirdiği ‘Yeşil Kuşak’ projesi uyarınca, 1982-1992 arasında Afganistan’daki kamplarda, 43 İslam ülkesinden gelen yaklaşık 50 bin Müslüman ‘mücahit’i eğitmişti. CIA, başta Mısır, Çin, Polonya, İsrail olmak üzere dünyanın başka yerlerinden toparladığı her türlü silahı mücahitlere akmış, kimyasal ve elektronik zamanlama aletlerinin nasıl kullanılacağını, bombaların nasıl yapılacağını, uydu iletişiminden ve internetten nasıl faydalanılacağını öğretmişti. Bu kamplardan mezun olanların en ünlüsü Usame bin Ladin’di. ABD daha sonra kendi imalatı olan bu tabloyu beğenmemiş ve terörle mücadele adı altında Afganistan’a, Saddam’ı diktatörlükle suçlayarak Irak’a müdahale etmişti.

Böyle kötü bir sicile sahip olan ABD, 1979’dan beri ‘teröre destek veren ülkeler’ listesi yapıyor. Son listede İran, Suriye, Küba ve Sudan var. Ayrıca Afganistan, Kolombiya, Endonezya, Lübnan, Filistin, Gürcistan, Filipinler, Somali ve Yemen’in otorite boşluğu yüzünden terörist örgütler için uygun zemin oluşturduğu iddia ediliyor.


Devlet terörünün okullu hali : SOA

1946 yılında Panama’da kurulan, 1984’ten bu yana ABD’nin Georgia eyaletindeki Fort Benning şehrinde faaliyet gösteren bir okul, ABD’nin devlet terörünü başka ülkelere ihraç ettiğini düşündüren bir sicile sahip. Bu ‘sözde’ okulda 1946-2001 yılları arasında Orta ve Güney Amerika’dan gelen 60 bin asker ve polis eğitilmiş. Bolivya’nın kanlı diktatörleri Hugo Banzer Suarez ve Luis Arce Gomez; Şili’nin diktatörü Raul Itturriaga, Guatemala’nın diktatörü J. Efrain Rios Mont, Peru’nun diktatörü Juan Velasco Alvarado, Haiti’nin diktatörü General Raoul Cedras, Arjantin’in diktatörleri Roberto Viola ve Leopoldo Galtieri, Panama’nın uyuşturucu kaçakçısı diktatörü Manuel Noriega, Meksika’nın ünlü Mafya örgütü Los Zetas’ın kurucuları, Honduras’ın ünlü ‘3-16’ adlı ölüm mangasının şefi General Lois A. Discua ve daha nicesi SOA’nın mezunlarından. Acaba bu okulda Türkiye’deki 12 Eylül darbesini yapanlar da eğitim görmüş müydü, henüz bilmiyoruz.

Okulun 1994 yılında Covert Action adlı dergiye sızan ders programında işkence, tedhiş, psikolojik savaş, imha hareketleri gibi ‘faydalı’ dersler görülmesi üzerine ABD hükümeti uzun süre sessiz kalmıştı. 1996’da baskılara dayanamayan Pentagon sözcüsü Michael Doubleday okulun işlevini kabul etti ancak (Baba) Bush’un ‘ders programındaki hataları’ giderdiğini ileri sürdü. 1990 yılından beri okulu takibe alan Amerikan sivil toplum hareketi SOA Watch’a göre kamuoyu baskısından kurtulmak için adı 2001’de The Western Hemisphere Institute for Security Cooperation (WHISC) olarak değiştirilen okulda bu tarihten sonra da Latin Amerika için devlet teröristlerinin yetiştirilmesine devam ediliyordu. Ebu Gureyb’de ya da Guantanamo’da görev yapanların bu okuldan yetişmiş olması muhtemel. Ancak son yıllarda, hem uluslar arası baskının artması hem de Latin Amerika ülkelerinde insan hakları konusundaki gelişmeler sayesinde, Latin Amerika ülkeleri artık polis ve askerlerini WHISC’e göndermiyorlar.


Şiddet kullanmak hak mıdır

Parantezimizi kapatıp devam edelim. Eğer cesaretimizi toplar da (sözümüz meclisten dışarı) en büyük terör örgütünün devlet olduğunu kabul edersek, devlete veya hegemonik güçlere karşı koymak meşru mudur? Meşru ise, baskının, zulmün veya sömürünün dayanılamaz hale geldiğine kim karar verecektir? Ya da buna karşı çıkmak için tek yolun şiddet olduğuna ve bu şiddeti kimin, kime karşı kullanacağına? 2003’de İstanbul’daki Dünya Felsefe Kongresi’nde konuşan ünlü siyaset bilimci ve düşünür Jurgen Habermas ‘‘Küresel olarak dünyaya egemen olan bir süper gücün, kendi ahlaki argümanlarını uluslararası hukukun yerine geçirdiği bir dönemde, uluslararası ilişkilerin anayasallaştırılması projelerine bağlı kalıp kalmayacağımızı” sormuştu. Dikkatlice formüle edilmiş olsa da Habermas, ‘İsrail’e ya da ABD’ye karşı çıkarken her yol mubah mıdır? Kana kan, göze göz, dişe diş hesabı, teröre terörle karşılık verebilir miyiz?’ diye özetleyebileceğimiz o meşum soruyu soruyordu.

Bu önemli soruya, bugün Irak’ta veya Filistin’de bazı gruplar yüksek sesle ‘evet’ yanıtı veriyorlar. Seslerini bazen taş atarak, bazen roket atarak, bazen canlı bombalarla duyuruyorlar. Biz de onları hayranlıkla izliyor ve alkışlıyoruz.

Aynı soruyu Kürt Meselesi için de soralım: Acaba Kürtlerin 85 yıldır Türk Devleti tarafından şu veya bu şekilde mağdur ediliyor olmaları, onların teröre başvurmalarını haklı kılar mı? Cevabınızı duyar gibiyim. Filistinlilere gösterdiğimiz hoşgörüyü onlara göstermeme nedenimiz acaba teröre karşı olmamız mı yoksa terörün kendi ulus-devletimize yönelmiş olması mı? Devletin Kürtlere yönelik terörüne gözlerimizi kapamamız da devletin kutsallığını içselleştirmiş olmamızla ilgili olmasın? Öte yandan PKK’nın terör eylemlerine başvurması PKK’nın tüm iddialarını, tüm taleplerini gayri meşru kılar mı? 85 yıllık Kürt Meselesi’ni teröre indirgemek doğru mu? Edward Said’e göre herhangi bir siyasi eylemin terörizm olarak adlandırılması ona siyaset, tarih, gelenek ve yorumun buluştuğu bir anlatı statüsü tanınmaması demektir. Filistin Meselesi’nin başına gelen buydu. Bence Kürt Meselesi’nin başına gelen de bu.

Demem odur ki, ‘terör’ denilen şeyi ilk kimin icat ettiğini unutmayalım. Kişilerin ya da grupların terörünü lanetlerken, devlet terörünü gözden kaçırmayalım. Şiddet kimden gelirse gelsin karşı duralım. Kim olursa olsun ‘kötülüğün dilini’ bize dayatmaya çalışanlara karşı, acilen farklı yaklaşımlar, farklı yöntemler, farklı bir dil geliştirelim. Eğer bunu başaramazsak, korkarım ki kötülük ve çürümüşlük her tarafımızı kaplayacak.

Ayşe Hür

TARAF

 

Bu yazıyı Facebook'ta paylaşabilirsiniz+:
Facebook'ta paylaş
0
Yorumlar
Uyarı

Yorum yazabilmek için üye olmalı ve oturum açmalısınız.

Eğer sitemize üye değilseniz buraya tıklayarak hemen üye olabilirsiniz.

Eğer üye iseniz oturum açmak için buraya tıklayın.